06.06.2023

Atsız- Türkçülüğün mistik önderi

Ercilasun, konulara bilimin ışığını getirir. Ancak Atsız ve Türkçülük onu belirleyen iki unsudur. İlk elden tanıdığı muhite bilim eklenince eşsiz bir Atsız ansikolopedisi doğuyor. Eşsizden ne kastedildiğin, Ruh Adam bölümünden bir parçada görülüyor.


Atsız- Türkçülüğün Mistik Önderi kapağı

Selim Pusat, Güntülü ve Atsız

Ahmet Bican Ercilasun,  Atsız – Türkçülüğün Mistik Önderi kitabında
Ruh Adam romanını başkasının ulaşamayacağı bir açıdan sunuyor.

Kitabın Ruh Adam bölümünden bir parçayı aşağıya alıyoruz.
Dipnotlar verilmiştir.
Ancak referanslar için kitaba bakmanız gerekiyor.

Zamanın Birliği  

Atsız tarihin içinde gezinen bir adamdır. Ruh Adam tarihî bir roman olmasa da tarihten kopamazdı. Günümüzde yaşayan Selim Pusat, iki bin yıl öncesinin Burkay’ıdır. Uygur masalındaki Burkay gibi, o da evli olduğu hâlde bir kızı severek günah işlemiştir. Tarih tekerrür etmiştir. Aslında zaman nedir ki? Atsız’a göre dün, bugün ve yarın, hepsi birdir. “Bu timsal altında toplananlar ‘zaman’ı yapan ‘üç an’ın bir olduğuna inanmışlardır. Gelecek olan günler bugünün gününe karıştıkça vardır. ‘Bugün’ dediğimiz her gün ise esasen ‘dün’dür. Bir ip yumağı gibi dönen zamanın ucu geçmişte, bu geçmiş de Turfan’da, Hoçu’da, Orhun’dadır.” Bu satırları Atsız, 1933 Ekimi’nde çıkardığı Orhun dergisinin ilk sayısında yazmaktadır. Dün, bugün, yarın… Bu üç an da birdir, birbirine karışmıştır. Ruh Adam da öyle. Kâh geçmişte kâh gelecekte yaşamaktadır.

41 yıl önce Atsız Armağanı’nda şöyle yazmışım:

 “Şu gördüğün ne varsa birer küçük damladır,
Bir denize akıyor hepsi yerli yerince,
Bitiş gördüğün baştır, mezar beşiğe aştır,
Ölü diriye eştir, düşün biraz derince.”

“Atsız’da zaman bir bütündür. Geçmiş, hal, gelecek diye parçalanamaz. O, şiirlerinde olduğu gibi romanlarında da yalnız bugün değil, mâzide ve istikbalde de yaşar. Ruh Adam romanındaki Uygur hikâyesi Hun hükümdarı Mete zamanında yaşamış bir yüzbaşıyı, 10. asırda Uygurlar arasında yaşattığı gibi, Atsız’ın romanı da aynı yüzbaşıyı Selim Pusat (yazarın kendisi) olarak yaşatmaya devam ediyor. Atsız’ın hayat mâcerasına çok benzeyen ve bütün romanın ‘mütekâsif ve sembolik bir hülâsası’ diyebileceğimiz Uygur hikâyesindeki şu satırlar ebediyeti ifade ediyor: ‘Burkay! İyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın…’… Hikâyeyi yorumlayan kadın hikâyeyi bugünkü dile nakleden romanın esas kahramanına[1] ‘sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlamadan bugüne erişmiş bir subayısın’ der. Hakikaten Yüzbaşı Selim Pusat Çamlı Koru’daki çam ağacının yanında dolaşmaya devam edecektir. Romanın sonundaki sahnede, Kız Lisesinin bahçesindeki üç genç kızın konuşması ile hikâyenin bitmediğini, Mete ordusundaki yüzbaşının yaşamaya devam edeceğini anlıyoruz. Atsız için mâziyi istikbâle bağlayan âdeta mücessem bağlar vardır. İnsanlar birbirlerine tutunmuş, mâziden istikbâle koşuyor gibidirler. ‘Bozkurtların Ölümü’ndeki ‘Romanın Hikâyesi’ adlı girişte yazar, romanını anlatırken şu cümleleri kullanır: ‘Bir roman ki, size 1300 yıl öncesini yaşatacak ve birbiri ardınca sahneye çıkan kahramanlar günümüze kadar gelecek.’ Romanda Kıraç Ata’nın Yüzbaşı Bögü Alp’a söylediği şu sözler de bu devamlılığı ifade eder: ‘Adınız unutulmayacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak.’ Ve romanın sonunda Bögü Alp ölürken ‘bin üç yüz yıl sonra…’ diye mırıldanır.” (Ercilasun 1976: CXXXIV-CXXXVI).

