Yükleniyor...
17 Aralık 2017’de Hamamönü (Ankara) Kabakçı Konağı’nda,
Ağaoğlu Ahmet Bey ve Türk Milliyetçiliği konulu toplantıda
Prof. Dr. Nesib Nesibli’nin yaptığı konuşmanın metnidir.
Ahmet Ağaoğlu (1869-1939) hayatı boyunca birlikte yürüdükleri Türkçülüğün yalvacı Dr. Ali Hüseyinzade-Turan’ın (1864-1940) karakter bakımından tersidir. Fevkalade enerjikti, fevkalade üretkendi. Anında karar vermeye meyilliydi, bazen sıcağı sıcağına yanlış karar da verebilirdi. Cesur insan olduğu kadar da depresyona düşendi. Eşsiz siyaset adamıydı, Azerbaycan’da ilk millî siyasi partinin – Difai’nin kurucusu, Türk Ocakları’nın kurucularından biri, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurucu babalarından biridir. Ancak ideolog olarak daha önemli miras bırakmıştır. Kısa kısa başlıklarla bu mirastan bazı yaprakları özetleyelim.
Yıl 1906. Kuzey Azerbaycan basınında şiddetli ideolojik tartışmalar yer almaktadır. Ahmet Ağaoğlu’nun editörlüğünü yaptığı İrşad gazetesinde bu tartışmalara meydan vermektedir. Yerli aydınlar arasında, kimlik meselelerine yaklaşım açısından millîyetçi ve halkçı akımları temsil edenlerden farklı görüşlere sahip, kozmopolit (daha çok Rus yanlısı) bir kesim de vardır. Dönemin düzyazı ve şiirinde bu kesimin eleştirisine ait çok sayıda örnek bulunur. Halkına yabancı olan bu zümreye, basında inteligent (entel) veya obrazovonski (mürekkep yalamış) gibi kinayeli isimler takıyorlardı. Millîyetçilerle bu grup arasında fikir mücadelesi vardı.
Ferhad Ağayev (Ağazade), millîyetçiliği savunmak için yazdığı makalesinde, “milletin istikbalini temin etmek için birleşmek” gerekliliğini ve bunun için millîyetçiliğin biricik uygun akım olduğunu öne sürüyordu. Aynı makalede şunları yazmaktadır: “…üniversitelerde eğitim almış birtakım gençler milletin böyle ağlayan halini görüp de onların önemli ihtiyaçlarına esasen itina göstermeyerek, kendilerini farklı fırkalara, ayrı partilere bağlıyorlar.[1]”
Ferhad Ağayev’in makalesindeki fikirler, Harun Sultanov adlı bir inteligentin itirazına neden olmuştu. Harun Sultanov’a göre, “Nasyonalizm o zamanda gerekliydi ki, bir dili, bir yeri, bir âdeti olanları bir araya getirsin… Nasyonalizm bize hiç lazım değildir, biz nasyonalizmi aşmışızdır.” Millîyetçiliği (nasyonalizmi) eleştiren yazar seçenek olarak sosyalizm ve İslâm fikrini savunuyordu.[2]
Yazı İşleri Heyeti (ayrıca Ahmet Ağaoğlu) bu tartışmanın önemli olduğunu belirtmektedir ve okurları bu polemiğe katılmaya davet ediyordu. Ferhad Ağayev’in kendisi de bu polemiğin devamı olarak konuya ilişkin birkaç makale yazmıştı. Makalelerden birinde şunlara işaret ediyordu: “…ha hayal kuruyorum, ha gayret ediyorum, şimdiki Müslümanların değil nasyonalizmi aşıp geçmediğini, hatta nasyonalizme ulaşmadığını da gözlemleyemiyorum… Yine anlayamıyorum ki arkadaşımız [Harun Sultanov] bu dünyadan mı haber veriyor yoksa ahiretten mi?[3]”
Ahmet Ağaoğlu, millîyetçiliğin gerekliliği konusuna dönmüş, dört kısımdan oluşan Millet ve Milletçilik başlıklı bir makale yazmıştı. Bu makale, Tercüman gazetesinde Bakü basınını sosyalizme (ademiyet) göz kırpmakla suçlayan bir yazıya cevap olarak yazılmıştı. Ağaoğlu bu iddianın doğru olmadığını bildirmektedir ve millîyetçilik hakkında kendi görüşlerini açıklıyordu. O, “her ferdin ömründe olduğu gibi bir milletin ömründe de dönemler vardır” diyordu: “Bu dönemlerden geçmek zorunlu bir iştir.”
Daha sonra yazar, Avrupa ülkelerinden öğrenmenin önemli olduğunu belirtmektedir, Avrupa tarihinde millîyetçiliğin oynadığı olumlu kuruculuk rolünden bahsediyor ve şöyle diyordu: “…cümle milletlerin en parlak merhaleleri, işte bu ‘milletçilik’ denen dönemlerdir! Şimdi bütün dünyayı hayrette bırakan, bütün dünyada hüküm süren, o moşeşe [parlak], o muktedir, kendi bilimleri ve sanayisiyle zirvelere yükselmiş İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’yı bu azamete, bu ihtişama ulaştıran işte söz konusu milletçilik, işte o nasyonalizm dönemi oldu.[4]”
Ahmet Ağaoğlu diğer hususlarla birlikte, her millîyetçiliğin olumlu olmadığı fikrinde de ısrar etmekteydi. O Rusya’da Purişkeviç’in millîyetçiliği ile Turgenev’in millîyetçiliği arasında büyük fark olduğunu açıklıyordu. Ne var ki o sırada aşırı millîyetçilik Rusya’da azınlıklara karşı nefret püskürüyor, onları asimile etmeye çalışıyordu. Örneğin, Novoye Vremya (Yeniçağ) dergisinin yazarı Menşikov, Ermenileri, Bulgarları, Sırpları ve diğer azınlıkları dillerinden vazgeçmeye mecbur etmediği, onlara zorla İslâm’ı kabul ettirmediği, başka deyimle, onları asimile etmediği için Osmanlıya “aptal” diyordu. Ahmet Ağaoğlu Rus tarzı bu tür millîyetçiliği, modern terimle söylersek, şovenizmi reddediyordu.
Yazar, aynı makalede kendi milletinin ayıplarını, başka milletlerin olumlu özelliklerini saklamayı ihanet saymaktadır: “Hakiki milletçiler kendi milletini eleştirmekten, milletinin ayıplarını, kusurlarını göstermekten, milletinin hastalıklarını, dertlerini çıkarıp açıkça söylemekten çekinmemek bir tarafa, bunu yapmakta belki bir an bile gafil olmuyorlar. Ve ayrıca hakiki milletçiler başka milletlerin arasında var olan güzel nitelikleri, güzel adetler, güzel binaları kendi milleti için örnek kabul ederek milletini bu güzel şeyleri benimsemeye tahrik ve teşvik etmekten çekinmiyorlar.[5]”
Ahmet Ağaoğlu’nun, Hasan Bey Zerdabi’nin cenaze törenindeki (1907’nin başlarında) konuşması çok meşhurdur: “O dünyaya gidiyorsun. Orada ecdatlarımızdan sor: Neden bize böyle bir haraba vatan bıraktılar.”
