Yükleniyor...
2019 yılının son aylarında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan Korona tipi ama mutasyona uğrayan, yayılma hızı çok yüksek bir virüs, kısa zamanda tüm dünyayı etkisi altına aldı. Böylelikle uzun zamandır dünya gündemini meşgul eden küreselleşme sayesinde ulus devletlerin çökeceği fikri, bir anda tepetaklak oldu. Böylece tarihinin ciddi bir sınavını veren ulus devletler konusu, yeniden popüler bir tartışma hâline geldi. Bu da demek oluyor ki tarih başvurulacak son merci değil. Zira zaman, sürekli bir insandan diğerine elim sende oynuyor izlenimi vermekte; bunu bir toplumdan diğerine diye de okuyabiliriz. Bu da bizi, varoluşçuluk teorisyeni diye bildiğimiz Karl T. Jasper’in dediği yere; tarihi tanrılaştırmamak gerektiği, onun bir mahkeme salonu olmadığı kabulüne çıkarıyor [1].
Tarih, hayat, ilâhî kudret… Adına ne derseniz deyin, dün süper güç diye bildiğimiz devletler bugün tartışılabilir konuma geliyorsa ya da tam tersi oluyorsa Jasper çok da haksız sayılmaz gibi…
Bu genel bakış açısının içinden bizim seçtiğimiz örnek, başta da belirtildiği gibi ulus devletler. Bir yazı dizisi niyetiyle başladığımız bu satırlar, gerçekten de o derinliğe ulaşır mı bilinmez ama ulus devlete gidiş yolundaki ilk adımı, kültür konusuna değinerek atacağız. Ancak en başta, devam yazılarında daha da detaylandırarak bolca bahsedeceğimiz, ulus devlet kavramı için kısa bir parantez açarak başlamak, her şeyin yerli yerine oturması açısından kaçınılmaz görünmektedir.
Bilindiği gibi Siyaset Bilimi ve Sosyoloji gibi alanlar, sosyal bilimlerin ilgi sahasına girmektedir. Sosyal bilimler ise Matematik gibi sayılarla uğraşan bilim sahalarındaki şekliyle; sınırları belli, net ve tartışmasız sonuçlara sahip bir alan değildir. Burada kavramlar soyut nitelikler taşımaktadır ve hemen her şey yorumlanabilir, dahası sorgulanabilirdir. Bu sebeple kullanılan kavramlardan kasıtlar, dikkatle düşünülmeli ve öyle kullanılmalıdır.
Ulus devlet dediğimiz kavram da böyledir. Kimilerince millî devlet ile aynı anlamda kabul edilse de ulus devleti, millî devletten ayıran bir nüans vardır. Millî devlet dediğimizde zihnimizde canlanması gereken başat argüman, güçlü toplumsal bağdır. Buna İbn-i Haldun “asabiye” diyor. Millî devleti de bu temel üzerinde konumlandırıyor. Yani bu güçlü bağ ile birbirine tutunmuş kişilerden teşekkül, aynı şekilde tasarlanmış, aynı bağ doğrultusunda korunan ya da yüceltilen bir devlet, millî devlettir. Haldun bu bağı, bir soy birliğine bağlamaktadır; sonrasındaki devamlılık içinse bunun yeterli olmadığını söyler ve bir de müktesep (sebep) asabiyetini ekler [2]. Atsız [3]’ın “Türk, Türk ırkından gelenlerle Türk ırkından gelmiş kadar kendini Türk hissedenlere denir” sözü ve Ercilasun [4]’un tanımındaki: “Bir kişinin Türk olması için üç özellik vardır. Bunlar, soy, dil ve dindir. Bunlardan en az ikisinin varlığı, kişinin Türk olması için yeterlidir.” ifadeleri de Haldun’u destekler niteliktedir.
