Yükleniyor...
Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.
Kutlu zaferin ilk adımı 19 Mayıs 1919’un 100. yılında bir ilâhiyatçı gözüyle…
Ulu önder Atatürk’ün görüşleri ve inkılâpları arasında en çok istismar edileni, yanlış okunanı ve yanlış anlaşılanı; din ve laiklik hakkında olanlardır. Öyle ki bir tarafta Atatürk’ün dine karşı ilgisiz olasının yanı sıra onu hiçe saydığını ve hatta toplum hayatından söküp atmayı amaçladığını ileri süren art niyetliler; öteki tarafta da bu kasıtlı ve yanlış propagandaya kapılarak Atatürk’ün laikliğini dinsizlik sayanlarla İslamiyet hakkındaki müspet ve ıslah edici tavrını gerçek anlamda anlamaya ve araştırmaya yanaşmayanlar yer almaktadır.[1]
Atatürk’ün din konusundaki görüşlerini anlamak için, her şeyden önce, sosyolojik ve psikolojik bir gerçeğin kabul edilmesi gerekir. Bu da bir kişinin dinî duyguları ve dinî kültürü ile içinde doğup büyüdüğü terbiyesini aldığı aile çevresi ve okulu arasında çok sıkı bir ilişki olduğudur. Bu anlamda o, devrinin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip olan Müslüman ve dindar bir ailenin çocuğudur.
Öte yandan din, Türk toplumu için son derece önemli, hatta “olmazsa olmaz” denecek derecede vazgeçilmez bir kurumdur. Ayrıca İslâm gibi, hayatın hemen her safhası için söylenecek ve söylenmiş sözü bulunan bir dinin, Türk toplumu için bu kadar önemli ve hayatî oluşunun pek çok tarihî ve sosyal sebebi vardır.
Türklerin İslâmiyet öncesinden itibaren hayatlarını şekillendiren bütün kültür unsurları, gelenek ve görenekleri, İslâmlaşma hadisesinden sonra da toplumun esnek mantığında kendilerine yer bularak varlıklarını sürdürmeye devam etmiş; ama bu defa her biri İslâmî bir boya ile boyanmış ve dinî bir hüviyete büründürülmüştür.
Bir çocuğun doğumundan başlayarak ölümüne kadar bütün hayatını kapsayan her türden tavır ve davranışında, hattâ düşüncesinin şekillenişinde bile dinin etkisi, doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini hissettirir.
O kadar ki tarihin, edebiyatın, kültürün ve topyekûn toplumun anlaşılması, yorumlanması ve değerlendirilmesi gibi millî varlığımızın temel kurumları kuşkusuz din kültürü ile yakından ilgili, hatta iç içedir. Ordu, asker, vatan sevgisi, bayrak, gazi, şehîd, adalet, hak, hukuk, doğruluk, fazilet, ahlâk, insan ve doğa sevgisi, komşuluk, dostluk, aile vb. kavramlarda ve bunlara dayalı her türlü kurumda dinin izlerini açık biçimde görürüz, yaşarız ya da en azından hissederiz.
Burada inanmak veya inanmamak önemsizdir. Dinî değerlere veya din kurumuna inanmadığını söyleyen biri bile, bu toplumda yaşadığı sürece, bu toplumu şekillendiren kültürün, gelenek ve göreneklerin etkisi altındadır ve onlarla, adını koymamış olsa dahi, bütünleşmiş durumdadır. Dilinde, şiirinde, şakasında, ninnisinde, şarkısında, türküsünde farkına varmadan bu kültürü ve bu toplumun değerlerini yansıtır.
Atatürk hayatı boyunca okudu.
Böylesine hayatın içinde olan ve insanlara daha ilk adımda okumayı emreden; düşünmeye, araştırmaya, sormaya ve sorgulamaya en üst düzeyde önem veren bir din, insanlığa yepyeni ve canlı bir medeniyet sunuşundan, başka bir ifade ile doğuşundan yaklaşık dört yüzyıl sonra, dine hizmet ettiklerini sanan ‘ulemâ tarafından çelik zırhlarla kaplı kapalı kapılar ardına hapsedilmiş; sorgu-sual, araştırma ve düşünme âdetâ yasaklanmıştır.
Oysa İslâm çağrısı, özü itibariyle, 610-632 yılları arasındaki Mekke-Medine coğrafyasından hareketle, orada yaşayanlara ve dolayısıyla bütün bir insanlığa model bir bilgi ve ahlâk toplumu oluşturmanın sağlam ipuçlarını verir ve de vermiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen ayetleri ve sureleri, Mekke toplumunun hayatî meselelerinin şirk (puta tapma), fakirlerin sömürülmesi (sosyal adâletsizlik), ticarî ve toplumsal ahlâksızlık ve topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu apaçık bir biçimde gösterir.[2]
İslâm’ın düzeltilmesini talep ettiği bu meseleler, esas itibariyle Hz. Peygamber’in önderliğinde ve otoritesi altında yirmi üç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere muvâzî olarak ortaya konmaya çalışılmış ve birçok alanda da başarılı olunmuştur, denebilir.[3]
Ancak ilk dört halifeden sonra başlayan saltanat yönetimleri, başka bir yaklaşımla siyasî egemenlik mücadelelerinin doğurduğu bezginlik, umutsuzluk ve hayal kırıklıkları, Kur’an’da 610-632 yılları arasındaki Mekke ve Medine toplumunun ihtiyaçlarına ve o günün örf ve âdetlerine göre belirlenmiş birtakım muâmelat, yani dünya işlerine ait düzenlemeler ile Hz. Peygamber’in Sünneti, yani o günün şartları içindeki uygulamaları ve hatta sahâbe ve sonraki bilginler, mezhep imamları tarafından yapılmış yorumlardan oluşan bir tarihî kültür malzemesi, kutsallaştırılarak dokunulmazlık zırhına büründürüldü ve inanç alanına sokuldu.
Böylece Kur’an’ ın 23 yıl boyunca “ataların dini” diyerek en sert ve açık şekilde mücadele ettiği, karşı çıktığı, savaş açtığı bir zihniyet, yeniden baş tacı edildi ve sahabenin ve din bilginlerinin görüşleri, Allah’ın Kitâbı’’nın yani Kur’an-ı Kerîm’ in önüne geçirildi. Hz. Peygamber dâhil sahabe ve selef âlimlerini “aşılmaz ilim otoriteleri” kabul eden bu zihniyet, dinin özü ile doğrudan tarihî ve mahallî/yerel olan meseleleri birbirinden ayırmaya gerek görmeden, bu kültürün tamamını kutsallaştırdı ve itikādî alana yerleştirdi.
Bu ise, Allah’ın mesajının aksine tarihin kutsallaştırılması ve dokunulmazlık zırhına büründürülmesi demekti. Üstelik bu durum, daha sonra ortaya çıkmış ve çıkacak îtikādî ve hukukî gelişmelerin, inancın bir parçası haline getirilmesi gibi, “doğru din”i yok etmeye yönelik en tehlikeli, ama daha kötüsü çok aptalca ve çok cahilce bir hareketti.
O kadar ki, neticede, bugünün kendini Allah’ın azamet ve kudreti karşısında çaresiz ve âciz gören, işi ve aşı dâhil her şeyini Allah’a havale eden ve her şeyi O’ndan bekleyen, aklını kullanarak bizzat üretmesi, keşfetmesi ve yaratması icap eden her türlü değere sırt çeviren ve en acısı insana hiçbir özgürlük alanı tanımayan “kaderci” bir Müslüman zümre doğdu.
Böylece İslâm dünyasına, maalesef, insanlığın müşterek değerleri ve ahlâkî “norm”lar bakımından değişmez olan “din” ile, yaşanan zamana, mekâna, toplumsal yapı ve şartlara, hattâ o dine mensup toplumların etnik, antropolojik, ekonomik, siyasî ve coğrafî şartlarına göre değişin, değişebilen ve değişmesi son derece tabiî ve hattâ şart olan “şerîat”in çok katı ve kesin bir biçimde değişmez ve sabit olduğunu ileri süren menfî, ezik ve edilgen bir zihniyet egemen oldu.
Siyasî ve idarî hayata egemen olan bu kötü zihniyet, sadece Allah’ın bir Müslüman için îmanının ilk şartı olarak belirlediği “akıl”ı değil, mantık dışı bir tutumla “zaman”ı, yani “tarih”i de nerede ise bir soğutucuya atıp orada donmaya terk etti. Ayrıca bu zavallı “kafa”, seleften bize intikal eden dinî metinlerin her türlü ihtiyaca cevap vereceğini ve vermekte olduğunu iddia edebilecek derecede kalıplaşmış bir taassuba ve cehalete demir attı.
Aslında bu zihniyet mensuplarının, yani “dinî nass”ların ve tarihî mirasın kesinlikle değişmezliğine ve sonsuza kadar “yeterliliği”ne inanmış olan “ulema” ve “siyasî yapı”nın ittifakı ile “Allah’ın dîni” değil kendi kutsallıkları koruma altına alınmış oluyordu; çünkü böylece onlar, kendilerini sorgulama ve topluma hesap verme endişesinden ve yükümlülüğünden kurtarmış oluyorlardı.
Oysa bu durum mutlaka değiştirilmeli ve din, doğru okunarak aslî hüviyetine kavuşturulmalı idi. Dinlerin “doğru” okunup “doğru” anlaşılması ve anlatılabilmesi yolunda atılacak ilk adım, o dinin tanrı-insan-evren tasavvurunu “doğru” bir biçimde belirlemektir.
Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Hz. Muhammed’in de O’nun elçisi olduğuna inanmak ve bu sözü açıkça ifade etmek, kişiye nasıl “Müslüman” sıfatını kazandırıyor ise, nasıl bir Müslüman olduğumuzu ve Müslümanlığımızın çerçevesini de inandığımız “Allah-insan-evren” hakkındaki tasavvurumuz çizer.[4]
Şöyle ki din, genç araştırıcımız İlhami Güler’in de isabetli bir biçimde tespit ettiği gibi, tanrı ile insan arasındaki bir ilişki ise, bu ilişkinin öteki ucundaki tanrının –ilişkinin niteliğini belirleyen tanrının- ontolojik anlamda sınırsız ve mutlak olan gücünün; muhtevası ahlakî olan bu ilişki üzerindeki sınırlarının nerelere uzandığı, nerelerde sınırlandığı; yarattığı insan üzerinde ne tür tasarruflarda bulunduğu; ilişkinin niteliğini, dolayısıyla bireyin hayatını/yaşamını ve bu hayatın/yaşamın niteliğini olabildiğine etkiler.