Ahmet Ağaoğlu’nun “hakiki milletçilik” kavramında geçmişi idealleştirmek yoktur, tam tersine o, tarihi öğrenmenin ondan ders almak için lazım olduğunu belirtmektedir. Makalelerinden birinde şunları yazmaktadır: “Gelin açık ve samimi konuşalım. Ecdatlarımız bize neyi miras koyup gitmişlerdir? Onlara ne için saygı göstermeliyiz? Kendilerinin salaklıkları ve akılsızlıkları yüzünden kentleri, yağmalanmış köyleri terk edip gittikleri için mi, kendi ecdatlarının emeği ile yaratılmış bütün halinde dev teşekkülleri viran koydukları için mi? … Ecdatlarımıza ne için saygılı olmalıyız? Zorbalık karşısında korkup geri çekilme gelenekleri için mi, bizim güçlerimizi hala da etkisizleştiren, bizi yaşama yeteneğinden tamamen mahrum eden güçlülerin karşısında körü körüne, manasızca baş eğme huyunun nesilden nesle irsen geçmesi için mi?[6]”
Söz konusu dönemde tarihi sorgulamak, diğer millîyetçiler için de karakteristiktir. Genç gazeteci meslektaşı Üzeyir Hacıbeyli (1885-1948) deneyimli meslektaşı gibi, millî kusurların tarihi köklere dayandığına dikkat çekmekte, millî yaşama gerçekçi yaklaşmayı talep etmekteydi: “İçimizde olan muhtelif faktörler, kötü davranışlar, sonumuzu getirecek kadar bizi bizar eden kötü hareketlerin hepsi, seleflerimizin adetleri imişler ki, bugüne kadar içimizde devam edip, terakki ve tealimiz için büyük engellerdir. Eğer seleflerimizin işlerine doğru dikkat edersek, böyle bir neticeye geliriz ki, seleflerimiz bizi yok etmek, yeryüzünden götürmek istiyorlarmış.[7]”
Ahmet Ağaoğlu mezhep bölünmüşlüğü meselesine birkaç eserinde değinmiştir.
Bir mezhebin zorla tek devlet mezhebine dönüştürülmesi Türk dünyasını da fiilen ikiye böldüğünü vurguluyor. Bu bölünmüşlüğü gidermeye veya yumuşatmaya çalışan da Nadir Şah Avşar’ın (1688-1747) faaliyetleri Ağaoğlu’nun dikkatini çekmiş ve son yüzyılların tarihinde takdire değer olumlu gelişmelerden biri olarak değerlendirmiştir.
Ağaoğlu, Nadir Şah hakkında, “Bu suretle Türklüğün vahdetine büyük engel olan bir meseleyi eğitimsiz ve cahil bir Türk kaldırmak istediği halde İstanbul gibi nispeten aydın bir ortam bu teklifi reddetmek gibi ağır tarihi sorumluluğu üzerine alır” demiştir.[8] Ağaoğlu, Nadir Şah’ın malum teşebbüsü üzerinden hızlıca geçmiyor. Tekraren bu konuya dönerek şöyle yazıyor: “Halk çocuğu olan bu Türk, cehaletine ve okuryazar olmamasına rağmen, Türk birliğinin, Türk barışının değer ve önemini idrak etmiş ve bu bütünlüğü bozan Şiiliye karşı düşmanlık beslemiştir. Osmanlı Türkleri ile daima barış içinde olmayı gerekli görmüştür. O, Türklüğün hâkim olduğu diğer yerlerde de Türk sülalelerine hiç dokunmadı. Aksine yerlerinde tutmakla beraber onlarla akrabalık kurmaya çalıştı. Fakat ne çare ki, ne İstanbul, ne de Türkistan’daki kabile reisleri onu anlamadılar! [9]“
Ahmet Ağaoğlu, Türk hanedanları hakkında düşüncesini İran ve İnkılabı eserinde daha da genişletmiştir. Bu tamamlanmamış eser, muhtemelen 20. yılların başlarında yazılmış, ilk kez 1941 yılında oğlu Samet Ağaoğlu tarafından İstanbul’da basılmıştır.[10] Üzerinden 68 yıl geçtikten sonra bu değerli kitap Bakü’de de yayımlanmıştır.[11]
