Yükleniyor...
Türkiye dün ülke çapında bir mahalli seçim geçirmiştir. Bu seçimin halkımıza hayırlı olmasını dilerim. Şimdi Türkiye’nin genel sorunlarına, özellikle dış politika alanına, karşı karşıya kaldığı meselelere bakmak zamanıdır. Bazılarını kendimiz yarattığımız sorunlar azalmamakta, aksine çoğalmaktadır. Bunların mahiyetinin kamuoyumuzca iyice anlaşılması gerekir. Makale bu düşüncelerle hemen seçim sonrasında yayımlanmaktadır.
* * *
Bu makalede Türkiye’nin ikinci dünya savaşından sonra izlediği dış siyaset, gerekçeleri/saikleri ve tarihî arka planı ışığında sonuçları ile irdelenmeye çalışılacak, daha sonra da nasıl/hangi ölçülere göre izlenmesi gereken dış siyaset konusunda görüşler okuyucu ile paylaşılacaktır.
Bir ülkenin, milletin kendisini tarihinden soyutlaması mümkün değildir. Büyük devrimler sonucu ne kadar araya mesafe konulmaya çalışılırsa çalışılsın tarih millî kimliği de davranışları da etkiler. Sadece “şimdinin” değil geleceğin de biçimlendirilmesinde rol oynar.
Türkiye ve Türk Milleti’nin 17. yüzyıl sonlarında başlayan, çok az istisnası ile 1922’ye kadar süren ve geniş toprak kayıpları ile sonuçlanan mağlubiyetleri kendisini, karar veren durumundan, hakkında karar verilen durumuna indirgemiş müttefik arama ihtiyacını doğurmuştur. Bu da o ana kadar kendi gücünün bir tamamlayıcısı olan diplomasinin önemini iyice arttırmıştır.
Diplomasiye ağırlık verme zarureti, önce “Reisülküttaplık” makamının güçlendirilmesi, daha sonra tercüme odasının, en sonra da “Umur-u Hariciye” Nezaretinin kurulması sonucunu doğurmuştur.
Atatürk Türkiyesinin iki büyük savaş arasında izlediği dengeli politika ve devlet haysiyetinin korunmasına[1] öncelik veren siyaset, hem uluslararası toplumun eşit bir üyesi olarak kabul edilmesinin, hem de egemenliğini pekiştiren Boğazlar, Sancak gibi konularda, sadece diplomasi yolunu kullanarak kazanımlar elde etmesinin yolunu açmıştır.
Millî Mücadele sırası ve sonrasında iyi ve yararlı ilişkiler kurduğumuz Rusya, İkinci Dünya Savaşı sonunda -bu sefer Sovyetler Birliği kisvesi altında- karşımıza gene, güvenliğimiz tehdit eden başat ülke, olarak çıkmıştır. Rusya ile ilişkileri konusunda kötü tecrübe sahibi olan Türkiye, çareyi Batı ittifakında bulmuştur. Türkiye güvenliğini silahlı kuvvetlerinin yeniden yapılanması ve konuşlanması dâhil, ABD/NATO’ya emanet etmiştir. Hatta iç ve dış siyasetini ABD/NATO ile özleştirmiştir. Artık Türkiye Batı’nın ileri karakoludur! İstihbarat teşkilatı bile ABD ile iç içedir. Amerika’dan gelen her şey iyi, Rusya’dan ve sosyalist memleketlerden gelen her şey kötüdür!
Özellikle 1946’tan 1960’ların başına kadar Türkiye için her şey siyah beyazdır. Bağımsızlık savaşına girişen ve bu konuda Türkiye’yi örnek alan ülkelere karşı bile, kendilerine yakınlık duymamıza ve gizlice yardım etmeye çalışmamıza rağmen, Batı’nın yani sömürgecilerin yanında yer almayı tercih etmişizdir[2]. Bu tutumda Sovyetlere karşı duyduğumuz korku/endişenin yanı sıra, Batı Dünyasının içinde sayılmak kaygısı önemli rol oynamıştır. Ziya Gökalp ve Atatürk’ün “millî kimliği koruyarak batılılaşma” anlayışı yerini taklitçi ve teslimiyetçi bir yaklaşıma bırakmıştır.
Nitekim, 27 Mayıs 1960 askerî darbesini gerçekleştiren subaylar, radyodan halka ilk hitaplarında, NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını vurgulamışlardır. Ancak daha sonra bir Türk orgeneralin ülkemizdeki bir Amerikan üssüne alınmayışı; Türkiye’ye, devletimizden habersiz füze yerleştirilmiş olması; daha sonra bu füzelerin gene devletimizden habersiz, Sovyetlerle yapılan bir pazarlık sonucunda Türkiye’den çıkarılması ABD ile ilişkiler konusunda zihinleri bulandırmaya başlamıştır. Üstelik bu yetkilerin Amerika ile imzaladığımız ikili anlaşmalarla ABD’ye verildiğinin anlaşılması, Türkiye’de, “ikili anlaşmalar sorunu” ortaya çıkarmıştır.
İngiltere’nin üslerini korumak kaydı ile Kıbrıs’a bağımsızlık vermeyi kararlaştırması sonucunda ortaya çıkan çatışmalar, üç NATO üyesi İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Londra ve Zürih antlaşmalarıyla, Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyan bağımsız bir cumhuriyet kurulması ile sona ermiş gözükmüştür.
Ancak Kıbrıs Rumlarının Yunanistan’a katılmak sevdasında vazgeçmemeleri, Kıbrıs Türklerinin 1964 yılında yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit ortağı olmaktan çıkarılması amacı ile silahlı güç kullanmasına pek ses çıkarılmamıştır. Buna karşılık Türkiye’nin antlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanmasının, baş müttefikimiz ABD tarafından “küstah” bir üslupla ve sert bir şekilde önlenmesi, Türkiye’nin çıkarlarının Batının çıkarları ile her zaman örtüşmediğini idrak etmesine yol açmıştır.
Türkiye, 1965’ten başlayarak Sovyetlerle daha dengeli ilişkiler kurmayı, genellikle karşı taraftan gelen girişimlere olumlu tepki vererek, başarmıştır. Sovyetler Birliği, 1925-1936 arası yaptığı gibi, ülkemizin sanayileşmesine en fazla katkı yapan yabancı ülke niteliğini tekrarlamıştır. O zamandan günümüze kadar Rusya ile ilişkiler iyi komşuluk ilkesine uygun biçimde gelişmiş, aramızdaki ticaret ve ekonomik ilişki artmıştır. Yüzyılların azılı düşmanı Rusya, bugün Türkiye’nin ilk nükleer santralını inşa etmektedir. Bütün bu yakınlığa rağmen Rusya’nın, toprak ve diğer komşu ülkeler üzerinde nüfuz kazancı ile büyük devlet niteliğini özleştiren siyasetinde bir değişiklik olduğuna dair bir belirti de henüz, yoktur[3]. Aksine son olaylar bu anlayışın devam ettiğine işaret etmektedir. Dolayısı ile NATO üyeliğimiz, aramızdaki iyi ilişkilere ve iş birliğine rağmen, hâlâ Türkiye-Rusya ilişkilerinin bir unsuru olmaya devam etmektedir.
İttifakların iki yönü olduğu söylenir. Bunlar, üyelerini dışa karşı korumak, ama aynı ölçüde onları denetim altında tutmak amacını taşır. Özellikle değişik güçteki devletleri bir araya getiren ittifaklarda denetim ilkesi önceliğe sahip olabilir.
Amerika’nın bizimle olan ilişkilerinde tercih ettiği dengeyi en iyi “loyal ally” (sadık müttefik) kavramı yansıtır. Türkiye kendisinin, ayrı, millî çıkarları olduğunu hatırlayarak bu dengeyi hesaba almama eğilimine girdiğinde ABD şiddetli tepki göstermiştir. Bunun sonucunda Türk diline, “ambargo yemek” tabirini yerleşmiştir.
Türkiye’nin yıllardır AB üyeliğinin peşinde koşması anlaşılır bir husustur. 1856’nın aksine, Türkiye’nin her üyesinin eşit oya /veto yetkisine sahip olduğu bir Avrupa’ya katılması hem Avrupa hem ülkemiz için yararlı olacaktır. Avrupa’nın bakışı ise zaman zaman eylemde değişiklik göstermesine rağmen olumlu değildir. İzledikleri politika temelde Türkiye’nin belâ (!) çıkarma kapasitesini denetim altında tutmak ama karar verme sürecine karışmasını önlemek, yana yana yaşamak fakat onu eşit ortak olarak kabul etmemek esasına dayanmaktadır. Bu, 19. yüzyıl küstahlığından şüphesiz farklıdır. Ancak özellikle 1856’dan sonra aydınlarımız için bir tutku hâline gelen her yönüyle Avrupalı olma çabamız -ki Ahmet Cevdet Paşa’mız bunları alafranga çelebiler olarak adlandırmıştır- bizim için bir zaaf teşkil etmiştir.
Avrupalı görünmeyi ya da Avrupalı sayılmayı çağdaşlıkla eş anlamlı kabul etmemiz, -Osmanlı’nın yıkılışına kadar- zaman zaman aleyhimize kullanılmıştır. “Şu azınlığa şunu verir, şu kanunu değiştirir, gümrük resmini arttırmaz, kapitülasyonlara da ses çıkarmazsan seni Avrupalı sayarız.” yaklaşımı, 1856’dan sonra âdet hâline gelmişti. Bir bakıma ileride bir tarihçi o devreyi “Yabancı konsolosların Türkiye’deki altın devri” diye nitelendirirse bu durumu yansıtan bir başlık olacaktır.
Bugün benzeri zaaflarımızın hâlen devam ettiğine dair göstergeler mevcuttur. Ancak bu sefer zaaflarımız alafranga çelebilerden değil yönetimden kaynaklanmaktadır. 21. yüzyılda dışişlerinde bu zaafların giderilmesinde başat rol oynayan Dışişleri Teşkilatı, artık kendisinden yararlanılan bir araç olmaktan çıkarılmıştır. Bu yüzden dış politikada, tecrübe ve tartışma süzgecinden geçirilmeyen kararlar alınabilmekte; bu da istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir.
Kısacası hem Amerika hem de Avrupa ile hiyerarşik olmayan bir ilişki onların amacı dışındadır ve kabul edecekleri bir ilke değildir. Ayrıca Avrupa ile kökü yüzyıllara dayanan dinimizden ve Türk oluşumuzdan kaynaklanan bir doku uyuşmazlığımız vardır. Bunun son örneği bizim her açıdan daha hazır olduğumuz hâlde Romanya’nın ve Bulgaristan’ın sorunsuz AB’ye kabulü, bizim karşımıza ise durmadan engel çıkarılmasıdır. Öte yandan aday ilan edilen Gürcistan’ın yakın zamanda AB üyesi yapılacağı da kesin gibidir. Bunu Ermenistan’ın üyeliğinin izlemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu gelişmeler aramızdaki doku uyuşmazlığının aşılabilir bir engel olmadığını göstermektedir. Batı’nın ortak çıkar görmediği konularda karşımıza dost veya müttefik olarak değil düşman rakip olarak çıktığı ve çıkacağı aklımızda tutulmalıdır.
Bu durumu bilelim ve onun idrakiyle hareket edelim. NATO hukuken eşit haklara yani veto yetkisine sahip olduğumuz tek örgüttür. Bu örgütten çıkmak elimizdeki birçok avantajdan vazgeçmek demektir. NATO’nun yönetiminin ABD’de olduğu aşikâr olmakla birlikte Türkiye isabetli bir biçimde NATO ve ABD arasında şeklen de olsa bir ayrım uygulamış, Türkiye’deki yabancı üsler NATO üslerine dönüştürülmüştür. Konjonktür uygun hâle gelene kadar NATO’yla ilişkilerimizi bu gerçekler ışığında yürütmek en sağlıklısıdır.
Avrupa ile olan bağlantılarımızın bir alternatifi yoktur. Samimi olmasalar da özellikle ekonomik açıdan bağlantılı olduğumuz, “müttefik ve dostlarımızla (!)” daha dengeli ilişkiler ihdasına çalışmak ilk hedefimiz olmalıdır. Mevcut aşamada Şanghay İş birliği Örgütü gibi ittifaklara üye olmak fantezi olarak bile akla gelmemelidir. Türkiye’nin ekonomik durumu ve uluslararası konjonktür Türkiye’nin mevcut aşamada saf değiştirmesine mâni olmaktadır.
Önce yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerçekleri hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz.
İkincisi Türkiye, özellikle 2011’den sonra olayları ön görerek, önleyici tedbirler alma kabiliyetini kaybetmiştir. Bugün olayların akışına göre çare aramaktadır. Bunun değişmesi gerekir. Millî Mücadele sırasında bile sahip olduğumuz bu yetenek yeniden kazanılmalıdır.
Üçüncüsü, bu durum büyük ölçüde devletin yapısı üzerinde gerçekleştirilen değişiklerle de ilgilidir. Umur-u Hariciye Nezareti’nin ihdasından beri Türk diplomatlarından beklenen, olayları önden görmek, prestiji gittikçe düşen bir devlete dayanmak yerine o devletin prestijini kişisel vasıfları ile yükseltmeleri olmuştur.[5]
Dördüncüsü Türkiye’yi idare edenler 2007’den bu yana tedricen devlet aklını, devlet birikimini kullanmaktan vazgeçmiştir. Bunun sonuçları ortadadır. Yabancıya hatta bazen yerli vatandaşa dahi ikamet iznini vermekte titiz davrandığımız Hatay’da, bugün yabancı nüfusun yerleşimine izin verilmiştir. Hâlbuki muhacir (!) diye kabul ettiğimiz milyonlarca Suriyelinin BAAS rejimi tarafından Arap milliyetçisi olarak yetiştirildiğini, bu nedenle toprak bütünlüğümüze ve istikrarımıza karşı büyük bir tehlike teşkil ettiğini görmemek hangi akla hizmettir?[6]
Türkiye Cumhuriyeti dünyadaki gelişmelerden kendini soyutlayamayacağı bir coğrafi konumdadır. Bu konumundan dolayı, zayıfladığı zaman kendini tecrit ederek toparlanma imkânına hiçbir zaman sahip olamamıştır. Bunun yan sıra mirası hâlâ paylaşılamayan bir imparatorluğun da varisidir. Bu özelliklerin ortaya çıkardığı karmaşa kendisini sürekli meşgul etmektedir.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu/ bırakıldığı sorunlar ne kadar çok yönlü ve karmaşıksa maddi imkanları da neredeyse o ölçüde sınırlıdır. Tümünün aynı zamanda toptan çözümü mümkün değildir. Dolayısı ile ilk yapılacak husus bir sorun/çözüm hiyerarşisi tespit etmektir. Kısacası 20. yüzyıl başında yaptığımız gibi, vatan saydığımız Makedonya kaynarken Yemen’e asker gönderme hatasını tekrarlamamalıyız. Bunu da imkanlarımızın yanı sıra isabetli değerlendirme mecburiyetinde olduğumuz uluslararası konjonktür etkileyecektir.
Girişeceğimiz herhangi bir hareketin zamanlaması, icrası kadar önemlidir. Bu uluslararası ortamı iyi okumamızı ve etkili bir haber alma ağına sahip olmamızı gerektirir. Bunun ilk şartı da iyi yetişmiş, devlet hafızasına sahip, ehil ve günlük siyasetin dışındaki kadrolara sahip olmaktır. Osmanlı Türkiyesi yukarıda değinildiği gibi önce bunu yapmaya gayret etmiştir. Türkiye’nin devlet geleneği uzmanlaşmış kadroların hükümetlere her ihtimâli hesap ederek öneride bulunması ve bunun sonucunda hükümetçe alınan kararın disiplin içinde uygulanmasıdır.
Bu kadroların siyasileştirilmesi ve üzerlerinde siyasi baskı kurulması bu devlet geleneğinin sürdürülmesine engel teşkil eder. Ve yanlış kararlar alınmasına yol açabilir. Fakat en önemlisi de yönetim, dış politikayı iç politikanın bir aracı olarak kullanmamalıdır. Bu şekilde davranmak tehlikeli sonuçlar doğurabilir.[7]
Dış sorunlarımızı diplomatik yoldan halletme çarelerini sonuna kadar aramalı, askerî çözümden mümkün olduğu kadar kaçınmalıyız. Suriye siyasetimizin bize ne kazandırdığını anlamak ne kadar güçse, zararlarını görmek de o kadar kolaydır. Mesela, milyonlarca sığınmacının, birçok bölgede nüfus dengesini tehlikeli bir biçimde değiştirmesinin dışında, ancak para karşılığında Suriye Hükümetine karşı imiş gibi davranan “mücahit (!)”lerin bize ne yararı olmuştur?
Önce kendi gücümüzü gerçekçi bir biçimde değerlendirmeliyiz. Türkiye, kendini mukayese ettiği diğer ülkelerin gerisinde kalmasına rağmen, sanayileşmiş altyapısını geliştirmiş bir ülkedir. Ancak ekonomisi kırılgandır ve dış etkilere fazlası ile açıktır. Amerikan başkanının bir mahkûmun serbest bırakılması isteğinin yerine getirilmemesi üzerine, bunu sağlamak için bir günde, Türk parasının değerini düşürebilmesi hatırlardadır. Kırılganlık bugün de devam etmektedir. Bu olgu, diğer faktörlerin yanı sıra, devletin gücünü ve hareket kabiliyetini ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. Böyle bir davranışa maruz kalmanın millî haysiyetimize verdiği zarar da hepsinden daha önemlidir.
Öte yandan, Türkiye’nin, dayatılan sınırlamaların genel çerçevesi dışına çıkmadan da atabileceği adımlar mevcuttur. Bunların başında bir zamanların gözde sloganı “komşularla sıfır sorun” gelir. Her ne kadar bu siyaset özellikle Suriye konusunda komşularla bol soruna dönüşmüşse de hâlâ geçerlidir.
Türkiye yıllardır kendisini meşgul eden dosyaları kapamaya, uluslararası konjonktürü de göz önünde tutarak hareket etmelidir. Bu açıdan öncelik, devlet kurma yönünde ilerleyen PYD’ye verilmelidir. PKK ile mücadelede ABD’nin göz yummasıyla Barzani’yle başlayan iş birliği bu sefer daha etkili olabilecektir. Bölge devletlerine uzun vadeli çıkarlarının bu örgütlerle ortak mücadelede olduğuna ikna etmelidir. Tabiatıyla Türkiye’nin bölgede bir cazibe merkezi hâline kavuşması bu sorunun halline yardımcı olacaktır.
İkincisi Ermeni dosyasıdır. Bu dosyanın diaspora ayağının halli zordur. Zira bu Ermeni kilisesi ve Ermeniler için bir kimlik meselesidir. Onları birleştiren Türk düşmanlığıdır. Ancak bu dosyanın Ermenistan ayağı Karabağ zaferinden sonra çözüme hazır görünmektedir Yapılması gereken Ermenistan’la yakın ekonomik iş birliğini de öngören bir barış antlaşmasının imzasıdır. Böyle bir antlaşma zaten gerçekleşme imkânı olmayan toprak taleplerini kalıcı bir hukuki zemin yaratarak geçersiz kılacaktır. Bu iş birliğinin AB ya da herhangi bir ülkenin değil sadece Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan’ın inisiyatifi ile kurulması çok önemlidir. Birinci Dünya Savaşı dönemindeki facialara sebep olan ve Karabağ sorununun yıllarca sürüncemede bırakılmasına yardımcı olan devletlerin bölge politikasına karışmalarına izin verilmemelidir.
Komşu devletlerle iyi komşuluk ilişkileri ve iş birliği önemlidir ve kaçınılmazdır. Bizim için asıl tehdit teşkil eden, oralarda konuşlanmış devlet dışı unsurlara ve devletimsi oluşumlara karşı mücadelemize yardımcı olacak ve bunları destekleyen bölge dışı devletlerin müdahalesini de engelleyebilecektir. Bunun ilk şartı da murisi olduğumuz Osmanlı Devleti’ni örnek alarak, siyasetimizi ideolojik/dinî etkilerden arındırmaktır.
Türk dünyası ile ilişkiler elimizde bir başka kozdur. Akdeniz’den Çin sınırına uzanan, üstelik dayanışma içinde birçok konuda birlikte hareket edebilen, bir devletler topluluğunun dünya siyasetinde elde edebileceği ağırlık üyelerinin bireysel güçlerini önemli ölçüde aşar. Kardeşlik, Türk millî bilinci ve dil birliği temelinde kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın stratejik ağırlığı, bu özelliklerinden soyutlansa bile etkili kalacaktır. Kuzeyinde Rusya’nın, güneyinde Hindistan’ın, doğusunda Çin’in, batısında AB ve ABD’nin bulunduğu bir kuşağın Avrasya dengesinde oynayabileceği rol vardır ve önemlidir. Bu iş birliği Türk Dünyası’nın Türkiye üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını sağlayacaktır.
Türkiye’nin varlığı ve gücü açısından en önemli husus çağdaşlaşma çabalarımızın devamıdır. Bu bizim bölgede cazibe merkezi olmamızı sağlayacak en önemli etmendir. Cazibe merkezi olan ve ekonomik kırılganlığı asgariye indirilmiş bir Türkiye, hem iç durumundan kaynaklanan birtakım sorunların üstesinden daha kolaylıkla gelebilecek, hem de bölge ülkelerinin kendisi ile ilgili tutum ve davranışlarını değiştirebilecektir. Diğer ülke ve örgütlerle ilişkilerimiz bu çabalarımızın ancak destekleyicisi ve tamamlayıcısı olabilir.
Türkiye, dünyayı, olayları siyah beyaz görme lüksüne sahip değildir. Soğukkanlı, hesaba dayalı stratejisini ve bunu tamamlayan taktiklerini hem bulunduğu bölge hem de dünyadaki gelişmeleri kendi çıkarları açısından gerçekçi değerlendirerek, uygulayacağı siyasetini mümkün olan esneklikle saptamalıdır.
Türk Halkı binlerce yılda oluşan ve kendisine dünya tarihinde inkâr edilemez önemli bir mevki kazandıran kimliğine sahip çıkmalıdır. Bununla birlikte olayları kendi gözlüğünden görebilmeli, ideoloji, dostluk – düşmanlık gibi kavramlardan bağımsız olarak kendi çıkarlarını savunmalı, geleceğini de kendi iradesi temelinde inşa edebilmelidir.
Bütün bunlar tarihte mümkün idi. Şimdi de mümkündür.
[1] Lozan Konferansının açılışında konuşma yapması öngörülmeyen İsmet Paşa’nın, ev sahibi İsviçre Cumhurbaşkanından sonra İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’unda açılış konuşması yapacağını öğrenince, “Curzon konuşma yaparsa ben de açılış ben de yaparım” diye tutum takınması itiraz ve ikna çabalarına rağmen, emrivaki ile kürsüye çıkıp, konuşmayı yapması buna örnektir. İsmet Paşa düvel-i muazzamaya, “Türkiye sizlerle eşit bir devlettir” mesajını vermiştir. Ama Paşa bu jestiyle Lozan’a Mondros’tan değil Mudanya’dan geldiğini, adeta, katılımcılara hatırlatmıştır.
[2] Bunun örneği Cezayir’deki direnişçilere el altından silah ve cephane göndermeye çalışmamıza rağmen resmî tutumumuz Fransa’yı desteklemek olmuştur. Bağlantısızlar hareketini yaratan Bandung Konferansı’nda da bir Batıya karşı bağımsızlık savaşı veren Türkiye gibi değil ABD ve NATO’nun sözcüsü gibi davranılmıştır.
[3] Suriye’de bizim çıkarlarımıza aykırı davranmakla kalmamakta, 33 askerimizin bombalanması gibi sert ve orantısız karşılıkta bulunma huyundan vazgeçmemektedir.
[4] Sevk ve İskân Suriye Vilayetine yapılmıştır.
[5] Özellikle büyükelçilerin vasıfları önemlidir Halbuki son zamanlarda bazı çok önemli merkezlere tayin edilen büyükelçilerin bu kıstasa göre seçilmemesi tam aksi sonuç doğurmuştur. Bazı yabancı ülkelerin tayin edilen bu büyükelçiler hakkında “bizi bu kadar önemsiz mi görüyorsunuz” demeye cesaret edebilmeleri herhalde övünülecek bir husus değildir.
[6] Örgütlü bir azınlığın örgütsüz bir kalabalığı kolaylıkla denetim altına alabildiğinin tarihte çok örneği vardır. En meşhuru da Bolşeviklerin Rusya’yı ele geçirmesidir.
[7] 2015 yılında sınırımızı aşan bir Rus Uçağını düşürmemiz Ruslarla aramızdaki birçok olaydan birisidir. Bu tip olaylar genellikle kapalı kapılar ardında iki ülkenin görevlileri tarafından çözülürdü. Rusların da uçak düştükten yarım gün sonraya kadar açıklama yapmamaları böyle bir beklentinin işaretidir. Ancak iç politik kaygılarla önce cumhurbaşkanlığından “Rus uçağı düşürdük” açıklaması geldi. Hemen arkasından Genelkurmay Başkanlığı “Milliyeti belli olmayan uçak” diye düzelterek açıkladı. Her zaman yapılan ve olması gereken de buydu. Dünya kamuoyunu duyduğu bu açıklamalar Rusya’nın tepkisini sertliğe yöneltti. Başbakandan da “talimatı ben verdim” sözleri duyulmuştu.