Yarım asırdan da öte…

Sadi Bey, millî konularda ve milletin menfaatleri hususunda farkındalık yaratmaya uğraşıyordu. Millî Düşünce Merkezini kurdu ve kısa zamanda onu bugünkü haline getirdi, emeğiyle sabrıyla oya gibi işledi âdeta…


Paylaşın:

Somuncuoğlu ailesiyle tanışıklığımız yarım asırdan öncesine gider. Üniversite yıllarındayız. Muhtemelen dördüncü sınıfta… Bir gün Bican’la Beyazıt Meydanı’nda dolaşıyoruz. İlerde bir genç adam durmuş, gülerek bize bakıyor, Bican yaklaştı, beni tanıştırdı. Bu Abdurrahman Çelik’ti. Ben onu gıyaben tanıyordum. Atsız amca onlardan sık sık bahsederdi. Abdurrahman Çelik güvenilir Türkçülerdendi. Nevin Çelik’le evliydi. O sıralar ikisi de Anadolu’da görev yapıyor, görev yerleri sık sık değişiyordu. Atsız amca ikisinden de övgü ile söz ederdi (Atsız amca pek az insanı beğenirdi, onun için ben de bu isimlere mim koymuştum. Gerçi o zamanlar Türkçü gençler bir elin parmaklarıyla ifade edilecek kadar azdılar). Nevin öğretmendi, Abdurrahman serbest çalışıyor, ticaretle uğraşıyordu.

Abdurrahman’la tanıştığımız yıllarda Sadi Somuncuoğlu’nu da ismen biliyordum. Daha sonra Ankara’daki faaliyetlerini, 1969’dan itibaren Devlet dergisi etrafındaki çalışmalarını, mücadelelerini biliyor, uzaktan takip ediyordum. Bican da hep anlatıyordu. O yıllarda biz Erzurum’daydık.

1971 Eylülü… Ankara’ya gelmiştik. Bu ilk günlerde, henüz eve bile tam yerleşmediğimiz bir sırada, Bican bir gün elinde bir düğün davetiyesi ile geldi. “Sadi Somuncuoğlu evleniyor, dedi. Hem de kiminle biliyor musun? Hani o Beyazıt Meydanında karşılaştığımız Abdurrahman vardı ya, onun kardeşi Mübeccel’le…” Çok sevinmiştim, gıyaben çok iyi bildiğim insanlarla artık yüz yüze de tanışacak, görüşecektim. Düğün Cebeci taraflarında bir salondaydı.

1977… Amerika’dan dönmüş, Bahçeli’de bir ev alarak oraya yerleşmiştik. Evimiz 20. sokaktaydı. Yani bugünkü Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün bir sokak öncesinde… Bir de baktım ki Mübecceller 7. caddenin paralelindeki sokağa taşınmışlar. İşte asıl dostluğumuz o zaman başladı ve hiç kesilmeden devam etti. Ben gündüzleri boş vakit bulduğum zaman ona giderdim. Sık sık akşamları toplanırdık. Bu toplantılar yemekli olurdu ve evlerimizde yapılırdı. Işınsu’da, Mübeccel’de, bizde… Çocuklarımız beraber oynarlardı. Onlar beraber büyüdüler, biz beraber yaşlandık. Koca bir ömrü birlikte geçirdik. Birlikte güldük sevindik coştuk, birlikte ağladık, isyan ettik haksızlıklara…

Mübeccel harika bir dosttu. Sadi Bey de öyle… Her zaman soğukkanlı, sabırlı, temkinli, oldukça ciddi görünümünün altında duyarlı, saygılı, ağırbaşlı, herkese karşı mesafeli, ölçülü, her yaştan insana özellikle çocuklara karşı sevgi dolu, kimseyi kırmayan (hayatı boyunca kimseyi kırmadığına inandığım), kimseyi incitmeyen, davranışlarıyla çevresinde sevgi ve saygı uyandıran bir insan, yakın bir dost oldu bizim için… Herkes için de öyleydi. Onun bu kadar yıl içinde bir kere sesini yükselttiğini duymadım, görmedim, şahit olmadım. Hep ölçülü, hep mesafeli, ama bir o kadar da düşüncelerinden inançlarından asla taviz vermeyen, prensiplerinden şaşmayan sağlam şahsiyetli bir mizaç… Bu sağlam şahsiyet hiç değişmedi. O, Devlet dergisini çıkardı, siyasete atıldı, milletvekili oldu, bakan oldu birkaç defa, hapse atıldı, işsiz kaldı, hep aynı idi. Sakin, ölçülü, mesafeli… Etrafına bakışı da, insanlarla münasebeti de öyle…