Eserde, Azerbaycan sorununun tarihini anlamak açısından burada aktarılan düşünceler anahtar rolü niteliğindedir. “İran’ı bin yıllardan beri yöneten, ona bazen evrensel bir kıymet kazandıran Türklerdir” diyen Ahmet Bey, haklı olarak “İran’ın son bin senelik tarihini gerçekte ve doğrudan doğruya Türk tarihinin bir bölümü” olarak görüyor.[12] İran coğrafyasına hükmetmiş Türk hanedanlarının davranışını analiz (ve eleştiri) eden müellif yazıyor ki: “…Türkler başka yerlerde gösterdikleri zayıflığı burada da göstermişlerdir. Fiilen ve maddeten hâkim oldukları halde manevi hâkimiyetlerini kurmakta kusur göstermişlerdir. Hükümet, ordu, ticaret, ziraat ve hatta edebiyat ellerinde iken kimliklerinin [millîyetlerinin] en canlı ve süreklilik taşıyan amili olan dilleri[ni] kabul ettirmemişler. Tersine, başkalarının dillerini devlet dili olarak kabul etmişler ve sahibi oldukları devlete Türk devleti dedirtmeye önem vermemişlerdir. Bu suretle devlet millîleşmek yeteneğini kaybetmiştir.[13]” Türk hanedanları Türk dilini kendi aralarında, sarayda, Türk kitleleri arasında kullanmışlardır. “Fakat resmi dil Farsça olduğu için ve okullarda, idarelerde, yazışma ve görüşmelerde yaygınlaştığı için devlet fiilen Türk olduğu halde, manen yabancı kalmıştır.” Yazarın sonraki düşünceleri çok ilginç, daha doğrusu metodolojik olarak büyük öneme sahiptir: böylece “Türk karşıtı [yabancı] ulusal akımlara elverişli kanallar bırakılmıştır. Nitekim bugün [1920’lerin başlarında] İran’da bu gibi kanalların kullanıldığını gözlemlemekteyiz.[14]”
Ahmet Ağaoğlu, bu durumun nedenlerini Türk hanedanlarının millî bilince sahip olmayıp, aşiret birliğine bağlı kalmalarıyla açıklıyor. Türk hanedanları döneminde Fars diline olan özel ilgi, Fars edebiyatını yükseltmiştir. Farsça düşünce ve edebi cereyanlar Türk hanedanları döneminde meydana çıkmıştır: “Doğu’nun tüm tarihi şunu ispatlıyor ki; eğer Türk sülalelerinde millî bilinç olsaydı, tüm bu akımlar Türkçe olacaktı ve bu suretle Türk kültürü millîleşerek tüm Doğu’ya hâkim olacaktı.“[15] Ahmet Bey, Ali Şir Nevai örneğinde “Türk lisanının böyle bir kültürü taşımak ve beslemek yeteneğine sahip” olduğunu kaydetmiştir. Ahmet Ağaoğlu’na göre, Türk hanedanlarının İran coğrafyasında kurduğu devletlerin genel özelliği şunlardır: 1. Devletin millîleşmemesi; 2. Devletin kabile konfederasyonu şeklinde kalması; 3. Devletin yabancı unsurların manevi ve bozucu etkisine maruz kalması.[16]
Ağaoğlu İran ve İnkılabı eserinin bir sonraki bölümlerinde Kacar Hanedanı döneminde İran’ın durumunu genel olarak ele almıştır. Ağaoğlu, “soyundan uzaklaşmış, manen ve fiziksel olarak yıpranmış olan Kacar sülalesinin hâkimiyeti kaybetmesini” doğal bir olay olarak görmüştür. Kacar hâkimiyetinin sona ermesi ile İran’da 1000 yıllık Türk hanedanları dönemine son verilmiştir. Rıza Pehlevi’nin iktidara getirilmesi ile İran, Fars ırkçı devletine dönüşmüştür.
1909 yılının ortalarında İstanbul’a gelen Ahmet Bey Ağayev, burada yetenek ve enerjisini kullanmak için uygun bir ortam buldu. O, milletvekilliğinin yanı sıra, aktif olarak Türkiye’nin ideolojik-siyasi hayatına dâhil olmuş; Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu dergisinin, daha sonra Türk Ocakları’nın, kurucularından biri olmuştur. İstanbul gazetelerinde düzenli olarak onlarca makalesi yayımlanan, gazetelerin birinde (Tercüman-i Hakikat) de editörlük yapan Ahmet Ağaoğlu (Ağayev), etkin örgütlenme dönemini yaşayan Türkçülüğün liderlerinden biri haline dönüşmüştür. Bu dönemde O, genel Türk tarihi ve çağdaş yaşamı hakkında bir takım kavramsal makaleler yazmıştır. Bunlardan halen Azerbaycan’da ve Türkiye’de az bilinen bir eseri örnek alalım; Türk Yurdu dergisinin sekiz sayısında (1, 2, 3, 5, 7, 10, 14, 18) basılan Türk Âlemi adlı geniş makalesi özellikle dikkat çekmektedir. Bu analitik eserde müellif, Türk dünyasındaki ayrılığın nedenlerini (mezhep farkı, siyasi bölünmüşlük ve ortama aşırı bağlılık, millî bilincin yokluğu) araştırmıştır.
Türk dünyasından bahseden Ahmet Ağaoğlu, eserinde İran Türkleri konusuna da temas etmiştir. Ağaoğlu, eserin bir bölümünde Türklerin İran tarihindeki rolü hakkında şöyle yazıyor: “Türk kadar temessüle (asimilasyon), şerait-i mühitiyyeye tabıyyet etmeğe meyyal [temayül gösteren] bir kavim yoktur. Türk, muhitinin esiridir; o kadar ki kendini, kendi şeref-i kavmiyyesini, haysiyyet-i tarihiyyesini, edebiyat, lisan ve hatta an’anat-i millîyesini bile unutuvermeye hazırdır; şu hakikati bütün tarihimiz bütün safahatı ile ispat ediyor: Türkler İran medeniyetinin amil ve sani’i [kurucusu] oldukları halde adat-i kavmiyye ve lisan-i millîlerini unutarak tüm kalpleri ile Fars adat ve lisanına kapıldılar. [17]“
Ahmet Ağaoğlu’nun en değerli eserlerinden biri, belki birincisi Üç Medeniyet’tir.[18] Eser 1919’da Malta sürgününde iken yazılmış, 1927’de kitap olarak basılmıştır. Eserde üç medeniyet (İslâm, Hıristiyanlık, Budda-Brahma) ele alınmış, karşılaştırmalı şekilde incelenmiştir. Yazar yeddi konuda – din, ahlak, fert, aile, cemiyet, devlet, hükümet – analizlerini yürütüyor ve sonuç olarak Batı (Hıristiyan) medeniyetinin diğerlerinin galip geldiğini ve İslâm dünyasının kurtuluşunun Batı medeniyetini olduğu gibi benimsemekten ibaret olduğunu iddia ediyor. Eser günümüz ideolojik tartışmalarla seslenir ve modern düşünceli Türkçüler için masaüstü sorgu kitabı niteliğinde bir kaynaktır.
Ahmet Ağaoğlu’nun din, mezhep meseleleri ile ilgili düşüncesi ilk olarak Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenci iken şekillenmiştir. Fransa, Ahmet Bey’in Sorbonne Üniversitesi’nde okuduğu dönemde, 1870-71 yılları arasındaki savaşın travmasını yaşamaktaydı. Kaybedilmiş topraklar ve ezilmiş gurur, başta aydın kesim olmak üzere toplumda millîyetçi duyguların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ahmet Ağayev, derslerine ciddiyetle yaklaşımı ve olağanüstü yeteneği ile hocalarının da dikkatini çekmiş ve Paris’in aydın salonlarında yer bulmasını sağlamıştı. O’nun hakkında ilginç araştırmalar yapan A. Holly Shissler’in tespitine göre, genç öğrenciye Paris hayatında Fransızlardan en çok üç kişi – Fars dili ve tarihi profesörü James Darmesteter, La Nouvelle Revue dergisi editörü Juliette Adam, ünlü filozof ve araştırmacı Ernest Renan- etkilemiştir.[19]
Özellikle Ernest Renan’ın dinler tarihi konusunda yazdığı eserler, genç Ahmet Bey’in dikkatini çekmiş, onun isyankâr ruhunu kışkırtmıştır. Renan, dinler tarihi konusunda yazdığı birçok eserde, Sami (Yahudi ve Araplar) ve Ari (Hint-Avrupalılar) ırklarının rolünü karşılaştırmış, Yahudi ve Arapları din tarihi açısından sert dille eleştirmiştir. O’na göre, İslâm ilerlemeyi önleyen, gelişmeye yer bırakmayan bir dindir.
Renan’ın dinler tarihini ve onun toplumdaki rolü ile ilgili tezlerini takdir eden Ahmet Bey, İslâm’ı savunmak için Farsların Hint-Avrupalı olması ve Şiiliğin Farslar için millî mezhep niteliği taşımasını çıkış noktası olarak kabul etmiştir. Ahmet Bey, şuna da dikkat çekiyor; bu dönemde Avrupa’da, özellikle Fransa’da, Fars tarihi ve kültürüne özel ilgi vardı. O dönem genç bir araştırmacı olan Ağayev, ortodoks İslâm’dan farklı olarak Şiiliğin gelişmeye eğilimli olduğunu ve sadece Farslara özgü bir mezhep olduğunu, hatta onun bir din olduğunu savunmuştur. Bu tezlerini savunma amacıyla La Société Persane (Fars toplumu) başlığı altında ve yedi bölümden oluşan La Nouvelle Revue dergisinin 1891 yılı sayılarında makalelerini yayınlamıştır.
Ahmet Bey, bir sonraki yıl diğer bir dergide Confession du Derviche (Dervişin tövbesi) başlıklı makalesini yayımlar. 1892 yılında ise oryantalistlerin XIX. Uluslararası Kongresi’nde Şiiliğin Mezdeki kökleri hakkında bir bildiri sunmuş, bu bildiri metninin basılmasına karar verilmiştir. Sorbonne Üniversitesi’nde eğitim aldığı dönemde, Ortadoğu hakkında basılı iki kitabı yorumlar; ayrıca Tiflis’te yayımlanan Rus dilli Kavkaz gazetesine makaleler gönderir.[20]
Daha sonralar Türkçülük düşüncesinin tanınmış isimlerinden biri olarak ün kazanan Ahmet Bey’in Paris yazılarında, “kendini doğma kültürü hakkında yazan Fars gibi sunması” Amerikalı araştırmacı A. Holly Shissler’in de dikkatini çekmiştir. Araştırmacı, genç Ahmet Bey’deki kimlik sorununu iki olası nedenle anlatıyor. Birincisi, dini-emperyal kimlikle (Rusya Müslümanı) Petersburg’u terk etmiş Ahmet Bey’in, yetiştiği Kafkas ortamı Fars kültürünün güçlü olduğu yer idi; bu kültürün özünde Şiilik hâkimdi. İkincisi ise Orta Doğu’dan gelerek bir Batı başkentinin akademik ortamlarına giren bir insanın, kendisini Ari ırkına mensup olarak göstermesi belli değer ifade edebilirdi.
Altı yıl sonra, Sorbonne Üniversitesinin Doğu dilleri ve hukuk diplomaları ile vatana dönen Ahmet Bey, yol üstü, dört ay İstanbul’da kalmıştır. Burada Osmanlı’nın bir dizi görkemli aydını ve devlet adamı ile görüşmüştür. İstanbul’da bulunan Şeyh Cemalettin Afgani ile yeniden bir araya gelmiş, siyasi-ideolojik meseleleri tartışmıştır. Eski dostu Ali Bey Hüseyinzade onu İstanbul’da İttihat ve Terakki Komitesi’nin lider kadrosu ile tanıştırmıştır. Bu görüşmeler ve uzun tartışmalar, Ahmet Beyin bakış açısının değişmesinde önemli rol oynamıştır.
Bir süre Tiflis Lisesinde öğretmen olarak çalışıp mahalli/yerel gazetelerde makaleler yazdıktan sonra, Meşrig (Doğu) adlı Türkçe bir gazete yayımlamak için müracaatta bulunmuştur. Ancak dönemin hükümeti bu müracaata ret cevap vermiştir; çünkü “dönemin hükümeti Rus unsurundan olmayan Müslümanların böyle bir araç sahibi olmalarına izin vermiyordu.[21]” Ağaoğlu bu dönemde (1901) İslâm’a Göre ve İslâm Dünyasında Kadın, İslâm ve Molla adlı eserlerini kaleme alıyor. Bu eserlerin asıl konuları İslâm’da reformun gerekliliği, İslâmiyet’in cahil mollaların inhisarından kurtarılması ve günün ihtiyaçlarına uyarlanması, Sünni-Şii ihtilaflarına son verilmesi, kadına hak ettiği yerin verilmesi ve alfabe meseleleridir.[22] Bu dönemde Ahmet Ağaoğlu, Şiiliği artık tek taraflı övmüyor ve Fars kültürünü diğer etnik kültürlerden üstün görmüyordu. Hatta “Türk kadınını aşağılayarak Türk hayatiyet ve kültürünün gelişmesi ve ilerlemesine engel olan gücün de eski ve çürük İran kültürü” olduğunu ifade ediyor.[23] A. Holly Shissler de bu dönemde O’nun “kimlik problemi”nde değişiklik olduğunu tespit etmiştir.[24]
Ahmet Bey, bu gibi konularda yazılan kitap ve makaleler hakkında kendi düşüncelerini ifade etmiş ve müelliflerle tartışmaya girmiştir. Kaspi gazetesinin 1899 yılı 16 Mart tarihli sayısında, geleceğin ünlü oryantalist âlimi gibi tanınacak olan Krımski’nin Müslümanlık ve Geleceği başlıklı küçük kitabı Ahmet Bey Ağayev’in sert eleştirisine hedef olmuştur. Kitabın temel hükümlerine katılmayan Ahmet Bey, Farsların, İslâm tarihinde oynadığı rol ile ilgili makul ve ilginç fikirler ileri sürmüştür. Makalenin yazarına göre, “galipleri etkisi altına alma” yeteneğine sahip olan Fars etniği, “İslâm’ın özünü tahrif eden çeşitli mezhep ve tarikatlar yarattı.” Ahmet Bey kısa bir süre sonra, Muharrem başlıklı uzun makalesinde Farsların İslâm tarihindeki rolünü tekrar ele almıştır. O, Farsların Abbasi hilafetindeki etkisinin arttığını ve yüksek statüler elde ettiğini izah etmiştir. Ona göre, “… Farslar İslâm’ın kalbini kemirmiş ve her yıl yeni tarikatlar kurmuşlardır. Nezaketten ve kolay olduğu için bu tarikatlara dini kılıf giydirmişlerdir; ama [bu tarikatların] mahiyeti tamamen siyasidir; böylece Zeydiler, İsmaililer, Bettaniler, Kermetiler ve sayısız mezhepler ortaya çıkmıştır.
Ahmet Bey’in hilafet üzerinde İran’ın siyasi kayyumluğu olarak adlandırdığı bu dönem, putperest Moğolların saldırıları ve sonraki dönemlerde yaşanan siyasi olaylarla sona ermiştir. “Bu tür uygunsuz koşullarda bile Fars Müslümanları ulusal bağımsızlık ve onun gerçekleşmesi uğrundaki mücadeleyi daha büyük azim ve inatla sürdürmüşlerdir.” O’na göre, bu mücadele “Safevi hanedanı başta olmak üzere ayrı bir devletin kurulması ile başarıya ulaşmıştır. Safeviler ‘seyit’, yani Hüseyin’in soyundan idiler. Onlar Şiiliği, yani Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve onların takipçilerinin kültünü Farsların millî dini olarak ilan ettiler. Bu dini, örtbas ederek Farsların kalbini mümkün olduğu kadar ona bağlamak için hiçbir araçtan çekinmediler.[25]”
Ahmet Ağayev’in Bizim milletçiler başlıklı makalesi, O’nun Paris döneminin yanlış düşüncelerinden tamamen uzaklaştığını göstermektedir. O, İran’ın İslâm tarihindeki rolü hakkında ilginç fikirler ileri sürmüştür. Ahmet Bey’e göre, “kendi özgünlüğünü ve kendi dilini muhafaza etmeyi” başaran bir ülke olarak İran, “İslâm’ı kendi yorumuna veyahut manevi ihtiyaçlarına uygun bir şekilde değiştirmiş ve Arapçılığa karşı öylesine direnç ve karşı duruş göstermiştir ki İslâmiyet hala kendini bulamamıştır. İslâm’a tüm mezhepler, tüm ayrılıklar, tüm zorlamalar, subversiv [bozucu] teoriler İran’dan geldi ve sadece ‘asimilyatora’ [Araplara] karşı bitmez tükenmez nefretle telkin edildi. İran, bu nefreti örtbas ederek, bazen onu gizleyerek, sabırla kendi dönemini bekledi.”
