Yükleniyor...
Kâinat bütün cömertliği ile insanoğlunun ayaklarına mı serildi? Her şey insanoğlu var olsun diye mi var oldu? Sonsuzmuş gibi kullandığımız su, hava, toprak gerçekten sonsuz mu?
Bu soruların cevaplarını bu yazıda bulamayabilirsiniz. Ben bu yazıda sınırları çizilmiş alanlardan, bilimsel verilerden ve kör gözümüze parmak sokarcasına önümüzde duran felaketlerden söz edeceğim. Baştan uyarayım yazı boyunca distopik bir romanın buhranını yaşayabilirsiniz ama gerçek olduğunu hatırlayınca roman okumanın verdiği zevki alamayabilirsiniz.
Hadi biraz hayal gücümüzü çalıştıralım ve tüm canlı varlıkların hayat bulduğu zamanlara, sıfır noktasına gidelim. Sık ormanlar, büyük büyük kayalar, aşılmaz görünen su kütleleri, devasa hayvanlar… Ve bu dünyaya neden geldiğini, nerede olduğunu, ne yapması gerektiğini henüz kestirememiş insanlar.
Bandı biraz ileri saralım. Zaman geçmiş, insanlar bir şeyleri keşfetmiş; açlıkla, susuzlukla, yaban hayvanları ile nasıl baş edeceğini ve doğada nasıl yaşayacağını öğrenmiş. Hayatını kolaylaştıracak bazı araçlar yapmış ve zamanla bunları geliştirmiş. Medeniyetler kurmuş, yeni dünyalar keşfetmiş ve yeni düşmanlar kazanmış. Öncelikleri de zamanın şartlarına göre sürekli değişmiş. Bu sırada nüfusu ve dünya üzerindeki nüfuzu da gitgide artmış tabi. Öncelikleri değişmiş demiştim. Başlangıçtaki önceliği karnını doyurmak ve güvenli bir barınak bulmakken; sonraları karnını doyurmak için bulduğu gıda maddelerini ve barınağını korumak olmuş. Nihayetinde ise dünyaya hükmetmek arzusuna kapılmış.
Öncelikler bu şekilde hızla değişirken insan, gücünü ve ayağının altına serilmiş nimetleri keşfetmiş olacak ki artık kendini doğadan güçlü görmeye başlamış. Ağaçlardan, hayvanlardan, sudan birçok şey yapabileceğini fark etmiş. Bir zamanlar bağrında uyuduğu ormandaki ağacı kesip kendine ev yapmış. Suyun kaldırma kuvvetini bilmeden keşfettiğinde, ormanların sadece bir barınak olmadığını, denizaşırı yerlere gidebileceği bir araç olabileceğini de düşünmüş. Birçok ihtiyacını doğanın verdiği nimetlerden karşılamış. Keşfedilen yeni yerler yeni ihtiyaçlar doğurmuş. Sonrası malum; savaşlar, doğal afetler, yıkılıp yeniden kurulan medeniyetler, sanayi devrimi ve teknolojik gelişmeler derken insanlık bugüne kadar gelmiş.
Bu uzunca girizgâhı neden yaptım? Aslında sadece “Dünyamız tükeniyor mu?” sorusuna cevap bulmak içindi. Evet, dünyamız tükeniyor. Bilimsel veriler bize artık dünyanın kaynaklarının yetmediğini söylüyor. Basit bir matematik hesabıyla belki bunu anlayabiliriz. Şöyle ki;
Başlangıç noktasında insan nüfusunun 100 kişi olduğunu ve her bir kişi için dünyanın bize sunduğu kaynakların, tüm iyimserliğimizi ve kaynaklarımızın yenilenebilirliğini düşünerek her yıl aynı olmak kaydıyla 1.000 birim olduğunu varsayalım. İnsan nüfusunun da her yıl 2 ye katlanarak arttığını düşünelim. Birinci yılda kişi başına düşen kaynak 1.000 birim, ikinci yılda nüfus 200 kişiye çıkacağından 5 birim olacaktır. Üçüncü yılda nüfus 400 olacak ve kişi başına düşen kaynak miktarı 2,5 birim…
Tabi ki böyle bir varsayım ve hesaplama ile doğru sonuca ulaşmak pek mümkün değil. Ama doğal kaynakların yeterliliğinin hesaplanmasının özündeki mantık bu. Hesaplama metodunda iki önemli kavram kullanılıyor: “ekolojik ayak izi” ve “biyokapasite”. Toplumların ekolojik varlıklar üzerindeki etkisi ve doğal kaynakları kullanma durumu ekolojik ayak izi diye adlandırılıyor. Ekosistemin toplumların ihtiyaçlarını karşılayabileceği kaynaklara (meralar, tarım arazileri, ormanlar, su kaynakları vb.) ise biyokapasite deniyor.