Meselâ, eğer herhangi bir tek tanrılı dinde ilişki, adâlet/sevgi (ahlâk) yerine salt “güç” ve “kudret üzerine kurulmuşsa, taraflardan birinin (tanrı) ne yapacağı belli değilse veya her istediğini yapabiliyorsa, böyle bir ilişkide ikinci tarafın (insanın) yeteneklerinin açılıp serpilmesi mümkün değildir…
Böyle bir yorumda tanrı ‘mutlak güç’e; insanın ‘denenmesi’ de sorgusuz-sualsiz bu mutlak güce boyun eğmeye indirgenmiştir. Artık bu durumda güce tapınılmaktadır. Allah’ın gücünü kuralsız/dilediği şekilde (kadersiz=ölçüsüz) kullandığı inancı, tabiat kanunlarının devamlılığı (determinizm) fikrini ortadan kaldırdığı gibi; Allah’ın yaptıklarının insanın anladığı anlamda ahlâktan bağımsız (Sünnetullah’sız) olduğu inancı da, ahlâk yasalarına, onların bilinebileceğine ve evrenselliğine olan inancı da gevşetir. Böylece ferdin entelektüel (zihnî, aklî) ve ahlakî tabiatı önemli ölçüde yara alır…
Şu anda bile ülkemiz Müslümanları dâhil dünya Müslümanlarının çok büyük bir çoğunluğunun Allah tasavvuru, Eş’arî kelâmının belirlediği ölçü çerçevesinde Allah’ı “Mutlak Güç ve Kudret” ile aynîleştiren/özdeşleştiren ve dolayısıyla O’nu bu yolla “tenzîh” eden bir anlayıştır. Bu durumda kendilerini “amelde Hanefî, îtikadda Mâtüridî” olarak kabul eden Türk insanının Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden bu yana bu anlayışı bugün de ısrarla sürdürmeleri, doğrusu “ironik” bir durumdur.
Ontolojik olarak Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olması son derece doğru ve mantıkîdir. Ancak Eş’arî kelâmı ve onu kullanan siyaset, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi yeryüzü egemenliğinde insana atfedilen “halife” metaforuna yükleyerek “İlâhî güç” ile “siyasî güç” arasında kopmaz bir ilişkinin varlığını kullanma hatasına düşmüştür.
Nitekim bunun ilk çirkin örneğini, Emevî Devleti’nin ilk sultanı Muaviye b. Ebî Sufyan, önce Hz. Ali’ye hemen sonra da Hâricîlere ve diğer Müslümanlara karşı sergilediği adâletten uzak, haksız ve zulüm dolu icraatını fütursuzca “Allah’ın kaderi/Allah’ın takdiri” olarak O’na havale etmekle ortaya koymuştur. Artık o, “Allah’ın Halifesi” sıfatıyla giriştiği her keyfî icraatını, “Allah’ın kaderi” olarak hikmetinden sual edilemeyen Allah’a havale etmekle, yani ilişkideki Allah’ın yapıp-etmelerinin sınırını ortadan kaldırmakla, kendine, yani insana ait olması gereken sorumluluk ve yükümlülükten kurtulacağını sanmıştır.
Oysa biz biliyoruz ki, akılcı Mu’tezile ve Mâturidî kelâmına göre Allah ile insan arasında tamamen hür/özgür iradeye dayanan, kuralları ve sınırları belli ahlâkî bir ilişki söz konusudur.
Tekrar edelim ki, şüphesiz Allah, ontolojik anlamda, mutlak güç ve kudret, mutlak ilim, mutlak irade sahibidir; ama insanla ilişkisi kesinlikle sadece güç ve kudrete değil, hikmet ve mârifete/bilgiye, sevgi ve merhamete, adâlet ve ahlâka, yani Sünnetullah’a, yani Allah’ın kanunlarına dayanır. Bu sebepten Allah, Sünnettullah çizgisine uyan, yani hikmete, adâlete, hakkaniyete ve ahlakî kural ve kanunlara uygun davranan insanların elbette en yakın yâr ve yardımcısıdır.[5]
Ayrıca mademki sadece insan, dünyada, hür/özgür bir akıl ve iradeye sahip olarak bir imtihan, bir deneme için bulunmaktadır ve mutlak gelecek olan ahiret âleminde de yeryüzündeki yapıp-etmelerine göre ödül ya da ceza alacaktır;[6] o halde ilişkilerinde hem Allah’a hem de dünyadaki her türlü varlığa karşı sorumluluk ve yükümlülük anlayışı ile hareket etmek zorundadır.
Keza insanın yeryüzünde gerçekleştirmek zorunda olduğu ya da kendini gerçekleştirilmesinden sorumlu ve yükümlü sayacağı şeylerin neler olduğunu ve onların nasıl gerçek kılınabileceğinin yolunu ve yordamını bilmesi gerektir.
Evet, Kitâb’ın bilinebilmesi ve Allah’ın istediği model bir ahlâk ve bilgi toplumunun oluşturulabilmesi ve nihayet bu toplumun bir medeniyet kurabilmesi için de “bilgi” gerekir.
İslâm’a göre ilmin kaynağı Allah’tır, şaşmaz ve gerçek ilim O’na aittir. O’ndan başka hiç kimse (peygamber de dâhil) gerçeği bilmez. İlmin gerçeği ve bütünü Allah’ındır. Bu inanç, İslâm’da bir insanın diğer bir insan için ilim otoritesi olma inancını yıktı. Ancak insanı, kendisi için ilim otoritesi olarak kabul etti. Dolayısıyla gerçek ilim otoritesi Allah’tır. Ama izafî ilim otoritesi, insan için sadece insanın kendisidir. İslâm bu görüşü yalnız bilgi ve kültür olarak ortaya atmakla kalmadı, aynı zamanda bu görüşe inanılması gerektiğini de vurguladı. Yani insanoğlu, önce öğrenecek/bilecek, sonra ona öylece inanacak ve üçüncü olarak da öyle davranacaktır.[7]
İlk emir, oku
İşte bu noktada Atatürk, Kur’an mesajının özünü çok iyi okuduğu ve İslâmiyetin tarihî macerasını çok iyi bildiği ve kavradığı içindir ki, İslâm dünyasının içine düştüğü miskinlik ve taassuba isyanla şöyle söylemiştir:
“İslâmiyetin ilk parlak devirlerinde geçmişin ürünleri olan bozuk âdetler bir zaman için kendini göstermeğe ve etkili olmaya gücü yetmemişse de, biraz sonra İslâm’ın gerçeklerine sarılmaktan, İslâm esaslarına uymaktan çok, geçmişin kalıntılarından olan âdet ve inanışları dine karıştırmaya başlamışlardır. Bu yüzden İslâm cemiyetlerine dâhil birtakım kavimler, İslâm oldukları halde, sukûta, sefalete, inhitata maruz kaldılar. Geçmişlerinin bâtıl ve itiyad ve itikatlarıyla/bozuk alışkanlık ve inanışlarıyla İslâmiyeti teşvîş/karmakarışık ettikleri ve bu suretle hakikat-ı İslâmiye’den/İslâm’ın gerçeğinden uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar…”
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur (tefsirler, hurafeler gibi) binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır…”
TBMM dualarla açılıyor
O halde bu durum düzeltilmeli; İslâm’ın bir çıkar aracı olarak kullanılmasına son verilmeli ve sahip olduğu saf, berrak ve dinamik hali ile yeniden canlandırılmalı; aslî yapısına kavuşturulmalı idi. Bunun tek çıkar yolu da laikliğin kabulü idi. Bu yoldaki ilk işareti Atatürk, 1 Mart 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin 2.Dönem ilk toplantısı açarken şu sözleriyle vermişti:
“Mensubu olmakla mutlu ve gönül huzuru içinde olduğumuz İslâm dinini, yüzyıllardır yapılageldiği şekilde bir siyaset aracı olmaktan çıkarmanın ve yüceliğine kavuşturmanın şart olduğunu görüyoruz. Kutsal ve ilâhî olan inancımızı ve vicdanlarımızı, karışık ve çirkin işlere, her çeşit çıkar ve hırslara bulaştıran siyasetten ve bütün siyasî organlardan hemen ve kesin bir biçimde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saadetin emrettiği bir zorunluluktur. İslâm dininin yüceliği ve yüksekliği ancak bu şekilde tecellî eder.”
İlk adım da 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması (Kanun No:429); Tevhîd-i Tedrisât Kanunu (Kanun No:430) ve Hilêfetin kaldırılması (Kanun No:431) hakkındaki kanunlarla atıldı.
Bu kanunlar birlikte değerlendirildiğinde şu husus ortaya çıkar: Hilâfetin kaldırılması ve tevhîd-i tedrisat ile dinin devlet hayatında siyasî bir fonksiyon ifa etmesine kesin olarak son verilmektedir. Buna karşı Devlet, inkılâpların gerektirdiği fevkalâde bir kamu düzeni tedbiri olarak ve en önemlisi İslâm dininde örgütlü bir ruhban sınıfı bulunmadığı için, din işlerini bir kamu hizmeti saymaya devam etmekte ve bunun için de bünyesinde Diyanet İşleri Başkanlığına yer vermektedir.
Hilâfetin kaldırılması çok önemli ve isabetli bir karardır; çünkü Kur’an’da siyasî egemenlik bütünüyle insana verilmiştir ve bu egemenlik hakkını nasıl kullanacağı da açıkça bildirilmiştir.[8]
Böyle olmasına rağmen, Emevîler ve sonraki idareciler, Haricîlerin Dördüncü Halife Ali b. Ebî Tâlib’e karşı isyanlarında sloganlaştırdıkları “el-hukmu li’llah” (Hüküm Allah’ındır/Hâkimiyet Allah’ındır) iddiasıyla yola çıkarak kendi anlayış ve yorumlarını Allah’ın iradesi saymaya başladılar.
Bu ise, yöneticilerin dini kullanarak kendi saltanatlarını sağlama almalarının yolunu açtı. Çünkü “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile insanları yönetmeye kalkmak, o yöneticiyi sorgulama dışında bırakmak ve gerektiğinde değiştirilmek endişesinden kurtarmak demekti. Ki bu, Kur’an’ın mesajına tamamen zıt bir anlayıştır. Çünkü Allah, yeryüzünde egemenlik yetkisini tek tek insana vermiş ve ondan bu yetkisini adâlet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde kullanmasını istemiştir.
Ayrıca değişmezlik ve dokunulmazlık vasfı kazandırılan muâmelat, hakkında nass, yani ayet ve hadîs bulununlar dâhil tamamı ictihâdî’dir, yani yoruma bağlıdır. Bu konuda yapılacak yorumlarda, o hükmün anlamı ve maslahat (kamu yararı)’ın gözetilmesi temel amaçtır. Çünkü Kur’an’da muâmelatla ilgili düzenlemelerde, hükmün illet (cause) ve hikmet (wisdom)’leri üzerinde geniş bir şekilde durulmuştur. Onun için bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan şartlara, ihtiyaçlara ve kamu yararına göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu Devlet’e aittir.
İnkılâp Kanunlarının hemen arkasından Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk Anayasa’sı olarak kabul edilen 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa’mızda laikliğe işaret eden sadece iki madde vardı. Bunlar da, 70. maddedeki fikir ve vicdan hürriyeti ile 75. maddedeki “Hiçbir kimse mensub olduğu din, mezhep, tarikat ve fesefî ictihattan dolayı muaheze edilemez. Asâyiş, adâb-ı muâşeret-i umûmye ve kavânîne (kanunlar) mugâyir olmamak üzere her türlü ^üayinler serbesttir” hükümleri idi.
Esasen laikliğin temel unsurlarından biri olan din ve vicdan özgürlüğü, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu bir olgudur. Bir kere dine inanmak, doğrudan kişisel bir seçim meselesidir: “…Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf 18/29); “Dinde zorlama yoktur…” (Bakara 2/256); “Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yûnus 10/99); “Sizin dîniniz size, benim dînim banadır.” (Kâfirûn 109/6). Örnek olarak verilen bu birkaç ayet bile, Kur’an’ın inanmayı bir vicdan ve irade konusu kılmak suretiyle laikliğe giden yolda önemli bir ilke belirlemiş olduğunu gösterir.
Laikliğe giden yoldaki ikinci adım, 9 Nisan 1928’de 1924 Anayasa’sının 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dîni, İslâm’dır” hükmünün kaldırılmasıdır.
Nitekim bu maddenin kaldırılması ile ilgili teklifte, “din ile devletin ayrılma prensibi, Devlet ve Hükûmetin dinsizliği tervîci (yücelttiği) manasını tazammun etmemelidir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin devleti idare edenlerle edecekler elinde bir âlet olmaktan kurtuluş teminatıdır… Bu sebepledir ki, beşeriyetin manevî saadetlerini deruhde eden din, ağyar eli değmeyen vicdanlarda bülend mevkiini ihraz ederek Allah ile ferd arasında mukaddes bir temas vasıtası haline girmiş bulunacaktır…” denilmekte; dînî siyasî egemenlik için bir vasıta, bir çıkar aracı olarak kullanan zihniyete son verilmiş olmaktadır.
Bunun anlamı da artık kanunların yapımında ve dolayısıyla insanların aralarındaki ilişkileri belirlemeleri ve siyasî egemenliklerini kullanmaları sırasında, değişmezliği ileri sürülen katı kuralları ve dogmaları değil, zamanın ihtiyaçlarına, hayatın gerçeklerine cevap bulacak akıl ve bilim yolunu kullanmalarının gerekliliğidir.
Bu noktada İslâm, denebilir ki, evrensel dinler arasında en köklü, en güçlü ve en cesur olanıdır. Çünkü Kur’an, insanı ısrarla her hususta aklını kullanmaya, evrenin sırlarını çözmeye, dengesini bozmadan evrene egemen olmaya, olayları ve olguları sormaya ve sorgulamaya ve üzerinde düşünmeye çağırır.
Bilgisizlik,kör bir gelenekçilik, ataları körükörüne taklit Kur’an’ın reddettiği bir durumdur. Nitekim Kur’an’da akla, bilgiye ve düşünmeye öylesine önem verilmiştir ki, 275 yerde “Düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta; 200 yerde “düşünme ve tefekkür” emredilmekte; 12 yerde “dolaşarak evreni tanıma, araştırma ve ibret alma” ve 670 yerde de bilgi ve bilime teşvik edilmektedir. Esasen Kur’an’ın yorumlanması ve yaşanılan dönemin ihtiyaçlarına cevap bulunması demek olan ictihad’ın kaynağı da akıldır, bilimdir.
Oysa bugün İslâm dünyası, din eksenli ve ezberci, sorgusuz, soruşturmasız ve araştırmasız bir eğitimi yeğledikleri için, fevkalâde güçsüz, ezik ve edilgen durumdadır. Görünüşte bu dünyanın çok büyük kesimi petrol ve doğal gaz zenginidir. Ama İslâm Konferansı Örgütü üyelerinin gayri safi millî hâsıladan bilimsel çalışmalara ayırdığı pay sadece onbinde ikidir. Gelişmiş ülkelerde ise bu oran en az yüzde üçtür. Örgütün 57 üyesi var ve tamamındaki üniversite sayısı -bildiğim kadarıyla- 600 civarında. Sadece ABD’de ise 6000 dolayında üniversite var.
Öyle görünüyor ki, artık ilim de san’at da, İbn Sina’nın öngörüsünü doğrulayarak, rağbet görmedikleri, itibar edilmedikleri için İslâm ülkelerini terk etmiş ve yerini “akılsız îman”a, “teslimiyet” ve “taklit”ten oluşan “aşksız ve zevksiz” yaşanmayan bir dine ve cemaatler ve tarikatların egemenliğindeki içi boşaltılmış din anlayışına bırakmıştır. Oysa Atatürk, “Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.” (1925) dememiş miydi?[9]
Dinsiz bir milletin sürekliliği olamaz.
O halde bugün bilim, san’at ve kültür alanında başarılı bir sınav verememiş ülkenin çocukları olarak Atatürk’ümüzün 19 Mayıs 1919 tarihinde tutuşturduğu ve o tarihten beri yanan, ama yirmi birinci yüzyılda karartılmaya çalışılan meş’alenin 100. yılında Atatürk’ü anarken, artık bazı hususları da bütün çıplaklığı ile gündeme getirip hiç değilse, şu hususlarda birleşmeliyiz:
♦ Hiç vakit geçirilmeden İnkılâp Kanunları arasında çok önemli bir konumda olan Tevhid-i Tedrisat/Öğretimleri Birliği Kanununun gerçek anlamda uygulamaya sokulması şarttır. Çünkü Tevhid-i Tedrisat yalnızca öğretimlerin birleştirilmesini değil, eğitim ve kültür politikaları yoluyla asıl “Milletin Birleştirilmesi” amacını, millî birliği pekiştirmek amacını gütmüştür.
Atatürk’e göre, “…Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.”(1923); “Milleüimiz ve memleketimizin irfan ocakları bir olmalıdır. Bütün memleket evlâdı kadın ve erkek, aynı şekilde oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise, dinimizin felsefî gerçeğini inceleme, araştırma ve telkin bakımından ilmî ve fennî kudrete sahip olacak seçkin ve hakikî din bilginlerini de yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”(1923)[10]
Gerçi bir kısım aydına göre, Devlet eliyle olsa bile din eğitiminin Türk eğitim sistemi içinde mütalea edilmesi ve uygulamaya sokulması, her şeyden önce laiklikle çatışmaktadır. Aslında bu hatalı anlayış, baştan itibaren din eğitim ve öğretiminin, Türk milli eğitim sistemi içinde gereken ciddiyet ve ilgiden uzak kalmasının, hattâ sistem bütünlüğü içine alınmamasının sebeplerinden biri olmuştur. Unutulmamalıdır ki, ülkemizin şartları ile çoğunluğun mensubu bulunduğu sünnî-İslâm anlayışı, din eğitim-öğretimini ne dinî cemaatların idaresine bırakmaya izin verir ne de onu yok farz etmeyi veya hafife almayı makul gösterebilir.
♦ Bugün ülkemiz tıpkı Osmanlı dönemindeki gibi ayrı kulvarlarda koşan farklı isimlerdeki liseler, kolejler, din eğitim-öğretimi veren okulların yarışlarını seyretmektedir. Onun için din eğitim ve öğretimi milli eğitim sistemimiz içinde yeniden, ama ciddiyetle ve sistem bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Yoksa bütün okulları din eğitimi veren kurumlar haline dönüştürmek, milli eğitimi kurtarmak şöyle dursun ülkeyi ve milli bütünlüğümüzü yok eder.
Özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu çerçevesinde birer meslek okulu olarak kurulan imam-hatip liselerinin, din eğitim ve öğretimi yoğun genel öğretim kurumlarına dönüştürülmesi mutlaka önlenmelidir.
♦ Ayrıca eğitimin bütün kademelerinde dinin sevdirici nitelikte işlenmesi ve dinin bir amaç değil, insanı sevgi, doğruluk, adâlet, dayanışma, hoşgörü ve samimiyete, sağlam bir vatandaşlık anlayışına götüren bir kurum olduğu vurgulanmalıdır. Böylece çocuk, daha başlangıçtan itibaren din kurumunu ve onu takdim edenleri dokunulmaz, mutlak uyulması gerekeli varlıklar olarak değil, sadece doğruyu, sevgiyi, adâleti, dayanışmayı öğretmekle görevli öğreticiler olduklarını kavrar. O zaman da onların davranışlarına, yapıp-etmelerine göre, doğru ya da sahtelikleri hakkında bizzat karar verme gücüne kavuşur.
♦ Yaygın eğitim kurumlarından Kur’an kursları, bugün ülkemizde sadece Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı imiş gibi görünmekle beraber, yüzlerce gizli ve kaçak kursun başka adlar altında faaliyetlerini sürdürdükleri bilinmektedir. Ayrıca ülkemizde geleneklerin taşıdığı bir anlayışla vatandaşlarımız, çocuklarının Kur’an-ı Kerim’i okumayı bilmelerini arzu etmektedirler.
Bu istek, çıkarlara meydan vermeden, akılcı ve ilmî usullerle Devlet eliyle karşılanmalıdır. Ancak burada önemli bir hususa dikkat çekmeliyim. Tevhid-i Tedrisat Kanununa göre bütün “medrese ve mektepler” M.E.B.’na devredilip bağlandığına göre, Diyanet İşleri Başkanlığının denetiminde olsalar bile, Kur’an kurslarının da Kanun gereği M.E.B’na devri gerekli değil midir? Bize göre evet gereklidir; çünkü D.İ.B. bir eğitim kurumu değildir. Onun görevi, 429 Sayılı kuruluş kanunu, 1982 Anayasası ve 633 Sayılı Kanuna göre, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md.136), İslâm Dini’nin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir. (633 sayılı Kanun, Md.1).
Bu sebepten bana göre bu kurslar M.E.B.tarafından örgütlenmeli, işletilmeli ve denetlenmelidir. İlk iş olarak da bu kurslarda öğreticilik yapacak görevlilerin, mutlaka “pedagojik formasyon sertifikasına” sahip olmaları şart kılınmalıdır. Ancak bu ve benzeri düzenlemelerle din eğitim ve öğretimi millî eğitim sistemi içinde bir bütünlük kazanabilir; Devletin gözetim ve denetimi altında ferdin ve toplumun kanunların tanıdığı haklar ve hürriyetler çerçevesinde din eğitim ve öğretimi ihtiyacı yeterli düzeyde ve laiklik ilkesini zedelemeden karşılanmış olur.
Ancak bu hususta başarılı olabilmenin en önemli şartı, “nitelikli öğretmen” konusunun, “ders kitapları ve öğretmen kitapları”nın ilim zihniyeti ve çağdaş anlayışla çözümlenmesidir. Unutmamak gerekir ki, eğitim sisteminde öğretmen yenileşmeden yenilik gerçekleşemez; eğitim kurumu ve sistemi kendini yenileyemez. Bu durumun ve gerçeğin, din öğretimi için daha da önemli olduğu hususu daima hatırlanmalı ve ona göre çözümler aranmalı ve uygulanmalıdır.
♦ Bilindiği üzre Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde 429 Sayılı kanunla kurulmuş din hizmetlerini tedvir/idareye ve halkı din konusunda aydınlatmaya memur bir kamu kurumudur.
Şu anda imam-hatip liselerinden veya ilâhiyat fakültelerinden mezun olarak bu teşkilatta görev üstlenenler, aldıkları eğitim gereği dinî geleneğin ve muhafazakârlığın öngördüğü şekilde tarihî birikimden ibaret bir din kültürü ile donanmış oldukları için, din meselelerine yaklaşımları da bu çerçeve içinde olmakta; dolayısıyla çağdaş din bilimlerinin ürünlerine pek iltifat etmemektedirler. Yüzyıllar önce ve o dönemin şartlarına göre alınmış fıkıh, kelâm, tefsir ve benzeri eserlerin kabuğu içinde, günün meselelerine çözüm üretebilmek maalesef mümkün değildir. Dolayısıyla tarihî mirası kutsallaştırarak dinin sahip olduğu ve teşekkül döneminde sergilediği dinamizmi yakalayabilmek de tamamen imkânsızdır.
İşte D.İ.B. bugün, bir kesimin varlığını tartıştığı, bir kesimin de icraatını yetersiz ve yanlış bulduğu bir kurumdur. Böyle olduğu halde Başkanlık kendini üst düzeyde bir bilimsel kurum gibi görmektedir.(!) Gelişme ve toplumsal değişmeye ayak uydurmakta bile zorlanan bir kurumun böylesi boş bir kuruntuya sahip olması ve zaman zaman sergilediği son derece yersiz çıkışları, toplumu, geçmişin idealize edilmiş hayatı ile oyalamaktan başka bir işe yaramaz gibi görünüyor. Bu bu temelsiz kuruntulara kapılacağı yerde, camilerini ve personelini, herhangi bir cemaat veya tarikat bağlantılarından yahut da ideolojik saplantılardan, siyasetin ve ucuzculuğun etkilerinden kurtarabilirse, ülkeye en hayırlı hizmeti yapmış olur. Böylece belki de gerçek anlamda dinî hassasiyete sahip “muttakî ve muhsin” mü’minler ile Allah’a inandığını, ama yaygın dine ve anlayışına kapılarını kapatan, yani kabaca “deizm”e yönelen gençlerin câmilere ve dîne dönüşüne zemin hazırlayarak, anlamlı bir icraata imza atabilir.
Aklını kiraya vermemiş olan her akıl sahibi Türk vatandaşının Atatürk’ün hepsi birbirinden değerli beyanları arasından konumuzla yakından ilgili şu sözlerini yeniden değerlendirmelerini öneririm:
“… Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harab eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve mel’anetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık dinin icabatını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur… Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçü) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati âmmeye muvafıksa (kamu yararına uygunsa) kimseye sormayın. O şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk bir din olmasaydı ekmel (en mükemmel/en eksiksiz) olmazdı, âhir (son) din olmazdı…” [11]
Çağdaş bilimin çok büyük gelişme kaydettiği, ama bu bilimi kullanan ya da satın alma durumunda olan kitlelerin de ahlâksızlık, insafsızlık ve adâletsizliği akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir biçimde yaygınlaştırdıkları bir dönemde, İslâm dünyasının içinde bulunduğu bu zavallı ve ezik durumdan kurtarılması ve İslâm düşüncesinde bir yeniden doğuşun gerçekleştirilebilmesi için bütün gücümüzle uğraşmak hayatî bir zarurettir; ama aynı zamanda mutlak anlamda bir îman borcudur. İslâm dünyasında da, şimdiki halde, bu işi becerebilecek tek ülke laik rejimi benimsemiş olduğu için Türkiye gibi görünüyor.
Nitekim ülkemizde yirminci yüzyılın ilk yarısında Atatürk tarafından Kur’an-ı Kerîm’in ve Buhârî Tecrîd’inin tercüme ve tefsiri ile başlatılmış, ama yoğun olarak son çeyreğinden bu yana da, Kur’an’ı anlama ve anlatma, İslâm düşüncesini yeniden okuma, inşa etme ve benzeri konularda, yaşlı-genç akademisyenler tarafından çok önemli ve ümit verici çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır.
Ancak bu çalışmaların, ülkemizin resmî ya da gayr-i resmî mercîlerinde gönül hoşluğu ile kabul gördüğünü ve bu çalışmaların, Kur’an’ı ve Müslümanları savunduğunu ileri süren ve bu işin çığırtkanlığını yapan her sıfattan “zevat” veya resmî kurumlar tarafından terğîb ve teşvik edildiğini söyleyebilmek maalesef mümkün değildir.
Tam tersine bazı kesimler, Kur’an’ın yeniden okunması ve onun talep ettiği model bir ahlâk ve bilgi toplumu esaslarının yeniden ortaya konması fikrine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bunlar, genelde îtikadın özelde de Allah’ın “teslîmiyetçi” kadercilikten “tenzîh” edilmesini, arındırılması ve kurtarılmasını îtikadının temeli kılan İmam Mâtüridî’ye de sırt çevirmektedirler; çünkü o, onların çıkar düzenlerini, oyunlarını bozmaktadır. Ayrıca onlar, İslâm’a inanan herkesin “Allah’ın ayetleri” olarak bildirilen evrenin sırlarını çözmek için her alanda üretici ve yaratıcı olmaları gerektiğini savunan araştırıcılara, yapmakta oldukları çalışmalarının ya da tekliflerinin eğer varsa yanlışlarını gündeme getirip tartışacakları yerde, cehaletin ve “bedevî zihniyeti”nin tipik refleksi ile “zındık”, “kâfir” ve en hafif olarak da “müşteşrık bozması” yaftası yapıştırmakta ve dolayısıyla bu genç ve yürekli insanların cesaretlerini kırmaya çalışmaktadırlar.
Özellikle bu hususlarda başı çekenler, Müslümanların bir kesimini kendi “din”lerine bağlamış ve tartışmasız aşılmaz îman ve ilim otoriteleri olarak kabul edilen “şeyh”ler, “hoca”lar, “efendiler” ve “cemaatlar” ile onların sözcüleri durumundaki basın-yayın organlarıdır.
Ama ülkemizin ruhen ve zihnen genç ve akıllı insanları, bu olumsuzluklara rağmen dinin ve dinî hayatımızın sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmesi için, yasaklayıcı ya da göz yummacı bir anlayışla değil, doğruları cesaretle gündeme getirip bilimin şaşmaz ölçüleri ile ele almakta ve kamuya aktarmaya çalışmaktadırlar.
Bu anlayış ve tutumun, sarsılmaz bir irade ile, sadece bir kısım ilâhiyatçı akademisyen ya da araştırıcılarca değil, bütün Türk aydınlarınca benimsenmesi halinde, Atatürk’ü daha huzurlu ve güvenli bir ruh hali içinde anmayı ve anlamayı hak edebiliriz diye düşünüyorum ve’s-selâm…
[1] Bu hususta geniş bilgi ve kaynakça için bkz.: Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2012.
[2] Krş. Fazlur Rahman, İslâm ve Çağoaşlık (İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî Bir Geleneğin Değişimi), Çev. Alpaslan Açıkgenç-M.Hayri Kırbaşoğlu, Ankara:Fecr 1990; Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul:Pınar, 1990; aynı yazar, Entegrizm, çev. K.Bilgin Çileçöp, İstanbul 1995.
[3] Krş. M.A.Shaban, Islamic History: A New Interpretation.I, Cambridge,U.K. 1971, s. 15.
[4] Bkz. İlhami Güler, Allah’ın Ahlâkiliği Sorunu (Ehl-i Sünnet’in Allah Tasavvuruna Ahlâkî Açıdan Eleştirel Bir Yaklaşım), Ankara:Ankara Okulu 2002³, ss. 12-13.
[5] Krş.: Bakara 2/257.
[6] Msl.krş. Yûnus 10/28-29; Mülk 67/2.
[7] Krş. Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar.IV, Ankara:Semih Ofset 1995/ıv, s.87.
[8] Bu konuda bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, İslâm Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar, Ankara:Berikan ,2010; aynı yazar, Laiklik,Ankara:Panama,2016.
[9] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. II, 1959/215.
[10] Aynı eser. II, 1959/90.
[11] (16 Mart 1923-Adana Türk Ocağı). Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul: Anıl Yay. 1962, 81-82. Atatürk’ün din konusundaki görüşleri için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı, Ankara: Atam Yay. 2012.