Ahmet Ağaoğlu baha biçilmez bir zenginlik yaratmıştır. Kendi ifadesiyle, “hayatı boyunca yazdığı makalelerin hepsi bir araya toplansa, Bakü’den İstanbul’a kadar uzun bir yol yapılabilir.” Eserlerinin tamamı ne Azerbaycan’da ne de Türkiye’de basıldı. Adının Azerbaycan’da ve Türkiye’de gerektiği kadar anımsanmaması, O’nun bilimsel-ideolojik mirasını halen benimseyemediğimizin göstergesidir.
[1] Fәrhad Ağayev, ‘Hansı әqidәdә olmalıyız’, İrşad, 14.08.1906, № 191, s. 3.
[2] Harun,’Nasyonalizm’, İrşad, 08.09.1906, № 211, s. 2-3.
[3] Ferhad Ağayev, ‘Hansı mümkündür?, İrşad, 11.09.1906, № 213, s. 2; Ek olarak bkz: Fәrhad Ağayev,’Nasyonalizm vә Bakı gәzetәlәri’, İrşad, 27.09.1906, № 227, s. 2.
[4] Әhmәd bәy Ağayev,’Millәt vә millәtçilik’, Tәrәqqi, 22 Ocak 1909, № 16, s. 2.
[5]A.g.e, 26 Ocak 1909, № 19, s. 2.
[6]Каспий, 18 января 1905, № 13; Makalenin çevirisi için bkz: Azәrbaycan publisistikası antologiyası, Bakı: Şәrq- Qәrb, 2007, s. 304.
[7] Üzeyir, ‘Gələcəgi unutmiyalım’, İrşad, 04.07.1906, N 156, s. 1.
[8] A.g.e., s. 63.
[9] A.g.e., s. 65.
[10] Ahmed Ağaoğlu, İran ve İnkılabı, Ankara, 1941.
[11] Əhməd Ağaoğlu, İran və inqilabı, Azərbaycan Türkçəsinə uyğunlaşdıranı Almaz Həsənqızı, Bakı: Azərnəşr, 2009.
[12] A.g.e., s. 27-28.
[13] A.g.e., s. 28.
[14] A.g.e.,
[15] A.g.e., s. 29.
[16] A.g.e., s. 30.
[17] Ahmed Agayef, ‘Türk alemi-1’, Türk Yurdu, sayı 1, yıl 1, 30 Kasım 1911, s. 16-17.
[18] Ahmet Ağağoğlu, Üç Medeniyet, İstanbul: Doğu Kitabevi, 2013, 112 s.
[19] A. Holly Shissler, Between Two Empires. Ahmet Ağaoğlu and the New Turkey, London & New York: I.B. Tauris Publishers, 2002, p. 64-81.
[20] A.g.e., s. 66
[21] Şamil Qurbanov, Cəmaleddin Əfqani və Türk Dünyası, Bakı: Azərbaycan Dövlət Nəşriyyatı, 1996, s. 98.
[22] Ахмед- бек Агаев, Женщина по исламу и в исламе, Тифлис, 1901, с.1-59; Yusuf Akçura, Türkçülük. Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İstanbul: Türk Kültür Yayını, s.201-204; Azərbaycan publisistikası antologiyası, Bakı: Şərq-Qərb, 2007, s. 267-301.
[23] Yusuf Akçura, Türkçülük. Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, s. 204.
[24] A. Holly Shissler, Between Two Empires. Ahmet Ağaoğlu and the New Turkey, p.119-120.
[25] Kaспий, 8 Mayıs 1899, N 96.