İlk olarak 1900’lü yılların başlarında Mathis Wackernagel ve William Rees tarafından geliştirilmiş bu metot ile insanın, doğanın tüm kaynaklarından yararlanıp geriye bıraktığı atıklarla daha ne kadar idare edebileceğini hesaplamak amaçlanmış.
Wackernagel’in yaptığı çalışmalardan ortaya çıkan sonuca göre 60’lı yıllardan 2000’li yıllara doğru biyokapasitenin azalma eğiliminde, ekolojik ayak izinin ise artma eğiliminde olduğu açık şekilde görünüyor. Doksanlardan sonra ise kaynaklarımızın artık ihtiyaçlarımızı karşılayamadığını yine aynı çalışmadan anlayabiliyoruz.
Şekil 1: Kişi başı ekolojik Ayak izi ve Biyokapasite 1961-20018 Kaynak
Wackernagel’in 1960-2001 yılları arasında kişi başı ekolojik ayak izi ve biyokasitenin durumunu gösterir grafiği
Şekil 2: Küresel ekolojik ayak izi Kaynak
Tuğberk Tosunoğlu’nun “Sürdürülebilir küresel refah göstergesi olarak ekolojik ayak izi” adlı makalesinde yer alan grafiğe göre 2000-2010 yılları arasında 1, 5 dünya varmış gibi yaşamışız.
Payımıza düşen 1 yıllık kaynağı ne zaman tükettiğimiz de işte bu hesaplama üzerinden belirleniyor ve adına “Dünya Limit Aşım Günü” deniyor. Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network), 1971 yılından itibaren her yıl kaynaklarımızı yılın hangi ayında, hangi günde tükettiğimizi yayınlıyor. Sonuç biraz ürkütücü. Kaynaklarımız her yıl bir önceki yıla göre daha erken bir tarihte bitiyor. Yani her yıl bir sonraki yılın kaynaklarından yiyoruz. Bu yıl dünya için limit aşım günü 28 Temmuz olarak kayda geçti.
Şekil 3: Limit aşım günleri grafiği
Grafiğe göre 1971-1983 aralığında limit aşımı bazı yıllar bir önceki yıla göre daha erken, bazı yıllarda daha geç gerçekleşmiş.1983’ten sonra ise her yıl bir önceki yıldan daha erken bir tarihte limitlerin tükendiği görünüyor. Son döneme bakıldığında 2020 yılında limit aşımının biraz daha geç gerçekleşmesinin pandemi sebepli duraksama ve yavaşlamadan kaynaklandığı düşünülüyor. Kaynak
Doğa için bir tatil söz konusu olamaz elbet ama karne vermek için illa ki tatil olmasına da gerek yok. Madem bir yıllık kaynağımızı yılın ortasında bitirdik o halde 2022 yılı için ülkemizin çevre karnesini de ortaya koymamız gerek.
Sadece 2022 yılında ilk aklıma gelen çevre katliamlarını, çevre felaketlerini sıralayayım ve not vermeyi siz değerli okuyuculara bırakayım. Sonra da her birimiz şapkamızı önümüze koyup bu virajı nasıl alırız onu düşünelim.
Önce limit aşımından başlayalım. Limit aşım gününü yukarıda anlatmıştık. Bu senenin limit aşımı notumuz geçen seneye göre daha düşük. Dünya limit aşım günü 28 Temmuz olarak hesaplanırken, Türkiye limit aşım günü 22 Haziran 2022 oldu. Bu da demek oluyor ki ekolojik ayak izimiz dünya ortalamasının üstünde.
İkinci sırada hava kirliliği var. Henüz yıl bitmediğinden 2022 yılı raporu yayınlanmadı. Ama bir önceki rapor 2022 yılına da ışık tutacaktır.
İsviçre merkezli bir kuruluşun 117 ülkenin verileri ile hazırladığı ‘2021 Dünya Hava Kirliliği’ raporunda Türkiye hava kirliliğinde 46. sırada yer alıyor. Rapora göre dünya şehirlerinin %97’si Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği hava kalitesi standartlarını sağlayamıyor. 2 şehrimiz, Iğdır ve Düzce ise Avrupa’nın en kötü hava kalitesine sahip 5 şehrinden ikisi!
Şekil 4: 2021’in Dünya hava kirliliği raporunda yer alan 117 ülkenin sıralaması
Türkiye bu listede 46.sırada yer alıyor. Kaynak
Ülkemizdeki güncel durumu merak edenler bağlantıdan tarih seçerek inceleyebilir.
Şekil 5: Ulusal hava izleme ağı verileri
Hava izleme ağında her şehir için ayrıntılı sorgulama yapılabiliyor. Simgenin üzerine tıklandığında hava kalitesi ile ilgili uyarılar ve öneriler yer alıyor. Veriler 03.08.2022 saat 21.00 tarihinde alınmıştır. Kış aylarında kirlilik miktarı ısınma kaynaklarından dolayı artmaktadır.
Yıllardır kirliliklerle boğuşan Ergene Nehri’nde yapılan son araştırmaya göre nehrin yoğun miktarda farmakolojik madde içerdiği tespit edildi. Araştırmayı yapan Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü uzmanları için sonuç pek şaşırtıcı olmamış. Kaynak
Ergene sadece bir örnektir. Fabrikaların arıtma tesislerinden çıkan arıtılmış sular Su Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği’nde belirtilen sınır değerleri sağlamak şartı ile en yakın alıcı ortama yani akarsu veya kuru dereye boşaltılır. Tabii arıtması varsa. Bir de tabii ki arıtması gerçekten 24 saat düzgün çalışıyorsa! Sanırım artık geçen seneden beri denizlerimize musallat olan müsilaj belası biraz olsun anlaşılmıştır.
2021 yılı yaz ayları Marmaris ve Antalya’da yangınlar ile mücadele ettik. Orman varlığımız temiz hava ihtiyacımız ve toprağımızın erozyona karşı korunmasında çok önemli bir etken. Gazete Oksijen’de yer alan habere göre son on yılda kaybedilen ormanlık alanın %62,5’ini geçen yıl yanan ormanlar oluşturuyor. Son 9 yılda yangından kaynaklı 87 bin 342 hektar zarar görürken, sadece 2021 yılında 2.793 orman yangını çıkmış ve bu yangınlarda 139.503 hektar ormanlık alan zarar görmüş.
Altın şüphesiz düğünlerde takı vazifesinden daha mühim vazifeleri olan bir maden. Bugün kullandığımız birçok teknoloji ürününde altın elementi kullanılıyor. Malumunuz bizde de bolca kaynağı var. Fakat biz bu madeni kendi imkânlarımızla çıkarmak bir yana, yabancı sermayedarlara teslim etmişiz. Nerede bir altın madeni görseniz arkasından Kanadalı şirketler çıkıyor. Maalesef vatan toprağımızdan çıkan altının gelirinden yalnızca %1,5 oranında faydalanabiliyoruz. Üstelik Kanadalı şirketlerin ormanlarımızın ve nehirlerimizin katline sebep olduğunu göre göre ya da görmezden gelerek…
Kazdağlarımız’ı kel eden, Erzincan, İliç’i zehirleyen Kanadalı şirketler… Kazdağıları’nda binlerce ağaç kesildikten sonra, kamuoyunun da baskısı ile faaliyetler durdurulmuştu. Elazığ, İliç’te de bir çevre felaketi yaşandı. Yine bir avuç insan yaşadığı toprağı cansiperane savunurken kimse seslerini duymadı. Olay ayyuka çıktığında önce bizim için çok büyük, Kanadalı şirket içinse devede kulak denebilecek miktarda bir ceza kesildi. Haziran sonunda ise firmanın faaliyeti durduruldu. Geçti Bor’un pazarı…
Geçtiğimiz hafta, Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi’ne ait arıtma tesisinin havuzları taştı ve TAG otoyolunu 36 saat kullanıma kapatılmasına sebep oldu.
Avrupa’nın çöplüğü hâline gelişimizi “Dilek Ağacı” başlıklı yazımda değerlendirmiştim. Konu ile ilgili fikirlerimde bir değişiklik yok zira Devlet politikamızda da değişiklik olmadığını son günlerde medyada yer alan haberlerden görebiliriz. Brezilya’dan söküm için İzmir Aliağa Limanı’na getirilecek asbestli askeri uçak gemisi “NAe Sao Paulo”dan bahsediyorum. İhalesi 2021 yılında yapılan söküm işini Türkiye’den SÖK firması almış ve süreci başlatmış. Medyada yer alan iddialar, farklı kaynaklardan karşılaştırıldığında asbest miktarının abartılı olduğu net bir şekilde anlaşılıyor. Muhalif birçok medya kuruluşunun yaptığı haberde 900 tonlardan bahsediliyor. Solunum Araştırmaları Derneği’nin yaptığı açıklamada ortalama bir geminin 7 tona kadar asbest içerebileceği bilgisi yer alıyor. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un yaptığı açıklamada da miktar 9 ton olarak verildi.
9 ton 900 tona göre elbette masum ve kabul edilebilir duruyor fakat söz konusu asbest ise durumu biraz daha titizlikle irdelemeniz gerekir. Asbestin zararını merak ederseniz buradan inceleyebilirsiniz. Kaldı ki burada bana göre en vahim olay kirlilik yükü çok fazla olan gemi söküm sektörüne Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerle birlikte öncülük etmemiz ve bu işe kimse talip olmazken bizim talip olmamız. Bakan yaptığı açıklamada “Bir sıkıntı olursa geri göndeririz.” diyor. Sanırsınız sanayide araca uymayan yedek parçayı geri gönderiyoruz. Bizim canımız bu kadar kıymetsiz mi?
Bu iş bugünün mevzusu da değil, geçmişi var. 2021 yılında İzmir’de Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Gemi Mühendisleri Odası ve Kimya Mühendisleri Odası`nın uzmanlarının katılımıyla NAe Sao Paulo gemisinin söküm işlemi ihalesi ile ilgili bir çalışma grubu kuruluyor. 9 Nisan 2021’de çalışma grubunun yaptığı basın açıklamasında bahse konu ihale ile ilgili görüşler belirtildikten sonra davalık olan birçok söküm işleminin, dava süreci sonlanmadan tamamlandığı belirtiliyor.
Belli başlı olaylarla meramımızı dile getirmeye çalıştım. Örneklemeler üzerinden karnemizdeki notların değerlendirmesini siz kıymetli okuyuculara bırakıyorum.
Benim yorumumu sorarsanız, yaşadıklarımızdan enkaz kaldırmada çok başarılı olduğumuzu, koruyucu önlemlerde ise âdeta üç maymunu oynadığımızı söyleyebilirim. Dillerimize pelesenk olan “liyakat” kavramının gerçekte karşılığının bulunmadığını, denetim mekanizmasındaki ahbap-çavuş ilişkisini, yasal boşlukların kurnazlıkla ve itina ile nasıl doldurulduğunu, siyasetçilerin önce vatandaşın değil sermayedarların yanında durduğunu, rüşvet, yolsuzluk vs. birçok yanlışın çevreyi koruyamayışımızdaki önemli etkenlerden olduğunu da tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim.
Son söz: Doğa ile kalın…
——————————————————————————————–
Not: 8-9 Ekim’de Ankara’da Ankara Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile şiddet konulu bir sempozyum düzenliyoruz. Doğaya yapılan her türlü saldırıyı da şiddet kapsamında değerlendiriyoruz. Bu konuda bilginiz, fikriniz, çözüm öneriniz varsa veya sadece dinlemeyi arzu ediyorsanız muhakkak bekleriz. Ayrıntılı bilgiye bağlantıdan ulaşabilirsiniz.