Üç örnekte de görüldüğü gibi birinci unsur soy unsurudur. İşte bu tanımlardan hareket ederek kurulan ve devamlılığı sağlanan devlet de millî devlettir. En açık şekliyle, devlet için kan dökmek gerektiğinde ve bahsedilen asabiye duygusuna sahip olmayanların kaçıp gittiği bir ortamda, gözünü kırpmadan kanını dökecek kişiler bulabilen devlet, millî devlettir. Bu sebeple Osmanlı için millî devlettir denilebilir ama ulus devlet denilemez.
Ulus devlet, Hocaoğlu’na göre millî devletin rafine halidir. O, ulus devleti, tartışmasız, vazgeçilmez görmez ama varlığı devam ettiği müddetçe, ona bağlılığı azami seviyede tutmak gerektiğini savunur [5]. Tartışma ve vazgeçme hususunu açmak gerekirse; ulus devlet yıkılmaz, parçalanmaz mutlak bir yapıda değildir. Çünkü o, tarihin belli bir döneminde kendine yer bulur. Bu sebeple bir anlamda, geçmişe takılı kalmak meseleye romantik yaklaşmaktan ibarettir. Dolayısıyla bir ulus devlet yıkılma durumuyla karşılaştığında, paniklemek yersizdir. Zira günün birinde, yine tarihin belli bir zamanında tekrar ortaya çıkma, belki çok daha güçlü bir formda ortaya çıkma imkânı vardır. Çünkü esas olan, milletin varlığıdır. Bu sebeple denilebilir ki ulus devletler, millî devletlerin özel bir formudur ve onun içinden çıkmıştır. Haliyle siyasi açıdan örselenmeye daha müsait bir kavramdır.
Sosyal bilimlerde de ulus devlet kavramı, benzer şekilde, ortak bir tanımlamaya sahip değildir. Bunun sebepleri arasında; kavramın, dünya üzerindeki diğer örneklerinde farklı tecrübeler sonucu ortaya çıkması gösterilebileceği gibi meseleye ideolojik yaklaşarak, çeşitli ekoller oluşturan bilim insanlarının bakış açıları da sayılabilir.
Leca’dan Gellner’e; Anderson’dan Hobsbawm’a; Weber’den Smith’e kadar pek çok siyaset bilimci ve sosyolog, ulus devlet kavramı konusunda iki ekole ayrılmışlardır. Bir kısmı uluslaşmayı hayalî bir düzlemde değerlendirip ütopik bir cemaat şeklinde konumlandırırken; diğer bir kısmı da onu, tarih geleneği ve bütünlüğü çerçevesinde değerlendirip modernite ile bağdaştırarak tanımlamayı tercih eder [6].
Ulus devleti, Ortaçağ devletlerinin farklı tarzlardaki yönetim şekillerinden ayıran; onun merkeziyetçi tavrıdır. Bu merkeziyetçiliğin içinde, yasama-yürütme ve yargı işlevleri tek bir hükümette toplanmaktadır; bireyler, vatandaşlık anlayışı ile devlet önünde eşittir ve siyasal ortama katkı sunma hakkına sahiptir.
Ulus devletin meşruiyet kaynağı millet (nation)tir. Basitçe ulus devlet; tarihi bütünlük içinde yaşayan bir milletin, kurumsallaşma sürecini tamamlamış, modern bir siyasi yapısı olarak tanımlanabilir. Giddens’in bakış açısıyla ulus devlet, modern devletin bir aşaması olarak görülebilir [6,7]. Daha profesyonel bir tanımlama yapılmak istenirse; ulus devlet için sınırları belirlenmiş bir toprak parçası içinde, yönettiği halkı kültür, değer, simge, mit, gelenek gibi bilinç öğeleri etrafında birleştirerek aynılaştıran, belli yasalar çerçevesinde güç kullanma yetkisi de bulunan modern bir devlet oluşumudur denilebilir. Ulus devlette, yönetimi altındaki her birey, anayasal bağlarla çerçevelenen devletin, eşit bir yurttaşı şeklinde değerlendirilir. Bu anlamda yerel bağlardan soyutlanma söz konusudur; birey, devletin egemenliğini tanımladığı ulusun bir parçasıdır ve din, dil, etnisite gibi ayrımlardan bağımsızdır.