Konunun üzerinde bu kadar durmamın sebebi, “zamanın birliği kavramı” ile “tarih”in, Atsız’ın bütün eserlerinde ve yazılarında ne kadar önemli yer tuttuğunu anlatabilmektir. Ruh Adam gibi, esasen günümüzde geçen bir romanda dahi Atsız’ın kahramanı, tarihin derinliklerinden gelmekte ve bugünde yaşamaktadır. Ve bu kahraman Atsız’ın kendisidir. Elbette âşık olduğu genç kız da tarihin ve hatta efsanenin derinliklerinden gelmekte ve o da günümüzde yaşamaktadır. Güntülü, Uygur masalındaki Açığma-Kün’ün ta kendisidir. Açığma kün, “açan güneş” demektir ve bu anlam da neredeyse Güntülü’nün anlamıyla örtüşmektedir; iki kelimede de “güneş” vardır ve romanda Ayşe Pusat’ın söylediği gibi Selim’i gün çarpmıştır. Veya Yek’in söylediği gibi Güntülü çarpmıştır. Üstelik Atsız’ın bir mektubunda belirttiği gibi “Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve gerçek isimleri de romandaki isimlerine yakındır.” (Hacaloğlu 2013: 260). Aydolu, Yağmur Atsız’ın kitabının 176. sayfasından sonraki resimlerde görünen “Dünyâ Güzeli Aysen Abla” olmalıdır. Romandaki Işık Kızlar, Erenköy Kız Lisesi’nin öğrencileridir. “1940 sonları ve 50’lerde bilhassa yaz ayları ve ekseriyetle o efsânevî ‘Erenköy Kız Lisesi’ eski mezunlarından kalabalık bir grup, bâzen yirmiyi aşkın genç, alımlı, zekî, zarif ve şık genç kız evimizi doldururdu.” (Yağmur Atsız 2005: 177-178).

Buhranlı Yıllar

Erenköy Kız Lisesi Tarih Öğretmeni Bedriye Atsız 13 Mayıs 1944’te bakanlık emrine alınmıştır. Roman kahramanı Ayşe Pusat, görevden alındıktan üç yıl sonra, bir Sonbahar’da okuluna dönmüştür. Bunu 1947 Sonbaharı olarak düşünebiliriz.

Irkçılık – Turancılık Davası’ndan 1,5 yıl hapis yatan Atsız, 25 Ekim 1945’te tahliye olunmuştur. 1945-46 Kışı’nı yoğun bir şekilde Bozkurtların Ölümü’nü yazmakla geçirmiştir. Kitap 13 Nisan 1946’da bitmiştir. 1946 yılında Atsız’ın iki kitabı daha basılmıştır. Yolların Sonu ve Süruri Ermete adıyla Türkiye Asla Boyun Eymiyecektir. 14 Temmuz 1946’da ikinci oğlu Buğra doğmuştur. 1947-1949 yıllarında Atsız, Türkiye Yayınevi’nde çalışmış ve bu yıllarda Osmanlı Tarihleri I kitabıyla meşgul olmuştur. Kitap 1949’da yayımlanmıştır. Aynı yıllarda Bozkurtlar Diriliyor romanını da yazmıştır. Bu romanın bitiş tarihi 15 Nisan 1949’dur. 25 Temmuz 1949’da Atsız Davutpaşa Ordaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanır; fakat fiilî görevi Süleymaniye Kütüphanesi’nde tasnif memurluğudur. 21 Eylül 1950’de Haydarpaşa Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin edilir. 06 Ekim 1950’de Orkun dergisinin ilk sayısı çıkar. Selim Pusat imzası ilk defa Orkun’un 08 Haziran 1951 tarihli sayısında görülür. “Geri Gelen Mektup” şiiri ise Orkun’un 44. sayısında, 03 Ağustos 1951’de yayımlanır. “Bu şiir, Atsız’ın intişar etmemiş bir romanından alınmıştır.” notuyla.

