Eksenimiz Kayarken 1

  Soru şuydu: 1944 saldırısından büyüyerek çıkan Türkçülük, 1980 saldırısından sonra-birincinin tam tersi-  bir çöküşe girdi. Niçin? Genç kalemler soruyu cevapsız bırakmadılar. Cevap yağdı. Vurucu, Alnıaçık, Aksoy, Paksoy, Afşar ve Özgür Çelik, Kargıoğlu, Görgen, Selim, Yılmaz, Sezgin… Liste tam da değil. İhmal ettiklerim beni affetsin ve Allah cümlesinden razı olsun. İşte korkuları dengeleyen ümit budur… […]


Paylaşın:

 

Soru şuydu: 1944 saldırısından büyüyerek çıkan Türkçülük, 1980 saldırısından sonra-birincinin tam tersi-  bir çöküşe girdi. Niçin?

Genç kalemler soruyu cevapsız bırakmadılar. Cevap yağdı. Vurucu, Alnıaçık, Aksoy, Paksoy, Afşar ve Özgür Çelik, Kargıoğlu, Görgen, Selim, Yılmaz, Sezgin… Liste tam da değil. İhmal ettiklerim beni affetsin ve Allah cümlesinden razı olsun. İşte korkuları dengeleyen ümit budur… Çoğu birden fazla yazıyla bu düşünce nefesine katıldılar. Her birinin bağlantısını versem yazı biter. Aynı sebeple, özet yapmaya da kalkışmayacağım.
Kaldığımız son soru, “ülkümüzü niçin kaybettik?” idi. Buna tek cevap gelmedi, çünkü artık çok kafayla düşünüyoruz. Cevapları şöyle toparlayalım:

– Çünkü kavgayı bıraktık.
– Disiplin içinde MHP’de toplanırsak her şey hallolur.
– Sebep MHP’dir/ sebep MHP Genel Başkanı’dır.
– Sebep siyasetle ideolojinin uyuşmamasıdır.

Bunların çoğundan önce, Paksoy, belki “ülkümüzü niçin kaybettik” sorusuna değil ama “nasıl kaybettik” sorusuna cevap veriyordu.

Birkaç yazıda, yukarıdaki cevaplar hakkındaki kanaatlerimi toparlamaya çalışacağım. Fakat önce, geçen yazımda da söz verdiğim gibi ağırlığı Paksoy’a vereyim.

Paksoy, ‘niçin’e değil, ‘nasıl’a bakmış dedim. Şöyle ki, 1980 sonrasında fikir ve davranışlarımızda, seksen öncesine göre beliren değişiklikleri anlatmış. Bunlar alt alta sıralandığında bugünkü hâlimiz çıkıyor. Niçinlere girmemiş ama bazen olayların kendisi sebeptir. Nasıllar, niçin oluverir. 

Paksoy, sebep teşkil edebilecek gelişmeleri şöyle sıralamış:

1.  Milliyetçilik ve Türklük düşüncelerinin ve duygularının derece derece terk edilerek, aslında bunlara gerek olmadığı, muhafazakârlık ve İslâmiyet’in kâfi geldiğinin ifade edilmesi; hattâ ülkücülük için belirli bir tarikata intisap lüzumunun ifade edilir hâle gelmesi.

2.  1980 sonrasında milliyetçilerin çeşitli partilere dağılması. Daha doğrusu dağıtılması.

Paksoy’un yazmadığı fakat başka kalemlerin dile getirdiği ve vakıayı anlatan bir üçüncü gelişme de şudur:

3.  Ülkücü gençliğin ve teşkilâtların ihmal edilmesi veya ‘silinmesi’. Gençliğin fikrî ve siyasî eğitiminin durması; dolayısıyla kaynağın kuruması.

Bunların üçünün de gerçekliğinden şüphe yoktur. 

Talihsizliklerimizden biri, milliyetçi hareketin, özellikle 1960 sonrasının ayrıntılı ve objektif bir tarihinin bulunmamasıdır. Muhakkak ki bu eksikliğin sebeplerinden biri, bu dönemin henüz “tarih” yazılabilecek kadar geride kalmamış olmasıdır. Yirminci asır tarihinin tamamının halen sinirleri gerdiği düşünülürse, bunu tabii karşılamak gerekir. 

Fakat bizzat yaşadığım ve olan bitenin içinde olduğum döneme ait yazılanları okudukça, kendi kendime sormadan edemiyorum: Acaba tarih her dönemde bu derece yalan yanlış mı yazıldı? 

Gençler, fikir ve siyaset hayatına gözlerini açtıkları dönemin şartlarını sıfır noktası kabul etmekte, henüz on-on beş yıl geçmişi bulunan tutumları ezeli ve ebedi sanmaktadırlar. Meselâ olağanüstü bir gözlem yeteneği ve sezgiye sahip bir genç kalem, bugünün dünden kötü olmasını izah ederken, “Türkeş Bey doğal liderdi, Devlet Bey değil” gerekçesini ileri sürüyor. Hâlbuki altmışlarda ve yetmişlerin başında mutlaka bir lider gerekirse bu, Atsız Bey’dir. Bugün lise yaşında bir milliyetçi genç için de—illâ gerekli ise—  herhalde Devlet Bey, “doğal lider”dir. ‘Lider’lerin kendi nesillerinden veya daha önceki nesillerden gelenleri yanlarına pek yaklaştırmamaları da belki yaşlıların o ‘doğal liderlik’ çağından öncesini bilmelerinin yarattığı endişedir.

1980 sonrası değerlendirilirken 1987- 1997 döneminde Türkeş Bey’in liderliğinin devam ettiği de unutulmamalıdır.

Bunları aslında yukarıdaki birinci maddeye girmek için söyledim. Şöyle ki, “Türklük yerine tarikat ikame edilmeye çalışıldı” hadisesinin başlangıç noktası, seksen sonrası değil, gençliğin eğitiminin “eğitimcilere” teslim edildiği 1976 yılıdır. “Türkeş’in emriyle” denilerek Adıyaman’ın Menzil Köyü’ne otobüslerin kalktığı, ülkücü gençlik dergisi “Genç Arkadaş”ın yerine “Nizam-ı Âlem” ve “Hasret” dergilerinin geçtiği ve Fas’tan ithal “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” lâfının telaffuz edilmeye başlandığı dönem 1976- 1980 yıllarıdır.

Bunları Paksoy’un dediklerini yanlışlamak için yazmıyorum. O tarih belirtmemiş. Okuyanların çoğu, seksen sonrasını tartıştığımız için, bu ‘muhafazakâr eksen kaymasını’ da seksen sonrasına ait bir vakıa zannetmesinler diye yazdım. Yoksa Paksoy’un gözlemi doğrudur. Bu konunun tartışması ve tenkidi bu yazının konusu değil. Kısa izah gerekiyorsa, Sadi Somuncuoğlu’nun bir tesbitinin yanlışı ta kalbinden vurduğu kanaatindeyim: “Arkadaşımız bir kitap yazmış. Adını, ‘Türk Kimliği’ koymuş. Okudum… İslamiyeti anlatıyor.”

Bana tuhaf geliyor ama maalesef tekrarlamakta yarar görüyorum: Türkler Müslümandır ama bütün Müslümanlar Türk değildir. İslamiyet bir dindir. Bizim dinimizdir. Fakat Arapların, Farsların, Pakistanlıların, Endonezyalıların da dinidir. Türklük ise bir milliyettir ve sadece bizim milliyetimizdir. Milliyetçilik, adı üstünde, evvel emirde milliyetle ilgilidir. Daha vahimi, milliyetçi fikir sistemini bir tarikat veya mezheple sınırlandırmaya kalkarsanız, bu sefer, o tarikat veya mezhepten olmayan Türkleri dışarıda bırakırsınız. Meselâ, bu günlerde sık sık duyduğumuz gibi milliyetçiliğin gereklerinden biri olarak “ehli sünnet vel cemaat”i sayarsanız, yalnız Aleviler değil, kuzeyiyle, güneyiyle koskoca bir Azerbaycan gider. Bu milliyetçilik midir?

Milliyetçi camianın merkezinde, Müslümanlık aleyhine, İslâmiyet aleyhine bir tutuma hoşgörüyle bakılmaz. Böyle bir tutum da yoktur. Varsa ve olmuşsa ya sınırlardadır yahut da bu tutum sahipleri bu yüzden dışlanmıştır. Buna karşılık, “Müslümancı” denilen camiada Türk Milliyetçiliği’ne karşı olmak, o camiaya mensubiyetin âdeta olmazsa olmaz şartıdır. Müslümancılar, Türkçülüğe, 1980 öncesinin komünistlerinden daha büyük bir şiddetle karşıdır. (Bilhassa eskilerden Galiyefçilerle, yenilerden Türk Solu gibi kozmopolitçi olmayan solla kıyas edilirse.)

 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar