Yükleniyor...
Ahmet Naim, kavmiyetçiliği red konusunda, kendince birçok ayet ve hadislere dayanır. Getirdiği bütün ayetler, birlik ve beraberliği telkin eden, Hz. Peygamber’e tâbi olmayı öğütleyen, takvayı öne çıkaran ayetlerdir. Hadisler konusunda da hepsi “asabiyet”i ele alan, onu hangi hâl ve şartlarda yasak getiren ve tanımlayan hadislerdir. Gerek ayet ve gerekse hadislerde Ahmet Naim, bir ilim adamı gibi değil bir polemikçi gibi davranmıştır. Hatta tercümelerde ciddi hatalar da yapmıştır. Bunları göstermeye çalışalım.
Her şeyden evvel şunu ifade etmeliyiz ki Kur’an’da asabiyetten bahsedilmez.
Asabiye kelimesi Kur’an’da geçmez ama. Kavm kelimesi üç yüzden fazla ayette geçerken, bu ayetler kavmiyetçilikle ilgili bir yasak içermez. Buna dayanarak Kur’an’a göre milliyetçiliğin yasak olduğu aklı başında bir kişi tarafından iddia edilemez.
Bilakis Kur’an, insanların belli soy ve soplara ait olarak yaratıldıklarını, birbirlerini bilmesi için kabileler ve şubelere ayrıldığını söyler. Keza Rum Suresi’nde insanların dillerinin ve renklerinin farklı farklı oluşu Allah’ın varlığının delilerinden sayılmıştır.
Şu hâlde insanların böyle farklı cinslere, farklı kavimlere farklı milliyetlere ayrılması ilahî iradenin bir tecellisidir. Öyleyse kavim ve millet gerçeğini görmemek, yoktur demek, kabul etmemek her şeyden önce ilahî iradeye ters düşer.
Ahmet Naim’in, konuyla ilgili diye kaynak gösterdiği ayetler, başka alanların ayetleridir. Bununla beraber konuyla ilgili bir ayet de almıştır. Ancak tercümede ve ayeti yorumlamada hatalar yapmıştır. Mesela Hucurat Suresi’nin 13. Ayetini şöyle tercüme etmiştir:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sizi ancak tanışasınız, bilişesiniz diye şubelere ve kabilelere ayırdık (Bu şubeler ve kabilelerin ehemmiyeti var zannetmeyiniz). Nezd-i ilahi’de en keriminiz en takva olanınızdır. Şüphesiz Allah Teâlâ Alîm ve Habîrdir” (Hucurat, 13).
Ayetin orijinalinde “bir erkek ve bir dişiden (ünsâ)” tabiri, burada “bir erkekle bir kadından (imre’e)” şeklinde tercüme edilmiştir. Ahmet Naim’in tercümesi bizim ayete biyolojik yaklaşımda bulunmamızı engelliyor. Yani “Bir erkek ve dişiyi” X ve Y kromozomları şeklinde anlamamıza engel teşkil ediyor.
Ayette geçen kelime “kadın” değil “dişi” kelimesidir. Ahmet Naim bu ayetin tercümesinde parantez içinde araya soktuğu “Bu şubeler ve kabilelerin ehemmiyeti var zannetmeyiniz.” ifadesiyle ilahî iradeye âdeta karşı gelmiştir. Çünkü ayette Allah, “Biz sizi şube ve kabilelere ayırdık.” diyor. Haşa Allah şube ve kabilelere ayırarak hata mı etti ki, yoksa önemsiz bir fiilde mi bulundu ki, parantez içinde ‘Bu şubeler ve kabilelerin ehemmiyeti var zannetmeyiniz.’ diyebilmektedir.
İlahî irade, insanların birbirlerini bilmesi tanıması hikmetine binaen böyle yapmış olduğunu açıkça söylemektedir. Bu husus sadece üstünlük taslamak için olmayacaktır. Yoksa Allah’ın bu takdiri ehemmiyetsiz değildirler. Üstünlüğün takva ile olduğu zaten ayetin müteakip beyanında açıkça belirtilmiştir.
Gelelim dayanak olarak gösterdiği hadislere. Ahmet Naim’in dayandığı bütün hadisler içinde asabe kelimesi geçen hadislerdir. Hatta kitabına başlık olarak aldığı “kavmiyet” kelimesi geçen hadisleri bile kaynak olarak gösterememiştir. Herhâlde Ahmet Naim, kavmiyeti ve milliyetçiliği reddedecek ayet ve hadis çok aradı, ancak asabe hadislerini bulabildi kanaati bizde hakim olmuştur.
Bilindiği üzere milliyet kelimesiyle asabe kelimesi arasında dağlar var. Anlam yakınlığı bile yoktur. Asabe tamamen kana dayalı, soy, sop ve sülaleyi, klanı ifade eden bir kelime iken, millet ise, çok daha genel dil, din, kültür, anane, müşterek tarih ve hislerin bir araya getirdiği insan topluluğudur. Milliyetçilik de bunun idrakidir. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse; asabe veya aşiret kana; kavm dile; millet kültüre ve ümmet de dine dayanır.
Kaldı ki, asabiyetle yasaklanan; bir kavmin içinde bulunan birçok aşiretin, kabilenin, sülalelerin kendi aralarındaki husumetler ve kan davalarıdır. İslam tarihinden anladığımız kadarıyla Agayev’in de belirttiği gibi, bu kabileler; bazen iki şairin atışmasından, bazen bir deve veya at yüzünden yıllarca kanlı çatışmalara girebiliyorlardı. Hatta Kur’an’da bedeviler için olan “El-A’rabu eşeddu kufren ve nifakan”(Küfür ve nifakta bedevilerden daha şiddetlisi yoktur.) ayeti boşuna inmemiştir.
Burada zemmedilen bedevilerin aşiret ve asabelerinden doğan hâlleridir. Yoksa Arap kavminin tamamı değildir. İslâmiyet zaten Arapları bu bedevilikten, aşiret hâllerinden kurtarıp onları Arap kavminin birliği etrafında toplayarak İslâmiyet’in intişarını sağlamıştır. Bu hususlar maalesef Ahmet Naim’in umurunda bile değildir.
Ahmet Naim, Arapçaya vukufuna rağmen bazı hadisleri yanlış tercüme etmektedir. Onların yanlış anlaşılmasına, yanlış yorumlanmasına sebep olmaktadır. Nitekim bu hususu arkadaşımız merhum Prof. Dr. Ali Yardım’ın bir çalışmasından öğrenmekteyiz.
Ali Yardım Bey şunları söylemektedir:
“Mesela eserinin 40. Sayfasında İslâm ırkçılığı menetmiştir sloganına yegâne mesnet edilen ‘Leyse minna men de’â ilâ ‘asabiyye…’ hadisini tercüme ederken, ‘…asabiyet davasına kalkışan ve asabiyet davası üzere ölen’ şeklinde tercüme etmiştir.
“Halbuki Ahmet Naim Bey gibi Arapça’nın bütün inceliklerine vakıf birisi değil, vasat seviyede Arapça bilgisi olan bir kimse bilir ki, ‘De’â’ fiili, ‘ilâ’ harf-i ceri (prepositon) ile kullanıldığı zaman, o fiil, ‘iddia etmek ve davasına kalkışmak’ manasına değil, diğer lügatlerin yanı sıra Kamus’un da ifade ettiği gibi ‘bir kimseyi bir nesneye sevk etmek’ anlamında kullanılmış olur. Yani ‘eyleme sürüklemek için propaganda yapmak’ demektir. Nitekim Fatımilerde İsmaili mezhebinin propagandası ile görevlendirilmiş kadroya bir unvan olarak verilen ‘Dâ’i’, ‘Dâ’iddüât’ (Propagandacı, baş propagandacı) tabirleri aynı kökten gelir. Yine Kamus, asabiyet manasına gelen taassup kelimesinin karşılığını, asabiyet icra etmek şeklinde ifade eder.
“Demek ki, kelimenin esası ‘iddiasında bulunmak’ değil, ‘aktif olarak bir işi icra edip yapmaktır’…
“Maalesef bugün Türkiye’mizde yukarıdaki hadisin metni değil, Ahmet Naim Bey’in tercümesi yürürlüktedir. Bu hatalı tercüme bir daha tercüme edilerek ortaya ‘İslam Irkçılığı Menetmiştir’ hükmü çıkmıştır. Birisi de kalkar bu ikinciyi tercüme etmeye girişirse, artık ne ortaya çıkar bilemeyiz.” (Ali Yardım, Asabiyyet, Milliyetçilik Demek midir? Kubbealtı Akademi Mecmuası, S. 8, s. 39-40, İstanbul, 1977)
Ali Yardım Bey, Ahmet Naim Bey’in konuyla ilgili olarak alması gereken hadisi, kaynak, ravi göstermeden geçiştirdiğini söyler. Hâlbuki o, aldığı her hadisin ravi ve kaynağını vurgulayarak alır. Mesela ravisi Ebu Hureyre, Tahrici Müslim gibi.
Kanaatimiz o ki, herhâlde o hadis, kavmiyetçilerin/milliyetçilerin işine yarıyor olmalı ki, böyle bir yol izledi kanaati bizde hâkim olmaya başlamıştır. Ali Yardım hocayı dinliyoruz.
“Eserde dikkatimizi çeken noktalardan birisi de şu olmuştur: Asabiyyet meselesi ile uzaktan yakından ilgisi olan veya olmayan ayet ve hadisler sıralanıp, ortaya konmak istenen iddiaya delil yapılmaya çalışıldığı hâlde, bu meselenin mihverini teşkil eden hadise yer verilmemiştir. Israrla eserin satırları arasında aramamıza rağmen, o hadise ne sebeple ise, yer verilmediğini gördük. Sözünü ettiğimiz hadis Vasile b. El-Aska rivayetidir:
-Ya Resulallah! Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiyyetten sayılır mı? sorusuna Peygamber Efendimiz’in: ‘Hayır!’ Diye cevap verdiği ve ‘Ancak, kişinin zulüm ve haksızlık hâlinde olan kavmine yardım etmesi asabiyettir’ buyurduğu hadis…
Meselenin merkezini teşkil eden bu hadisi, Ahmet Naim Bey’in görmemiş olması düşünülemez; zira, bahsi geçen son cümlesini, ravi ve kaynak ismi vermeden, bir araya sıkıştırmayı ihmal etmemiştir. ‘Bakınız, asabiyeti Resulullah Efendimiz bizzat: Mezmum olan asabiyet, kavmine zulüm üzerine yardım etmekliğindir, diye tarif buyurdukları gibi…’ (İslam’da Dav. Kav. S .46 (orijinalinde) şeklinde kaydetmiş ve hiçbir fikir beyan etmeden geçiştirmiştir.” (Ali Yardım, a.y., s. 40-41)
Aynı hadis-i şerifin altındaki “En hayırlınız aşiretini müdafaa edendir.” (s. 46) hadisinde kaynak ve ravisi verilmemiştir. Sadece devamına “lakin şeriata aykırı bir şekilde müdafaa edip de günaha girmemek şartıyla” ifadesi eklenmiştir. Demek ki, bazı hâllerde kavmini, aşiretini insan müdafaa etmek durumunda kalabiliyor.
Yine aynı sayfanın devamında (s. 46), Ahmet Naim, kaynak ve ravi göstermeden, Hz. Peygamber’e ait olmayan, fakat sahabeden Abdullah İbn Mesut’a ait bir sözü (buna mevkuf hadis derler), Hz. Peygamber’e aitmiş gibi göstermiş. O da şudur: “Her kim kavmine hakkın gayri üzere taraftarlık ederse, çukura düşmüş deve gibidir, kuyruğundan tutulup çekilir”. Bkz. Yardım, a.y., s. 41)
Görüldüğü gibi Ahmet Naim’in bu kitabı, kavmiyetçiliği ret hususunda gerçek anlamda hiçbir ilmî ve dinî delile dayanmadan yazılmış bir polemik kitabıdır.
Devrin siyasi çalkantıları içinde, imparatorluğun çöküşünün gerçek nedenlerinin sadece milliyetçilik akımlarının ortaya çıkması olarak görmek tarihi ve olayları yanlış yorumlamaktan başka bir şey değildir. Hele Türkçülük akımı bu olayların sebebi değil, neticesidir.
Osmanlı son dönemlerinde özelikle son iki asırdır, çağı okuyamadı, sanayileşemedi, bilim ve teknolojide gerekli devrimi yapamadı, yönetim zaafları sergiledi, merkezî otorite zayıfladı, dünya siyasetine ayak uyduramadığı gibi, ona karşı stratejik politikalar geliştiremedi uzun süre üst bürokrasiyi gayrimüslimlere terk etti, İslâm’ı çağın idrakine söyletemedi. Batının oyuncağı oldu vs. Parçalandı gitti.
Gerçi uygulanan İslâmcılık, Osmanlıcılık gibi siyasetler fayda vermedi. Türkçülük, en son başvurulan bir tarz-ı siyaset olmuştur. Netice itibariyle Osmanlı’nın enkazından Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkaranlar başta Mustafa Kemal Atatürk gibi düşünen Türkçülerdir. Eğer bugün biz Türk’üz ve Müslüman’ız diyebiliyorsak onlara çok şey borçlu olduğumuzu da bilmeliyiz.
Ahmet Naim, bu kitabında kavmiyetçiliğin/milliyetçiliğin İslâm’da ret edildiğini, bunun zararlı bir akım olduğunu ve batıdan geldiğini savunduğunu gördük. Bu üç hususta da hata etmekte olduğunu göstermeye çalıştık.
Onun kavmiyetçilikten anladığı, kabile, aşiret ve sülalelerin haksız yere birbiriyle çatışmaları demek olan “asabiyetçiliktir”. Kavimcilik veya milliyetçiliğin yasak olduğuna dair hiçbir dinî ve ilmî delil ortaya koyamamıştır.
Kaldı ki kavmiyetçiliğin veya milliyetçiliğin tarifini yapmadan kitabında onlara ret için kullandığı kavramlar: “cinsiyet”, “da’va-yı cinsiyet”, “kavmiyet”, heva-yı asabiyet”, asabiyet-i kavmiye” gibi kavramlardır.
Bunların bugünkü milliyetçilikle bir ilişkisi yoktur. Bir kavmin veya bir milletin içinde var olan boy, kabile, klan hatta baba tarafından sülale demek olan asabiye kavramına dayanarak kavmiyetçiliği veya milliyetçiliği ret etmeye kalkması hiçbir akıl ve mantıkla izah edilemez.
Onun eserini Türkçeye çevirenlerin bütün bu kavramların hepsine birden “ırkçılık” adını vererek çevirmelerine ne denir bilmiyorum? Yani, asabiyet, kabile, (klan, sülale) cinsiyet, kavmiyet, milliyet vs. hepsi yine tanımı yapılmayan “ırkçılık” kelimesiyle tercüme edilmekte, siyasi İslâmcılık adına, parti çıkarları adına Türk – İslâm gençliğinin kafasında kavram kargaşası yaratılmaktadır.
Bugün ırk kelimesi antropolojide çok daha genel anlamda kullanılmaktadır: Beyaz ırk, siyah ırk ve sarı ırk gibi. Bunların her birinde çeşitli milletler, kavimler vardır. “Öyleyse asabiyet mi, kabilecilik mi, kavmiyetçilik mi, milliyetçilik mi, yoksa beyaz ırkçılık mı? Hangisi yasak?” diye insanın sorası geliyor.
Elbette veda hutbesinde geçen “Arap’ın Arap olmayana… Bir üstünlüğü yoktur.” hadisinde evrensel bir ilke vardır. Çünkü yeryüzündeki insanların farklı farklı şubelere ayrılması, birinin diğerine üstünlüğü değil, birbirlerini tanıması esasına dayanır. Birinin diğerini haksız yere hor görmesine izin vermez. O zaman olay asabiyete indirgenmiş olur. Asabiyette haksız yere kendi klanına arka çıkmak demek olduğunu yukarıda görmüştük.
İslâmiyet, her şeyin yerine göre kullanılmasını ister. Mesela, şehvet, kin, nefret, öfke vb. kavramlar ahlaki anlamda iyi görülmeyen kavramlardır. Bu sıfatlar insana hâkim olduğunda, insanı ve toplumları felakete götürür. İslamiyet bu kavramları yok et demiyor, bunların kontrol altında tutulmasını, istismar edilmemesini tavsiye ediyor. Şehvet nikâhlı ve meşru yolda kullanılırsa temiz nesiller ortaya çıkar.
Allah düşmanlarına kin ve buğz etmek övülmüştür. Öfke, yeri geldiğinde özellikle savaşta gerekli olan bir duygudur. Öyleyse, asabiyet kavmiyet ve milliyet duyguları da yeri geldiğinde meşrudur. Yeter ki, İslâm’ın koyduğu sınırlar içinde kalınsın.
İslâm’ın yasakladığı her zaman aşırı ve gayr-ı meşru hususlardır. Mesela asabiyet; kan üstünlüğüne, kendi ırkından olmayanlara tahakküm etmek, onlara hayat hakkı tanımamak, insanlık hislerine rencide edici davranışlarda bulunmak ve kendi kabilesinin örf ve geleneklerini her şeyden üstün tutmak vs anlamında ise bu yasaktır.
Sanıyorum ırkçılık diye kastedilmesi gereken de bu olmalıdır. “Irk” Arapçada damar, kök, yol soy anlamında kullanılmaktadır. İslamiyet’in yasak ettiği menfi asabiyetçiliktir o da “ırkçılıktır” denirse bir sorun yoktur. Kavmiyetçilik ve milliyetçilik gibi kavramlar bu sözcükle yani “ırkçılık” la asla ifade edilemez.
Asabiyetin olumlu anlamları da vardır. Mesela asabe kavramını ünlü bilgin İbn Haldun (M.1332–1406) farklı bir anlamda kullanır. Ona göre devlet asabe üzerine kurulur. Yani devletin güç kaynağı asabiyet hissidir. Bir diğer tabirle millî birlik ve şuuru canlı tutan, devlet kuran asabiyet hissidir. Ona göre dinleri ve mezhepleri yaymak da asabiyet duygusu iledir. Asabiyet olmadan şeriat bile korunmaz.
İbn Haldun’a göre asabiyet duygusunun bozulmuş hâli (ki biz buna menfi asabiyet diyoruz) üzerinde durur ve İslâmiyet’in onu niçin yasakladığının altını çizer:
“Asabiyet’in yasaklanmasının sebebi, onun kötü ve yanlış işlerde kullanılmasına engel olmaktır. Cahiliyet çağında asabiyet bu yolda kötü maksatlar için kullanılıyordu. Maksat asabiyet ile övünmeye engel olmak, onu kimsenin zararına kullandırmamaktır.” (Mukaddime, I/543 vd. Çev. Z. K. Ugan, İst. 1985)
Milliyetçilik, bugün Batı’nın faşizm ve nazizm dediği kavramlarla da izah edilemez. Çünkü milliyetçilik bir kültür hareketi olduğundan, kendi kültürünün yozlaşmasına yani ülkenin yabancı kültür erozyonlarının açık pazar yeri olmasına karşı çıkar. Halka dayalı bir siyasi hareket olması sebebiyle de otoriter sistemlere karşıdır. Bu sebeple batılıların ifadeye çalıştığı faşizm ve nazizm kavramları konunun dışındadır.
Türkiye bir gariplikler ülkesi hâline geldi. Kavram kargaşası yaşanan ülkemizde maalesef milliyetçilik de ırkçılıkmış gibi anlaşılıp, anlatılmakta ve siyasi çıkarlara malzeme yapılmaktadır. Hele bölücülük, ayrımcılık anlamında kullanılması ilmen ve vicdanen kabul edilir bir şey değildir.
Sık sık medyada siyasilerden duyduğumuz milliyetçiliğin; “etnik, bölgesel ve dini” olarak taksimi, beşeriyet tarihinde hiçbir sosyolog, filozof ve bilim adamına nasip olmayan (!) bir taksim şeklidir.
Bunun yanı sıra içinde Türk telaffuzu geçen “Türk tarihi, Türk düşüncesi, Türk sanatı, Türk bayrağı, Türk müziği” vb gibi terimlere ırkçılık olarak karşı çıkanlar, bir başka etnik gurubun ırkçılığına ses çıkarmamaktadırlar.