Nihayet 12 Eylül 1980 İhtilali… 1969 yılında başlayan, gittikçe tırmanan, toplumun asabını bozan cinayetler artık durmuştu ama bir başka trajedi başlamıştı. En yakınlarımız suçlanıyor, en ağır cezalarla yargılanıyorlardı. Bütün bunların suçlusu, sorumlusu karıncayı incitmeyeceğinden emin olduğum, nazik, sevecen, duyarlı Abdurrahman Çelik ile Sadi beyler olamazlardı. Bu ne trajik bir durumdu. Böyle suçlanmak, itham edilmek ne acı, ne küçültücü, yüz karası bir durumdu. Ama herhalde bu yüz karası, suçlananlara değil, suçlayanlara ve onlar gibi düşünenlere aitti ve herhalde onların da böyle düşünmek ve düşündürmek için gizli bir hesapları vardı. Bu gizli hesabın asıl amacı, devleti çökertmek ve Türk milletini zayıflatmak olmalıydı.

Mübeccel yalnızdı, Nevin yalnızdı. Sadi Bey de, Abdurrahman da tutukluydular. Ne zaman çıkacakları da belirsizdi. Nevin hamileydi. Doğumu yaklaşmıştı. Kısa bir müddet sonra doğum oldu. Dünyaya bir değil iki bebek gelmişti. Bilge ve İlay… O günün şartlarında hazırlık yapmaya fırsat kalmamış, başlangıçta bebekler başlı ayaklı yatırılmışlardı bebek karyolasına… Afşar sekiz yaşındaydı. Yaşına göre çok olgun bir çocuktu. Ağabey olduğuna seviniyor, annesinin ve kardeşlerinin ihtiyaçlarına, aklının erdiği kadar yetişmeye çalışıyordu.

Hapislik günleri bittikten sonra herkes normal hayatına dönmüş, demokrasi günleri başlamıştı. Evlerde yemekli toplantılar yapıyor, konuşuyor, konuşuyor, tartışıyor, yine konuşuyorduk. Bu arada günler, aylar, yıllar geçiyor, çocuklarımız büyüyor, bizler yaşlanıyorduk. Bu beraber geçen yıllar içinde sevincimizi, kederimizi, yediğimizi içtiğimizi paylaşan kocaman bir aile olmuştuk.

2002 seçimlerinden itibaren Sadi Bey aktif siyasetten ayrıldı ve hiçbir partiden aday olmadı (Bu arada teklif almış fakat büyük bir kararlılıkla hepsini geri çevirmişti). Buna çok önceden karar vermişti aslında (Cumhurbaşkanlığına adaylık meselesinde 2000 yılında yaşanan tatsızlık, MHP yönetiminin sebep olduğu haksız ve çirkin müdahale, muamele, onu aktif siyaset sahasından iyice soğutmuştu)… Ondan sonra dışardan siyasetle uğraşmaya başladı. Yine siyasetle uğraşıyor, ama meclise girmeden, kamuoyu oluşturmaya ve bilinçlendirmeye çalışıyor ve özellikle millî konularda ve milletin menfaatleri hususunda farkındalık yaratmaya uğraşıyordu. Millî Düşünce Merkezini kurdu ve kısa zamanda onu bugünkü haline getirdi, emeğiyle sabrıyla oya gibi işledi âdeta…

Ve son yıllar… Birdenbire ortaya çıkıveren o menhus, tehlikeli, vahim hastalık… Her şey mahvolmuştu. O hastalık onun hayata karşı olan bütün direncini kırmış, bütün enerjisini almış götürmüştü. Aslında çok iyi dayandı, doktorların da hayretini mucip olan bir dayanmaydı bu… Ama onu kurtarmaya yetmedi. Bir Şubat günü onun memleketi için atan kalbi durdu.

İnsanlar bu dünyaya gelir, yaşar ve ölürler. Artık hiç yaşamamış gibi olurlar mı? Sanmıyorum. Nefes alan herkesin bu dünyada bir iz bıraktığına eminim. Biz insanlar, geride kalanlar, daima bundan korkar, unutulmaktan kaçmak isteriz. Ama hayır. Nasıl bu dünyada yapılanlar, gösterilen en küçük bir çaba faydasız değilse, bir su damlası gibi bu çabalar birleşerek günün birinde okyanuslar meydana getiriyorsa, nasıl bir kar tanesi zamanla kocaman bir çığa dönüşüyorsa, bu dünyada yaşayıp giden, ömrünü tamamlayan bir insanın da bu dünyada bir iz bıraktığını inkâr edemeyiz. Hele Sadi Bey gibi bir insanın, kendini bütünüyle vatanına adamış bir kalbin, bıraktığı iz ise çok daha derin olacaktır. Onun açtığı yolun çığa dönüşeceği şüphesizdir.

 

 

 

Yazar

Bilge Ercilasun

3 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar