Yükleniyor...
Ölüm sebebinizin ne olmasını istersiniz? Zira ülkemiz bu yönden oldukça zengin çeşide sahip. Kimini sel alıyor, kimi yangının ortasında kalıyor, kimini kendi türünden başka bir yaratık katlediyor, kimi başımı sokacağım bir evim olsun diye tomar tomar para sayıp aldığı ev müsveddelerinin enkazında kalıyor, kimileri de o paraları kazanabilmek için girdiği yerin metrelerce altında, kömürün zifiri karanlığında yitip gidiyor. Saymakla bitmiyor… Hastalıktan ve geçtiğimiz iki yılı burnumuzdan getiren koronadan ölenleri saymaya gerek yok sanırım. Koronayı atlattım diye sevinip sonrasında ani kalp krizinden ölenler de var…
Bu “cennet vatanda” yaşamanın bedeli ne kadar da ağırmış. Geçmişte ödedik, şimdi ödüyoruz. Sanırım gelecekte de ödemeye devam edeceğiz. (Tabii hâlâ “cennet vatanımız” diyebiliyorsak.) İnşallah gelecekte ödediğimiz bedeller şimdiye kadar ödediklerimizden daha ağır olmaz.
Tam “Bu da geçti şükür, beterinden koru.” diyerek azıcık gülmeye başlıyoruz. Hoop yeni bir olay patlıyor. Bu arada terör, bitmeyen, acıklı bir fon müziği gibi bütün felaketlerin eşlikçisi. Başımıza gelen kötülüklerin, felaketlerin, afetlerin çoğunda, insan dediğimiz yaratıklar genelde başrolde.
Bizleri derinden sarsan, üzen, kahreden, utandıran velhasıl pek çok duyguyu aynı anda yaşatan depremin üzerinden iki hafta gibi bir zaman geçti. Bu sefer de ateş düştüğü yeri yakmadı maalesef hepimizi yaktı, yıktı. Tıpkı geçen yıl yaşadığımız yangınlar, seller, göçükler vb. gibi O kadar yoğun duygular içindeyiz ki. Bölgeden kilometrelerce uzakta olan insanlar, depremzedelerle birlikte üşüdü, susadı, acıktı ama bu ihtiyaçlarını dile getirmekten ve ihtiyaçlarını gidermekten utandı. O tatlı rüyalarımız, yerini kara kara kâbuslara bıraktı. Kendi adıma, özellikle ilk günlerde sanki yatıp uyursam, enkazlardaki arama kurtarmalar duracakmış gibi geldi. Depremden hemen önceki günlerde yağmur yağsın, kar yağsın diye dua ediyorduk. Zira kuraklık tehlikemiz var! Şimdilerde de yağmasın diye dua ediyoruz. Ülkece zaten bozuk olan psikolojimiz hepten alt üst oldu. O kadar yoğun duygular içindeyim ki yazmak istediğim çok şey var ama kelimelere dökmek de çok zor geliyor. Kulağa klişe gibi gelse de gerçek bu maalesef.
Herkesin alıştığı yaşam düzeni, rutinleri, ertesi gün ve gelecek için yaptığı planlar, yıkılan yok olan müsvedde binaların enkazı altında kaldı. Gecenin karanlığında, kışın ayazında kayboldu gitti.
Bu arada, bütün felaket anlarında olduğu gibi herkes uzman, herkes bilirkişi, herkes hâkim ve savcı; yazıyorlar, konuşuyorlar vs. . Televizyonlarda yüz bin tane deprem uzmanı. Herkes “Benim söylediğim doğru.”, “Onlar da doğru ama benimki en doğru.” havalarında.
Kötü haberin duyulduğu ilk andan itibaren bütün Türkiye yardım için ayaktaydı. Gerçekten yardım toplama merkezleri tıklım tıklımdı. Türk milletinin en güzel huylarından birisi dayanışma, birlik olma. En kötü huylarından biri de birlik olmak için illa bir felaketin olması sanırım. Herkes karınca kararınca bir şeylerini paylaştı, para gönderdi vs. Bu sefer de yardımların yapıldığı yerler ve insanlar hakkında çok kişi ahkâm kesti. Devlet kurumları yerine sivil toplum örgütlerine yardım yapanlar eleştirildi, bazı büyüklerimiz(!) tarafından. Bunun yerine “İnsanlar neden devlet kurumlarına değil de başka oluşumlara daha çok güveniyor?” diye oturup düşünselerdi keşke.
Ardından daha önce de şahit olduğumuz, televizyon kanallarından canlı yayınlanan genel bir yardım kampanyası yapıldı. Burada koca koca rakamlarla yapılan bağışlar vardı. Benim dikkatimi en çok Merkez Bankası ve diğer kamu bankalarının bağışları çekti. Bir de bağış yapan şirketlerin bu bağışlarını vergiden düşecek olmaları. Bu firmalar, düzenli olarak bu kadar vergi veriyor mu acaba? Haa bir de cumhurbaşkanının konuşmasındaki “toplanan paraların hepsinin depremzedeler için kullanılacağı” ifadesi. “Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek.” deyimi var ya. Bizde de ona benzer bir hâl oluştu. Daha önce de benzer kampanyalar yapıldı ya (misal, 15 Temmuz ). “Onlar nereye kullanıldı ki?” diye sormadan edemedik. Sorduk da kendi kendimize sorduğumuz için cevapsız kaldı tabii. Neyse cumhurbaşkanımız böyle dedi ya bu sefer içimiz rahat!
Yardım demişken, haberlerde gördüğüm, sinir bozucu bir sahne de aklıma geldi. Bütün illerden yardıma koşan belediyeler gibi İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekipleri de deprem bölgesine yardıma gitmiş. Kahramanmaraş’ta bir kadın, bu ekiplere avazı çıktığı kadar bağırıp “defolun, İngiliz uşakları…” diye çemkiriyor hatta fiziken de saldırmaya çalışıp provakatif davranışlar sergiliyordu. Normal bir vakitte bile iğrenç ve utanç verici bu davranış, birlik mesajları verilen bir zamanda hiç yakışık almadı, midemi bulandırdı. Sonradan öğrendim ki bizim vergilerimizle maaş alan eski bir milletvekiliymiş. Hangi parti olduğunu söylemeye gerek bile görmüyorum.
Depremin üstünden günler geçti. En son gördüğüm 261. saatte bir gencimiz, sağ olarak enkazdan kurtarılmıştı ve sağlıklı görünüyordu. Gerçekten çok sevindirici bir haber. Ancak enkaz altında uzun süre kalıp sağ olarak kurtarılanların hepsi gerçekten sağlıklı mı? Bu kişilerden bir kısmı da hastanelerde veya yolda vefat ettiği için depremde vefat edenler sayısının içinde yer almıyor sanırım. İşin başka bir boyutu, sağ olarak kurtarılanlardan bazılarının da maalesef organ kaybı yaşaması. İlerleyen günlerde hem kişisel hem toplumsal sorun olarak karşımıza gelecek.
Bence başka büyük bir sorun da ebeveynleri vefat eden bebek ve çocuklarımızın istikbali. Hem uykularında yakalandıkları depremin karanlık travması hem de anne baba kaybının ağır sarsıntısı. Bu çocuklarımızın, devletimizin şefkatli kucağı yurtlarda en iyi şartlarda bakılacağını düşünüyorum. Ancak yaşadıkları travmalar sebebiyle diğer çocuklardan biraz daha fazla ihtimam gösterilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bu çocukların, evlatlarını kaybetmiş depremzedelerle yeni aileler kurmasını sağlamak da güzel olur gibi ama psikolojik açıdan doğru olur mu, bilemiyorum.
Artık kurtarma çalışmaları, tamamen olmasa da yerini enkaz kaldırma çalışmalarına bıraktı. Bundan sonra ne olacak? Her felaketten sonra olanlar olacak. Her depremden sonra konuşulan “beklenen İstanbul depremi” konuşulacak. Birkaç tanesi yakalanan, günah keçilerinin belki sayıları artacak. Biraz cezaevinde tutulup sonra bırakılacaklar. Onlar da çıkınca en iyi bildikleri inşaat işine dönecekler. Zira önümüzde bir Veli Göçer örneği var. 1999 yılı depreminden sonra 198 vatandaşımızın ölümüne taksirle sebebiyet vermekten aldığı 18 yıl 9 aylık hapis cezasının 7,5 yılını yatıp “Rahşan Affı”ndan yararlanarak çıkmış. Sonra da şirketlerinin adını değiştirip müteahhitliğe devam ediyormuş. Kaynak haberi buradan görebilirsiniz. Bu kadar canımızın gitmesinde sadece o binaları yapanlar suçlu çünkü!
Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür. En iyi yaptığımız şeylerden birisi; unutmak. Unutunca her şey geçiyor, bitiyor. Acıları unutalım tabii ama neden acı çektiğimizi, bu acıları yaşamamıza kimlerin sebep olduğunu değil.
Gelişmişliğin sembolü betonla(!), yapılan yollarla övünenler, gecenin karanlığında insanların tepesine çöken beton yığınlarının manzarasına, paramparça olduğu için ulaşım sağlanamayan yolların manzarasına iyi bakıp akıllarına kazısınlar. Gerçi çöküntüleri inceleyen, bazı uzman kişilerin söylediğine göre beton da beton değilmiş zira biz de gördük tuz buz olmuş enkazları.
Şöyle bir fıkra duymuştum bir ara. Fıkra dediysem de pek komik değil ama trajikomik: Marmara depreminden sonra mahkeme kurulur, suçlu olduğuna inanılan müteahhit huzura çıkarılır. Hâkim: “Depremde yaptığın binalar yıkıldı, insanların ölümüne sebep oldun. Ne diyeceksin bu konuda?”
Müteahhit: “Efendim benim bir suçum yok, malzemeleri tastamam kullandım, çimento görevini yerine getirmedi, demir ile kumu birleştirmedi” şeklinde kendini savunur. Bunun üzerine müteahhit beraat eder, çimentoyu mahkemeye getirirler. Hâkim çimentoya da neden kum ile demiri birleştirmediğini sorar. Çimento: “Ben de bir kabahat yok, kum kaliteli değildi. O yüzden oldu.” der.
Bu sefer kumu getirirler mahkemenin huzuruna. Kum ise demiri suçlar. Son olarak demiri tutup hâkimin karşısına çıkarırlar. Hâkim: “Depremdeki yıkımların sorumlusu senmişsin! Ne diyorsun?” Demir: “Vallahi yalan billahi yalan. İftira efendim. Deprem günü ben olay mahallinde bile yoktum.”
Ders, ahlak, eğitim, bilim. Şart olanlar. Umarım özellikle sayın devlet büyüklerimiz yaşananlardan ders alır. Umarım gelecek nesillerimiz ahlak, eğitim ve bilimin enkazı altında yok olmaz.
Yine umarım ki depremin ilk anından itibaren bölgeye gönüllü gidip canla başla çalışan sağlık personelinin çabaları her şey bittikten sonra unutulmaz, dövülüp sövülmezler. Zira korona zamanı çokça alkışlanıp peşinden de çokça hırpalanmışlardı.
Her zamanki duamız; Allah beterinden saklasın!