İnsan tek başına yaşayabilen bir varlık değildir. Doğumundan ölümüne kadar ancak başkaları ile sosyal etkileşim içinde varlığını sürdürebilir. Bu sebeptendir ki insana sosyal varlık denilmektedir.
Kültür ise bir yaradılış özelliği değildir. Bununla birlikte bireyden bağımsız da değildir. Bireyin de varlığını kapsayan, ortak yaşam formundaki diğer bireylerle etkileşimler süresince, zamanla kazanılan anlamlandırılmış değerler bütünü şeklinde tanımlanabilir. Yani kültür, aynı sosyal yaşantıyı birlikte tecrübe eden kişilerin oluşturduğu ve zaman içinde çeşitli aktarımlarla, nesillerin içşelleştirdiği bir olgudur ve sonradan öğrenilir.
Ortak yaşam formunda, sosyal bir şekilde yaşayan insan topluluğu, bu ortaklıkta herhangi bir karmaşıklığın meydana gelmemesi için belli bir düzene ve kurallara ihtiyaç duymaktadır. İşte nesiller boyu aktarılan bu değerlerin bir araya gelişi; tarihten geleneğe, ahlâktan diğer ilkelere kadar tüm ortak bilinç ve anlam dünyasını şekillendirerek kültürü meydana getirir ve böylece o topluluğun milletleşme sürecine en önemli katkıyı sağlar.
18. yüzyıl aydınlanma hareketiyle birlikte, toplumların sosyal ve siyasi bilinçlerinde de dönüşümler yaşanmaya başlandı. Kültür konusu da bunun gibi ele alınması gereken bir konudur. Kültüre, ekilmemiş bir tarlanın ekime hazırlanması gibi metaforik bir anlam katarsak; buradan insan bilincini yetiştirmek, toplum şuurunu beslemek gibi bir sonuca varabiliriz. Bu açıdan millî kültür de bir milletin gün yüzüne çıkmayı bekleyen yetilerini geliştirecek hazırlıkların bütünüdür [8].
Alman ekolünde kültür ile medeniyet aynı anlamda kullanılmış ve Fransız ekolünde ikisi arasındaki ayrımda bile bir uzlaşı sağlanmıştır. Biz Türklerde ise kültür ile medeniyet, tepeden bakıldığında, birbirinden bağımsız kavramlarmış algısı yaratmaktadır. Kültür denildiğinde bizde anlaşılan şey; milletin ortaya çıkardığı dil, sanat, felsefe, gelenek, âdet ile bunlar çerçevesinde üretilen ürünlerdir. Oysa medeniyet ve kültür kesin hatlarla birbirinden ayrılacak kavramlar değildir.
Ülken, “medeniyetlerin gelişmesinde teknik vasıtalarının muayyen bir seviyesinde ancak onunla ilgili ve muayyen derecede bir kültürden bahsedilebilir” der [8]. Yaşanılan ortamın topluma sunduğu imkânlar; dilden mimariye, örf ve âdetten müziğe kadar tüm öğelerde kendini hissettirerek toplumların kültürlerinin oluşmasına imkân tanır ve millî kültürlerin birbirinden farklılık göstermesinin temel sebebi de budur. Buna rağmen ta ilk çağlardan itibaren kültürler arası etkileşimden söz etmek mümkündür. Mısırlıların, Fenikelilerin, Yunanlıların ve Romalıların, birbirlerinin hocası olması buna bir örnektir. Bin yıllar sürse de örneğin bir tarım bilgisinin başka bir coğrafyaya taşınması da bu etkileşimin bir sonucudur.
Medeniyetin gelişimi, insanoğlunun yaptığı keşiflerle sağlanır. Ateşin icadından yazının keşfine; matbaanın icadından buharın keşfine; telefonun icadından medyanın bulunuşuna kadar her şey, kültürler arası etkileşimi de geliştirmiştir. Bu sebeple, yalnızca kendi kültürüne sıkı bir skolastik tavırla bağlı kalmak; bir milleti, tarih sahnesinin harlı ateşinde eriyip yok olmaya mahkûm eder. Bununla birlikte yapılan keşiflerin tamamı, zamanla logaritmik bir ilişki içindedir. Yani, ateşin icadı ile buharın icadı arasında aşağı yukarı 500-600 bin yıl varken, buharın icadı ile medyanın(internetin) icadı arasında 200-300 yıl vardır. Bu da önümüze şöyle bir hipotezi koyuyor: 18. yüzyılda modernitenin bulunuşu ve devamındaki uygulama biçimi ile insanların önceki birikimleri ve günün şartlarına göre şekillenen ihtiyaçları arasında da pozitif yönlü bir korelasyon vardır. Fakat bu, toplumların kültürlerinden tamamen kopmalarını gerektirmez. Öksüz’ün “Ortak Yüksek kültür” isimli makalesinde yer verdiği Faulkner’in Ses ve Öfke kitabının aslında 16. yy. yazarı Shakespeare’in Macbeth’ine; Yahya Kemal’in Açık Deniz’inde Baki’nin Kanunî mersiyesine gönderme olduğu örneklerine değinirsek; aslında aradan geçen yüzyılların, medeniyetin geliştiği bir ortamda kültürden bir şey kaybettirmediğini açıkça gözler önüne sunar [9]. Kültür ve medeniyeti birbirinden koparmak, biri diğerini örseler mantığıyla yaklaşmak, meselenin kavranmasında bizi yanılgıya düşürür.
Oysa kültür ve medeniyet, basitten komplekse bir gelişimle birbirini tamamlayarak nitelik ve niceliğin artışına imkân tanıyan bilinç öğeleridir. Biri milletin fertleri arasında ortak değerler oluştururken, diğeri de milletlerin birbiri ile etkileşiminin olumlanması hususunda katkı sunar. Bir millet ne kadar yüksek millî kültüre sahipse, medeniyetin gelişimine katkısı da aynı oranda yüksek olacaktır.
Başta da değinildiği gibi kültür, insanların kendini ait hissettiği toplumun sosyolojik ve tarih bütünlüğü içindeki yaşantısıyla ve tabiî ki bu yaşantının gelişerek ilerleyişiyle eşgüdüm halindedir. İnsanlığın toplumsal gelişimi ve belki de yer yer dönüşümü, kültürün de bu değişim ve dönüşümlerden nasibini almasına sebep olmaktadır.
Sanayi Devrimi ile eşzamanlı gerçekleşen zihin devrimi, kültürün de hassasiyetle ele alınması gereken bir konu olduğunu gözler önüne serdi. Bilginin doğuşu, yayılışı ile birlikte toplumların da modernleşme sürecine girmesi, sosyoekonomik farklılaşmaların yaşanmasına sebep oldu. Kültür de toplumların karakterlerini belirleyen ana etkilerden biri olduğu için böylesi bir ortamda, vazgeçilmez bir tema olarak kendisine yer buldu.
Diğer taraftan ulus devletler çağına girilmesiyle kültür, elbette ki siyasî fikirlerin de odak noktası hâline geldi. Özellikle milliyetçi fikir sistemi bu çağda kültürü tüm boyutlarıyla ele almıştır [10].
Ulus Devlet olgusu her ne kadar bir batı mirası olarak algınabilirse de esasen insan aklının gelişiminin bir ürünü şeklinde okunmalıdır. Bu ürünün ortaya çıkışında sosyoekonomik ihtiyaçların etkisinin yanında, insanın zihin dünyasını geliştirmesinin ışığında, kendi kültür dünyasının değerlerini muhafaza etme isteği de doğal olarak etkilidir.
Dünyanın küreselleşme çabası içinde bir varlık-yokluk mücadelesi vermeye başlayan ulus devletler için esas sorun, ekonomi gibi yapıyı ilgilendiren problemlerden ziyade buradaki (ulus) devleti, bilinç bakımından etkileyen millî kültürün korunması sorunudur. Çünkü millî kültür, bir milletin (ulusun) “kendisi olarak var olması” ile doğrudan ilgilidir [11].
Gelişen dünyada bireyin kendi ihtiyaçları, yaşam şartlarının iyileştirilmesi isteği gibi konular ve mensubu olduğu devletin bu isteklere yeterli cevap verip verememesi, kişinin devletine karşı bağlılık bilincini etkiler. İşte bir devlet, başat görevleri arasında yer alan vatandaşının yaşam şartlarını çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmayı başarıp başaramadığı ölçüde ulus devlet olarak da varlığını koruyup koruyamayacağı sorgulamasını yapabilir. Çünkü ulus devlette; devlet, artık milletleşme sürecini tamamlamış, ortak kültürün birleştirici özelliği üzerine bir bilinç oluşturmuş, milleti ve onun millî kültürünü meşruiyet kaynağı gören bir yapıya sahiptir. Kendisini, bu bilinç üzerine konumlanmış, yönettiği toplum için en uygun siyasî örgütlenme şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlamda ulus devlet, vatandaşıyla ilişkisini belirlemede, diğer devlet yapılarından farklı bir yaklaşım sergilemelidir.
??????????????????????????????
Sonuç olarak ulus devlet, ülkesini bir imparatorluk zihniyetiyle yönetemez. Çünkü orada bütün kültürel yapılarla beraber, eşit yaşama bilinci varken; ulus devlet varlığını ortak kültürel birikim üzerine şekillendirir ve bu sayede; dünyayı okumasında, köktenci bir sorumluluk bilinci ile hareket eder. Bünyesinde diğer kültürlerin yerel manâda yaşamasına saygı duyar ancak politika geliştirirken kendi kültür temellerini esas alarak hareket eder. Çünkü ulus devlet; politikalarını günlük değil, geleceği düşünerek belirler. Aksi hâlde, varlığı tehdit altına girer ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir.
Bu anlamda ulus devletlerin ilk önce koruması gereken unsur, kendi siyasî varlığını şekillendirdiği, ortak kültür bilincidir. Bu, onun diğer ulus devletler veya farklı devlet yapıları arasındaki, konumunu sağlamlaştırmasını sağlarken aynı zamanda da dengeli tutum sergilemesine imkân tanır. Mensubiyeti altındaki bireylerin, bağlılık bilincinin geliştirilmesinde kullanacağı argümanların da toplumla çelişmemesi, daha da önemlisi yapaylık içermemesi gerekmektedir.
Bir ulus devlet yönetiminin, sunî kutsallar üretip bunu da topluma dayatması, yarıştığı koskoca bir dünya içinde ona sadece zafiyet kazandırır. Sağlam bir aidiyet bilincini sağlayabilmek için yapması gereken şey; içinden çıktığı milletin ortak kültür miraslarını, tarihi açıdan bütüncül şekilde ele almak, korumak ve bu mirasın gelişiminde etkin rol oynamaktır. Başka kültürlerin, “senin asıl kodların budur!” dayatması ile sunulduğu toplumlarda, kendi toplumuna yabancılaşma sorunun yanında, bireylerin vatandaşlık bilinçlerinde de ciddi zedelenmeler meydana gelir. Çünkü kişiler, dayatılan “kutsalların” kendine uygunluğunu zihin dünyalarında anlamlandıramaz, dolayısıyla da onaylamaz.
Bir devlet, tutarlı ve sağlam bir ulus devlet yapısını ancak tarihinin tamamını kucaklayarak, oradan miras kalan ortak değer dünyasını içselleştirip geliştirerek devam ettirebilir. Aksi durumda, yapılan tüm “itibar israfları” ve “gösterişli safsata ritüelleri” tabir-i caizse deniz kumundan yapılmış bir bina gibi ilk sallantıda çöker. Böyle bir durumun yaşanmaması için milletin aydın ve entelektüellerinin behemehâl ve derhal görev başına geçmeleri, yöneticilerin de bu yüksek bilinç düzeyine erişmeleri gerekmektedir.