Bu kronolojiyi vermemin sebebi, Atsız’ın buhranlı yıllarını bulmaya çalışmaktır. Romandaki şiirin altında bulunan not, Ruh Adam son şeklini almamış olsa bile -ki bu muhakkaktır[2]– Ağustos 1951’de romanın bitmiş olduğunu gösteriyor. Roman kahramanı Selim Pusat’ın çalıştığı yerin tasviri, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki çalışma mahalline tıpatıp uymaktadır. Görev de aynı şekilde tasnif memurluğudur. Atsız’ın Süleymaniye’de göreve başlaması ise 1949 yılının Temmuz sonudur. O hâlde 1949-1950 yıllarını Atsız’ın buhranlı yılları olarak tespit edebiliriz. Yağmur Atsız’ın bahsettiği Erenköy Kız Lisesi’nin güzel kızları da bu yıllarda evlerine gelmektedir. Ve bunlar Bedriye Atsız’ın öğrencileridir. Atsız’ın 14 Temmuz 1946’da doğan ikinci oğlu Buğra da 1949 ortalarında üç yaşını doldurmuştur. Selim Pusat’ın oğlu Tosun da o yaşlardadır. Buğra ile Tosun arasındaki anlam benzerliği açıktır. Elbette Tosun, Atsız’ın iki oğlunu da da temsil etmektedir[3]. Selim Pusat’ın hapishane yıllarındaki oğul şüphesiz Yağmur’dur. Fakat 1949 yılında artık o 10 yaşında bir çocuktur. 1949 ortalarında Atsız’ın yoğun kitap yazma çalışmaları da bitmiştir. Ve işte o sıralarda evlerine gelen Bedriye Hanımın öğrecilerinden genç bir kıza âşık olmuştur. Hacaloğlu’na yazdığı mektupta “Romandaki şahısların hiçbiri muhayyel değil.” diyor (2013: 228). 09 Mart 1973’te İsmail Hakkı Gökhun’a yazdığı mektupta da “Bu roman, yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar gerçektir.” demektedir (2013: 236). 08 Haziran 1973’te Turan Kekevi’ye yazdığı mektupta da “Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve gerçek isimleri de romandaki isimlerine yakındır. O romanda, hayal olan pek az şey var. Hakikatler biraz sembolik bir şekilde yazılmıştır.”  diyor (2013: 260). Bu ifadelere dayanarak Atsız’ın 1949-1950 yıllarında, romanda adı Güntülü olarak geçen kıza âşık olduğunu ve bu yüzden buhranlar geçirdiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Esasen romanın bütün kurgusu bu aşk üzerinedir ve hiçbir cinsî temasın olmadığı bu aşk yüzünden Atsız kendisini ağır bir suçlu, büyük bir günahkâr kabul etmektedir. Bu romanı yazarak da kendisini cezalandırmış, ebediyen azap çekmeye mahkûm etmiştir. 1950 sonlarında Atsız’ın dizanteriye yakalandığını da biliyoruz. 11 Ocak 1951’de İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’na yazdığı mektupta “Bütün kuvvetimi, enerjimi alan müzmin bir dizanteri geçirdim. Teşhis olunamadığı için de bir hayli sarsıldım.” diyor (Hacaloğlu 2013: 45). Roman kahramanı Selim Pusat da birkaç defa hastalanır ve hastahaneye yatar. Dizanterinin belirtileri arasında şiddetli ateş ve hâlsizlik de vardır. Selim Pusat’ta olduğu gibi.

09 Mart 1973’te İsmail Hakkı Gökhun’a yazdığı mektupta Atsız, bütün şahısların gerçek olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor: “Yalnız Şeref, şerefi; Kubudak ihtirası temsil ediyor. Kubudak, Moğolca ihtiras demektir. Türkçeye de geçmiştir.” (Hacaloğlu 2013: 236).

Kendisine yapılan suçlama, apoletlerinin sökülmesi ve ordudan atılması sebebiyle, “Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum.” notunu Selim Pusat’a bırakarak intihar eden Şeref, mektupta belirtildiği gibi şeref kavramını temsil eden hayali bir şahsiyettir. Sık sık bir hayal olarak belirir ve Selim’in yanlış işler yapmasını engellemeye çalışır.

Ya Gerçek Kahramanlar

Romanın gerçek olan kahramanlarını Altan Deliorman göstermiş ve uzun uzun tanıtmıştır (2013: 209-237). Selim Pusat, Atsız’ın kendisi, Ayşe Pusat da Atsız’ın eşi Bedriye Atsız’dır. Yalnız Ayşe Pusat edebiyat öğretmeni, Bedriye Atsız ise tarih öğretmenidir. Nitekim Atsız’ın edebiyat öğretmeni olmasına karşılık Selim Pusat subaydır. Ancak Atsız da Selim Pusat da tarihçi ve şairdir. Bedriye Atsız’ın Erenköy Kız Lisesi’ndeki okul arkadaşları ve öğrencileri de Ayşe Pusat’ın arkadaşları ve öğrencileri olarak romana girmişlerdir.

Şeytanı temsil eden, hatta doğrudan doğruya şeytanın kendisi olan Yek, Deliorman’ın yazdığı gibi Osman Reşer’dir. Asıl adı Oskar Rescher olan Osman Reşer bir Alman Yahudisidir ve oryantalisttir. Hitler’in baskısından kaçmış, Türkiye’ye gelmiş ve Müslüman olarak Osman Reşer adını almıştır. Darülfünün’da Arap edebiyatı müderrisliği yaparken Atsız’ın da hocası olmuştur.

Osman Reşer romanda üç ayrı kişi olarak görünür: Yek, Osman Fişer ve Doktor Selim Key.

Yek, Eski Uygur Türkçesi metinlerinde “şeytan” anlamında geçer. Bir hayal olarak Selim’in karşısına sık sık sık çıkan Yek, çirkin, aksak ve kamburumsu bir tip olarak tasvir edilir.

Tarihî Evrak Komisyonu’nda işe başlayan Selim Pusat’ın iş yerinde çalışanlardan biri de Osman Fişer’dir. Atsız, “asıl adı Oskar iken Müslüman olunca” adını Osman’a çeviren bir Alman Yahudisi olduğunu romanda da belirtmiştir (s. 128). Osman Fişer, ikiz kardeşi olacak kadar Yek’e benzemektedir. Osman Reşer de gerçekten Atsız’ın çalıştığı Süleymaniye Kütüphanesi’nde sık sık çalışmaktadır. Kütüphanede kendisini gören Deliorman onu şöyle tasvir etmektedir: “Osman Reşer gerçekten ‘Yek’ tipinde tasvir edilen gibiydi. Çirkin ve zayıftı. Kamburumsuydu. Kılık kıyafetine özen göstermezdi.” (Deliorman 2013: 218).

Doktor Selim Key de tıpkı Yek’e benzemektedir. Selim hastalandığı zaman doktor kılığında gelmiş ve hastalığa aşk teşhisini koymuştur (s. 172-178). Key, Yek sözünün tersidir ve onun da Eski Uygur Türkçesinde bir anlamı vardır: “İyi”.

Prenses Leylâ Mutlak, Vahideddin’in torunu olan Prenses Hanzade’dir. Esasen romanda da Leylâ Mutlak’ın asıl adının Leylâ Hanzade olduğu belirtilmiştir (s. 147). Ancak roman kahramanı Hanzade, Vahideddin’in torunu olarak değil, Kanuni tarafından boğdurulan Şehzade Mustafa’nın on birinci kuşaktan torunu olarak gösterilmiştir (s. 149).

Atsız’ın Osmanlı hanedanına özel bir ilgisi vardı. Hatta bu konuda bir de kitap yazmıştı:

“Atsız’ın tâ 1952’den îtibâren en az öbürü kadar (kayıp Türk Tarihi – ABE) önem verdiği, bu uğurda düzinelerce Hânedân mensûbu ile kim bilir kaç yüz kere mülâkatlar yapıp notlar aldığı bir başka eser hazırlığı vardır ki buna dâir notlar da ölümüyle berâber sırra kadem basmışdır: ‘Osmanlıoğulları’nın Saray Hayâtı’ yâhut başka bir serlevhayla ‘Osmanoğulları’nın Mahrem Hayâtı’” (Yağmur Atsız 2005: 214).

İkinci Abdülhamid’in eşi Müşfika Kadınefendi ve kızı Ayşe Sultan ile Atsız’ın çok yakın görüştüğünü yine Yağmur Atsız’ın kitabından öğreniyoruz:

“Onlar bizim Maltepe’deki harabhâneye gelirdi biz de onların Yıldız / Beşiktaş Serencebey Yokuşu 55 numaradaki konağına giderdik.” (2005: 212). Hatta ikisinin Atsız ailesine imzaladıkları bir resimleri de Yağmur Atsız’ın kitabında yer almaktadır.

Bu bilgilere göre Atsız’ın, Vahideddin’in kızının kızı olan ve güzelliğiyle şöhret bulan Hanzade Sultan’ı da tanıdığını kesin olarak söyleyebilir, onunla mülakat yaptığını da düşünebiliriz.

Romanda ikinci doktor olarak görünen Cezmi Oğuz, Atsız’ın Askerî Tıbbiye’den beri arkadaşı olan Doktor Cezmi Türk’tür. 1950’de Demokrat Parti milletvekili olan, 1952’de Remzi Oğuz Arık’la birlikte bu partiden ayrılarak Türkiye Köylü Partisi’ni kuran Cezmi Türk’ü 1950’lerin ikinci yarısında ben de bir iki defa görmüştüm. O tarihlerde Cezmi Türk partinin genel sekreteriydi ve Genel Başkan Tahsin Demiray’la birlikte partinin İzmir kongresi için gelirlerdi. Kongreye gidip ikisini de dinlediğimi çok iyi hatırlıyorum. 1963’te Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne öğrenci olarak kaydolup Süleymaniye Kütüphanesi’nde Atsız’ı ziyaret ettiğim zaman birkaç defa onun “Cezmi’nin kızı Emek, İzzet’in kızı Bilge de sizin sınıfta” dediği de hatırımdadır. Bunu, Atsız ile Cezmi Türk arasındaki samimiyeti anlatmak için kaydediyorum. Romanda da Cezmi Oğuz askerî doktordur ve Selim Pusat’la “aynı birlikte bulunup arkadaş olmuşlardır.” (s. 181).

Altan Deliorman’ın bahsetmediği Kurmay Yarbay Tahsin de elbette gerçektir ve Atsız’ın yakın arkadaşı Tahsin Demiray’dır. Selim’in eski arkadaşlarından Kurmay Yarbay Tahsin, Neşriyat Şubesi’ndedir ve Selim’i Tarihî Evrak Komisyonu’na memur olarak o almıştır (s. 125-126). 1944 hadiselerinden sonra işsiz kalan Atsız da 1947-1949 yıllarında eski arkadaşı Tahsin Demiray’ın Türkiye Yayınevi’nde çalışmıştır. Maamafih, Kurmay Yarbay Tahsin’in, Tahsin Banguoğlu olduğu da akla gelebilir. Atsız’ın üniversiteden sınıf arkadaşı olan Banguoğlu 1940’ların sonunda Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ve Atsız, onun tarafından tekrar öğretmenliğe, fiilen Sülaymaniye Kütüphanesi’ne tayin edilmiştir.

Doktor Cezmi Oğuz’la Selim Pusat konuşmaktadırlar. Söz aşkın felsefesine, aşkın tarifine gelmiştir. Cezmi Oğuz şöyle der:

“Kesilmiş bir koyunun kasap dükkânındaki manzarası hoşa gitmez, hatta bazılarına iğrenç görünür. Fakat usta bir aşçının elinde nefis bir et yemeği olduğu zaman, dükkândaki manzarasına bakamayanlar bile onu iştahla yer. Aşk da böyledir…” (s. 183).

Burada Doktor Hasan Ferit Cansever’e atıf yapıldığı açıktır. Vejeteryan olan Cansever’in 1944 zindanlarında arkadaşlarını etten vazgeçirmek için kasaptaki manzaranın iğrençliğinden bahsettiğini 1944 Türkçüleri sık sık anlatırlar.

Olayların Geçtiği Mekân

Baştaki Uygur masalı bir yana bırakılırsa eserin mekânı, Atsız’ın Maltepe Feyzullah Caddesi’ndeki 9 numaralı evi, Maltepe civarı, Erenköy Kız Lisesi ve Süleymaniye Kütüphanesi’nin bahçeye bakan camlı bölmesidir[4]. Fakat Atsız mekânla ilgili ayrıntılara yer vermez. Şeref’in resminin duvarda mı, masada mı olduğunu neden sonra anlarız. Selim Pusat’ın evinin iki katlı olduğu da Erzurum’dan gelen telgraf dolayısıyla anlaşılır. Selim “aşağı kata” inerek kapıyı açar (s. 124). Evin, okulun, iş yerinin, Çamlı Koru’nun ayrıntıları romanda yoktur. Şahısların fizikî tasvirleri de son derece sınırlıdır. Romanda öne çıkan, olaylar ve şahısların ruhî tasvirleridir.

Çamlı Koru belki de Bağdat Caddesi ile Mimar Sinan Caddesi’nin kesiştiği köşede bulunan Maltepe Çamlık Çay Bahçesi’dir. Bugün de burada çamlar bulunmaktadır. Şeref’in mezarının bulunduğu mezarlık, Adatepe’deki mezarlık olabilir. Selim Pusat’ın bir defa gittiği meyhane de Yağmur Atsız’ın bahsettiği Eski Maltepe Çarşısı’ndaki meyhane (2005: 204) midir acaba? Ayşe Pusat ailesi ve arkadaşlarının bir kır gezintisi için gittikleri Huzur Çayhanesi’nin yerini de bilmiyoruz. Romanda ayrıntılı tasvirler bulunmadığı için bu mekânlar hakkında şimdilik kesin şeyler söyleyemiyoruz. Ancak Selim Pusat’ın evden çıkınca dolaştığı yerlerin Maltepe Feyzullah Caddesi civarı olduğu kesindir.   

Psikolojik Atmosfer

Eserin kurgusuyla paralel olarak en başarılı yanlarından biri psikolojik atmosferidir. Olaylar sanki somut mekânlarda değil zihinlerde cereyan etmektedir. Ev, okul, Çamlı Koru gibi somut mekânlar sanki, zihnî maceraları bir yere oturtmak, kahramanların ayaklarını yere bastırtmak için kabataslak çizilmiş yerlerdir. Yaşanan şeyler zihinlerde ve ruhlardadır. Onlar için de yanı yöresi, kenarı köşesi belirlenmiş somut mekânlar gerekmemektedir. Kahramanlar âdeta seyyal varlıklardır ve bu varlıklar ruhlar gibidir. Sanki romanda ruhların dansı vardır. Çamlı Koru’daki kanepede oturan Selim, bedeni görünmeyen bir kadının okuduğu şiiri duyar. Kanepenin diğer kenarında oturan kadın ise bir başkasıdır; Leylâ Mutlak’tır. Selim’in uzun uzun sohbet ettiği Leylâ Mutlak günün birinde yok oluvermiştir. Yardımcısı Gülsafa Kalfa birden yaşlanır, sadece Safa olur. Şeref, resim çerçevesinden çıkar, kanlı elleriyle kapı tokmağına dokunur. Ayşe Pusat, çerçevedeki resmin değiştiğini, Şeref’in hüzünle gülümsediğini ve başını salladığını görür. Resmin altındaki yazı silinir. Maltepe’deki evin penceresinden görünen Yek, yarım saat sonra Erzurum’dan Selim’e telgraf yollar. Yek’in getirdiği celpname ile Selim, mahşerdeki mahkemeye gider. Bütün bunlar olurken Ayşe’nin öğrencileriyle ve Selim Pusat’la, Selim’in de Ayşe’nin öğrencileri ve arkadaşlarıyla konuşmaları, sanki ruhların dansına zemin hazırlamak içindir. Atsız’ın başından da geçen gerçek olaylar da aynı şekilde hayallerin oynaştığı sahnede bir dekordur. Eser baştanbaşa, bir zamanlar Maltepe ve civarında yaşamış birkaç ruhun macerasıdır. Ve bu ruhlar macerası şahane bir dille anlatılmıştır. Başka romanların ruhi tasvirlerinde olduğu gibi, öyle karmaşık ve çapraşık bir dille değil, alabildiğine yalın bir dille anlatılmıştır. Birbirini takip eden uzun cümlelerin yorucu anlaşılmazlığıyla değil, kısa cümlelerin, okuyucuyu yormayan yalınlığı ve duruluğuyla anlatılmıştır. Sadece bir örnek:

“Selim, kadın güzelliğinden zevk alıyor değil, bu güzelliğe saygı duyuyordu. Ancak onun ruhunu dolduran askerlik başka her şeyi o kadar ezip kırmıştı ki, kadın güzelliğine karşı olan duyguları da kalbinin derinliklerine sinmiş ve artık kendisi de bu hissinin varlığından habersiz yaşamaya alışmıştı.” (s. 100).

Dil ve Şiir

Ruh tahlillerinin ve bir psikolojik romanın bu kadar akıcı ve anlaşılır bir dille yazılmış olması, bana öyle geliyor ki, sadece Atsız nesrinin başarabileceği bir iştir.

Eserde evet, işmizaz,  muhayyele, muhassala, istihfaf, ihfâ, garâmî, cemad, tarziye gibi bugün artık seyrek kullanılan, gençler tarafından pek bilinmeyen kelimeler vardır. Fakat bu gibi kelimeler çok azdır ve sadece birer ikişer defa geçmektedir. Bunlar ve sıkça kullanılan muttarid  kelimesi 1950’lerin, 1970’lerin okumuşları için hiç de yabancı değildir. Fikret’in ünlü şiirindeki “Küçük, muttarid, muhteriz darbeler” mısraı her aydının ezberindedir. Bunlara karşılık bugün daha çok –an / -en ekiyle yapılan sıfatlar yerine –ıcı / -ici ekiyle yapılan sıfatların (ürpertici, örseleyici, kamaştırıcı…); bugün daha çok –ma / -me ekiyle yapılan isimler yerine –ış / -iş ekiyle yapılan isimlerin (seziş, özleyiş, gülümseyiş, dürtüş, sıyrılış, saldırış…) kullanılması, esere Türkçe açısından bir duruluk katmaktadır.

Ve şiir. Atsız’ın romanlarından eksik olmayan mısralar. “Yazının askercesi olan mısralar.” (s. 244). Bozkurtların Ölümü’nde, kopuz eşliğinde Kara Ozan’a ve Çuçu’ya söyletir şiirlerini, burada romanın kahramanlarına.

“Selim Pusat, askerî lise talebesi olduğu zamanlardan beri şiir yazardı. Harb Okulu’nda bu merak devam etmiş, subaylığı sırasında da şiirle uğraşacak vakit bulabilmişti. Fakat Harb Akademisi’ne girince her şeyi bırakmış ve sanatların en ciddîsi, güzel sanatların en üstünü olarak harp sanatını kabul etmişti… Ayşe kendisine şair olduğunu hatırlatınca eski yazılarını hafızasında bulmaya çalıştı:

 Aşkınla senin bunca gönül etmede nâle…
Uğrunda akan göz yaşımız oldu şelâle.
Onmaz kara sevdamızı kan söndürecektir…

Bunlarda ne vardı? Hiç… İçinde aruzun âhenginden başka bir şey bulunmayan bu mısraları Selim gülünç buldu.” (s. 70-71).

Sonra o beş kıt’a. Çamlı Koru’daki kanepede, görünmeyen kadının okuduğu şiir:

Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder…
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök, ver!
Yoktur öte âlemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın
… (s. 76)

Selim Pusat’ı ürperten, günlerce, aylarca aklını ve hafızasını meşgul eden, sonra da onu vazgeçilemez şekilde o büyük aşka iten mısralar…

Selim sonunda sesin sahibini bulacaktır. Güntülü’dür bu. Görünmeyen kadının sesindeki ahenkle aynı şiirden iki kıt’a daha okumuştur:

Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgâr gibi inmiş;
Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın…

Anlatması imkânsız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki…
Bak emrediyor: Daldığın âlemden uyan ki
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın
. (s. 140)

Son mısraı dinleyince Selim, yıldırımla vurulmuşa dönmüştür. Sadece görünmeyen kadının sesinin ahengi değil, şiir de aynıdır. Yani görünmeyen kadın Güntülü’dür. Selim şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşamaktadır. Çünkü Güntülü bu şiirin Selim tarafından yazıldığını söylemiştir. Üstelik “Unuttuğunuza göre bin yıl önce yazmış olacaksınız.” diyerek.

Ve nihayet o ünlü şiir:

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu
… (s. 246)

Romanın yayımlanışından yıllarca önce, 03 Ağustos 1951’de Orkun dergisinde yer alan şiir. Yolların Sonu’nda “Geri Gelen Mektup” adını alacak olan şiir.

“Selim gözlerinden perde kalkan bir insan gibi gerçekleri görmeye başlıyordu. Artık hiçbir şüphesi kalmamıştı: Güntülü, aşk konusunu şuuraltına atmış bulunan Selim’e karşı taarruza geçmiş, hem güzelliğini, hem zekâsını kullanarak kendisini zorla, evet zorla sevdirmişti.” (s. 208).

 Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…

Aslında Selim farkına varmadan, bir süredir bu şiiri yazıyordu. Şiirin bir mısraını da masasındaki notları arasında unutmuştu:

  Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım… (s. 243)

Ayşe Pusat bu mısraı görünce “Acaba Selim bir aşkın eşiğinde mi bulunuyordu?” diye düşünmüştü. Sonra da bu düşüncesinden vazgeçmişti. Fakat Selim’in kaderi iki bin yıl önce çizilmişti. “Mutlak sevecekti, bundan kaçamazdı.” Artık o, ışık etrafında uçup dönen bir pervane idi. Pervane gibi kendini ışığa atıp yanacaktı; aşkını gizleyemezdi:

Pervane olan kendini gizler mi alevden?

Gizlemedi ve şiiri Güntülü’ye gönderdi. Fakat gönderdiğini bilmiyordu. Mektup geri gelince şiiri yazdığını ve Güntülü’ye gönderdiğini hatırladı. Göndermeye mecburdu; “iki bin yıl önceki macera tekrarlanıyordu.” (s. 247).

***

Ruh Adam, son derece orijinal ve şaşırtıcı kurgusuyla, efsanevi Uygur hikâyesiyle, ihtişamlı mahşer sahnesiyle, gerçek ve hayali olayları, aralarında fark yokmuş gibi birbirine karıştırarak düzenlemesiyle, zamanlar aşırı bağlantılarıyla, son derece yalın bir dille anlatılan ruh tahlilleriyle, ruh tahlillerinin çok ötesinde hayallerin ve ruhların hadiseler içinde cevelan etmesiyle, diliyle, şiiriyle olağan üstü bir sanat eseridir.

 

[1] Hikâyeyi bugünkü dile nakleden, romanın esas kahramanı Selim değil, karısı Ayşe’dir.

[2] 26 Ocak 1973’te Hacaloğlu’na yazdığı mektupta “Ruh Adam, ilk yazılışına göre hayli değiştirildi.” diyor (2013: 228). Adile Ayda’ya yazdığı 20 Şubat 1973 tarihli mektupta da “Roman yazılalı çok olmuştur. Altındaki tarih makinaya çekilmesinin sonunu göstermektedir. Ancak, makinaya çekilirken, hayli değişiklik yapılmış, hukuki bakımdan da tekrar gözden geçirilmiştir.” (Ayda 1988: 47) demektedir.

[3] 26 Ocak 1973’te Hacaloğlu’na yazdığı mektupta dediği gibi: “Yalnız bir iki yerde, iki kişi tek şahıs… olarak gösterilmiştir.” (Hacaloğlu 2013: 228).

[4] Tabii ki romanda evin adresi, lisenin ve çalışma yerinin adı yoktur. Ancak biz romandaki şahıslarla Atsız ve karısının ayniyetinden hareketle bu mekânlara ulaşabiliyoruz.

Yazar

Ahmet Bican Ercilasun

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar