Yükleniyor...
İlçenin en yakın köyü; bizim köyümüz. Hatta bir ara arkadaşlara tarif ederken istasyondan bile yakın demiştim de epeyce böyle bahsedilmişti kendisinden. Araç yolundan ilçe merkezine yaklaşık bir km mesafede. Ayrıca yayalar için bahçe aralarından giden iki anayol(!) var, oralardan mesafenin daha da kısalması kuvvetle muhtemel.
Bu yaya yollarından birisi; taşımalı sistemden önce köyde ilkokulu bitirip eğitimine devam etmek isteyen çocukların kullandığı; diğeri de daha çok çarşı, pazar ya da resmi işler için ilçeye gidip gelenlerin kullandığı yol.
Biz de çocukken bu yollardan gide gele ortaokulu bitirdik. O zamanlar taşımalı sistem yoktu. İlçeye yakınlığından dolayı diğer köylerdeki gibi köy arabası da yoktu. Okul için ya da diğer başka işler için ilçeye yürüyerek gidip gelmek gayet olağan bir şeydi. Büyükler de çocuklar da tek başınayken bile, bu yolları güvenle kullanıyordu.
Bu yaya yollarının güzergâhında iki tane de çay var; var diyorum çünkü hala var ama eskisi gibi değil tabii ki. Çok eskilerden beri köye daha yakın olanın adı Kuruçay, diğerininki Suluçay. Kuruçay, adı üzerinde susuz ama çay. Suluçay’ da yaz-kış su akardı. İkisinin arasında köylünün bahçeleri vardı, hala var ama onlar da eskisi gibi değil.
Bu yolları kullanmak mecburiyetindeki herkes, her iki çayın içine bayır aşağı inip yokuş yukarı çıkmak zorundaydı. Kuruçay biraz daha sığdı ama Suluçay, yaya ve özellikle çocuklar için epey dikti. Suluçay’ın yatağının kenarlarında, suların azaldığı sıcak yaz günlerinde, küçük küçük pınarlar oluşurdu. Elle eşeleyerek çıkarılan pınarların suyu ne kadar derinden geliyorsa artık, buz gibi olurdu. Su çıkan gözlerin etrafı kumla-toprakla çevrilip minicik bir havuz yapılır, suyun bulanıklığı gidince de içilebilirdi. Yazın sıcağında buralardan geçenler, hayvan otlatanlar için bulunmaz nimetti bu soğuk pınar gözleri.
Yaz yağmuru çok yağar da sel gelirse pınarlar da kaybolurdu haliyle. Sel çekildi mi tekrar eşelemek gerekiyordu. Bazen o kadar çok yağmur yağardı ki Kuruçay’a da sel gelir hatta bu iki çayın bahçeleri aşarak birleştiği bile olurdu. Özellikle yazın çok yağışın ardından sele bakmaya gitmek büyük küçük herkes için bir eğlenceydi. Selin ağzını görmek için yağmur delice yağarken bile koşarak çayın kenarına gidenler olurdu. Yukarılardaki köylerden dağlardan ne bulursa önüne katıp gelen sel çekildiği zaman, selinti (selin getirip bıraktığı ağaç vb. parçaları) toplamaya gidilirdi.
Büyüklerin dediğine göre çok çok eskilerden köy, Kuruçay yakınında kuruluymuş da çok sel baskını olduğundan, biraz daha bayırda kalan, şimdiki yerine taşınmış. Şimdi bahçe olarak kullanılan eski ev yerlerinin ta o zamanlardan kalan duvarları da bunun delili gibi duruyor.
Okul vaktinde sel gelirse biz öğrenciler için yol zahmeti ikiye katlanırdı. İki çay köyün bitiminde birleşiyordu ve üzerindeki tek köprü, aynı zamanda şehirlerarası yol olan, araç yolundaydı. Köprüden geçmek için iki kat daha uzun yol yürümek zorunda kalırdık. Tabii oraya yol da olmadığından bahçelerin kenarından, ıslak otların arasından giderken ayaklarımız, paçalarımız hep ıslanırdı. Bunlar eve dönüş yolunda yaşanınca sıkıntı olmuyordu da okula gidiş yolundaysa o zaman kötüydü. Islak ıslak derse girmek zorunda kalıyorduk. Hele bir de kışın kar yağmışsa diz boyu karın içinde bazen ayaklarımız ıslanmasın diye ayakkabının içine poşet geçirdiğimiz olurdu. Çizmesi olanlar biraz daha şanslı olsa da kar diz boyu olunca o da çok fayda etmezdi. O zamanlar Mekap ayakkabılarım vardı, bayağı sağlamdı. Bir ara PKK ayakkabısı diye yaftalanmıştı Mekap. Şimdi merak edip internetten arattığımda da gerilla ayakkabısı diye geçtiğini gördüm, yazık.
Sular azalıp rutin akışını bulduğunda, karşı tarafa geçiş için kullanılan kocaman taşlardan kaymadan geçmek önemliydi.
Bir ara sürekli mağdur edebiyatı ile özellikle gündeme getirilen, doğudaki öğrencilerden çok farkımız yokmuş aslında. Zaten Anadolu’nun birçok köyünde buna benzer sorunlar yaşanıyordu muhakkak. Bu kadar zorluğa rağmen köydeki okuma oranı düşük değildi. Gerçi o zamanlar başka yaşam şartlarını görmediğimizden bizce bunlar zorluk değil hayatın normaliydi.
Bazılarımız liseye de bu şekilde devam ederken bazılarımız mecburiyetten yatılı okula gönderildik. Tabii çocukların gönderildiği yatılı okullar genellikle meslek liseleriydi. Böylelikle öğretmenleri ve aileleri tarafından çocukların, hedeflerine bakılmaksızın, hayatlarına bir yol çizilmiş olurdu.
Yıllar sonra hayırsever bir köylü kadın, Suluçay üzerine, öğrenci yoluna değil de diğer yola, genişçe bir köprü yaptırmış. Artık çayı geçmek için içine inip çıkmak gerekmiyor. Amma velakin artık çaydan su da akmıyor. Bu bağlamda köprü sudan geçmek için değil sadece iki yakayı birleştirmesi, araçların da iki tarafa rahatça, uzakları dolaşmadan, geçebilmesine yaramış. “Su” Suluçay’ ın adında kalmış, İki çayın yanlarındaki ve arasındaki bahçeler önceden ne kadar yeşilse şimdi de o kadar sarı görünüyor.
Kuruçay’a sel gelirse götürsün diye atılan çöpler, adamakıllı sel gelmediğinden bir ara yığın oluşturuyor sonra etrafa yayılıyordu. Yine aynı şekilde köyün kanalizasyonu da buraya döküldüğünden özellikle yazın havayı bayağı bir bozuyordu.
Amacım geçmişle bugünü kıyaslamak, “biz eskiden” edebiyatı yapmak değil. Özellikle son yıllarda yaşanan taciz ve şiddet olayları, çevre felaketleri; küresel ısınma, bir tarafta dere yataklarına ev diye kondurulup insanlara mezar olan konutlar; bir tarafta kuraklık yüzünden zayi olan ekinler; diğer tarafta göz göre göre heba olan denizler, göller ve nehirler için yazılanları okudukça, anlatılanları dinledikçe aklıma gelenler bunlar.
Düşünüyorum da o vakitler her mevsim kendi zamanında yaşanıyordu. Ama şimdi Haziran’ da Nisan’ı yaşıyoruz. Nisan yağmurları yerine Haziran yağmurlarında ıslanıyoruz. Ferdi Tayfur’un Nisan Yağmuru şarkısı bile anlamsızlaşıveriyor. Eylül, Temmuz hissi veriyor.
Çocuklarını, akıllarına kötülük gelmeden, güven içinde yürüyerek ilçeye okumaya yollayan köyüm insanı şimdi çocukları gözünün önünden biraz uzaklaşsa tedirgin oluyor. Çocuklar da iki adım mesafeye bile yürümekten aciz duruma gelmiş her yere arabayla gitmek istiyor.
Biz insanlar dünyayı hem kirletiyor hem de bitirip sonunu mu getiriyoruz? Yoksa dünyanın da insanlar gibi vadesi doluyor da biz vesile mi oluyoruz?