09.12.2023

“İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” kitabına eleştirel bir yaklaşım-2

Prof. Dr. İsmail Yakıt'ın Babanzade Ahmet Naim'in Türkçülere karşı yazdığı “İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” adlı kitabını eleştirdiği makalesinin ikinci bölümüdür.


Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın Babanzade Ahmet Naim’in Türkçülere karşı yazdığı

“İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” adlı kitabını eleştirdiği makalesinin ikinci bölümüdür.

Muhtevasının tam olarak görünmesi için geniş bir özetini verdiğimiz ve sözlerini italik karakterle gösterdiğimiz Ahmet Naim’in bu kitabında ilkin kitabı telif sebebini ele almış olduğunu görürüz. Bunun sebebinin kendisine yöneltilen sorular olduğu ve aynı soruları ele alan İslâm Mecmuası’nın bu konuda yetersiz ve hatta sessiz kalışı olduğunu söyler. Bir nevi durumdan vazife çıkaran Ahmet Naim, Sebilürreşad dergisinde çok uzun bir yazı yazar ve sonra da bu yazı bir kitapçık hâlinde neşredilir.

Özetini verdiğimiz bu kitabın içeriğinden de anlaşılacağı üzere asıl hedef Türkçülerdir. Ahmet Naim’in bu yazısına o dönemin Türkçülerinden özelikle Ahmet Agayev (daha sonra Ağaoğlu soyadını almıştır.), aynı yıl Türk Yurdu’nda (Cilt.3, Sayı, 70;s.372–376; Sayı. 71, s. 388–392, Temmuz 1330 R./1914) “İslâm’da Da’va-yı Milliyet” adı ile cevap verir.

Agayev’in bu cevabından bazı pasajları aşağıya alacağız. Biz şimdi burada, Ahmet Naim’in kitabındaki fikirlerini dört ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar: Kavmiyetçilik anlayışı, zamanındaki siyasi olaylara bakışı, tarihten verdiği örnekler, dayandığı ayet ve hadislerdir. Şimdi bunların her birini ele alalım.

Kavmiyetçilik anlayışı

Ahmet Naim’in, adı geçen kitabına başlık olarak seçtiği “kavmiyetçilik” kelimesi, onun lügatinde “İslâm ümmetini ölüme götüren tedavisi güç, bulaşıcı bir Frenk hastalığıdır.”

Bu tanım, siyasi bir yorumdur. Kavim kelimesinin hiçbir tanımını yapmamıştır. Anlam ve içerikleri farklı olan Asabe, cinsiyet kavmiyet ve milliyet gibi kelimelerinin hepsini yaklaşık aynı kategoride ele almaktadır. Hâlbuki asabe kelimesi, bir kişinin baba tarafından bağlı olduğu ailesi ve ecdadına denir. Yani kişinin baba tarafından olan sülalesine sosyolojik olarak boy, kabile, aşiret veya klanına verilen addır. Bir diğer tabirle bir kavmin içinde pek çok aşiret, asabe bulunabilir. Kavm ise aynı dili konuşan, aynı millî vicdana sahip olan insan topluluğudur. Bunlar sosyolojik gerçeklerdir.

Allah, insanları böyle yarattığını Kur’an’da açıkça (Rum, 30/22) söyler. Yani ilahî irade, beşeriyeti kavim kavim, millet millet yaratarak şubelere ayırmayı uygun bulmuştur (Hucurat, 49/13). İslâm ümmetinin içinde pek çok kavim vardır ve varlıklarını İslam’la devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla bir kişinin hangi kavimden olduğunu söylemesi ve kavmine hizmet etmesi, onun yükselmesi için çalışması demek olan kavmiyetçilik niçin yasak olsun ki? Yasak olan veya olması gereken, şiddete başvurarak, haksız yere kendi aşiretine yardım eden ve diğerlerini küçük görüp onlara tahakkümde bulunmak isteyendir.

Dolayısıyla yer yer “cinsiyet”, “da’va-yı cinsiyet”, “kavmiyet”, heva-yı asabiyet”, asabiyet-i kavmiye” şeklinde ifade etmeye çalıştığı kavmiyet veya geniş manada milliyet fikri, kavram analizleri yapılmadan toptan hastalık ilan edilmiş ve “kavmiyetçilik” adı verilen bir çuvalın içine doldurulmuştur. Burada asıl hedef Türkçülük hareketidir.

Zamanındaki Siyasi Olaylara Bakışı

Ahmet Naim, Türkçüleri “Halis Türkçüler” ve “Türkçü-İslamcılar” olarak iki grupta mülahaza etmektedir. Birincileri dinsiz ilan ederken, ikincilerin muhatap alınabileceğini söylemektedir.  Türkçüleri böyle iki gruba ayırmak mümkün mü?

Bunun cevabını o devirde Ahmet Naim’e cevap yazmış olan Ahmet Agayev şunları söylemektedir:

“Ahmet Naim, Türkçülere atfederek şiddetle tenkit ettiği maddeleri tek bir vesika ile bile teyit edememiştir. Türkçülere ait malumatlarını yalnız Türkçüler ile vaki olan münazara ve münakaşalardan elde etmişti…

Naim Bey, asıl tenkitlerine girişmeden evvel Türkçüleri iki zümreye ayırıyor. Birisine ‘Halis Türkçüler’ diğerine ‘Türkçü-İslamcılar’ unvanını takıyor.

Birincilerini, ‘Telkih etmek istedikleri şey açıkça dinsizlik mefkûresidir.’ İkincileri de ‘Ne serden ve ne yardan geçiyorlar.’ diye tarif ediyor.

Naim Bey, şu taksimatı nereden aldı? Hangi vesika üzerine tesis etti?

Türkçülük gibi artık teessüs ve tebellür etmiş olan bir cereyanda bu gibi taksimatı yapmak için mutlak elde taksimatı teyid edecek vesikalar bulunmalıdır.

Acaba hangi Türkçü nerede ‘Dinsizliği telkih eylemek’ istemiştir? Hangi Türkçü, nerede, İslâmiyet’le dinsizlik arasında mütereddit bulunduğunu ve bunlardan hangisini tercih edeceğini bilmediğini söylemiştir?

Bu suallere cevap vermedikçe ve verilen cevaplar senetler ve vesikalar üzerine istinat ettirilmedikçe yapılan taksimatın indî, keyfî ve gayr-i varit kalacağı tabiidir. Biz ise Türkçülük cereyanına Naim Bey’den daha yakın olduğumuz için mezkûr cereyan içinde dinsizlik mefkûresini değil taşıyan, onu müsamaha eden biri bile yoktur… Türkçülük cereyanını iyice telkin edenler, araştıranlar Naim Beyefendi’nin fikrinin tamamen aksini görüyorlar… Naim Beyefendi’nin Türkçülüğü, ‘dinsizlik mefkûresini takip edenler’ ve ‘ne yardan ne de serden vazgeçenler’ arasında taksim etmesi hakikate uygun değildir. Türkçülük gayr-i kabil-i taksim bir vahit-i küldür. Onun takip ettiği gaye, yürüdüğü yol bir olduğu için ikiye inkısamı gayr-i kabildir…”

Milliyetçilik fikrinin bir asabiyetçilik ve kavmiyetçilik olduğunu, bunun da Müslümanları böldüğünü iddia eden Ahmet Naim, bu fikrin Batı’dan ithal edildiği kanaatindedir. Ahmet Naim, bu düşüncelerinde haklı değildir. Millet fikrini de bu kategoride ele alan Ahmet Naim, millet ve milliyet duygusunun fıtrî olduğunun farkında değildir. Yani doğuştan gelen bir fikirdir. İki bin yıl topraksız kalan Yahudileri tekrar bir araya getirip, tarihin acımasız dönemlerinde onları ayakta tutan milliyet duygusudur. Eğer bu fikir fıtri olmasa, zor zamanlarda ortaya çıkmasaydı bugün Yahudi diye bir millet olmazdı. Fransız ihtilaliyle Batı’dan geldiği iddia edilen şey, milliyet fikri değil, milliyet fikrinin siyasi bir kimlik kazanmasıdır. Yani milliyet fikrinin veya milliyetçiliğin siyasi platforma geçişi, politik arenada kendini göstermesi, bir başka ifadeyle ideolojilerde yer almasıdır (Yakıt, İslâm’ı Anlamak, s.359, İst. 2009).

Osmanlı İmparatorluğunun çöküşe geçtiği dönemde imparatorluk bünyesi içinde bu ideolojiler kendini göstermeye başlamıştır. Türkçülük hareketi ortaya çıkmadan evvel, Müslim ve gayr-i Müslim topluluklar Bab-ı Ali yokuşunda kendi millî kulüplerini çoktan açmaya başlamıştı. Meşrutiyetle bu akımlar ivme kazandı.  Osmanlı Sultanı Sultan Reşat, 1911 Haziran’ında Balkan gezisine çıkıp, Murat Hüdavendigar’ın şehit düştüğü Kosova’da arkasında yüz bin Arnavut’la Cuma namazı kıldı ama, Arnavutluk çok geçmeden kaybedildi.

Türk Ocağı 22 Mart 1912’de kuruldu Türk Ocağı’nın gayesi şöyle belirtilmişti: “Türk’e millî varlığını tanıtmak, Türk harsını (kültürünü) geliştirerek, kültür sahasında Türk millî birliğini meydana getirmek; Türk’ün fakirine, yoksuluna, hastasına yardım etmek; fikren, iktisaden, Türk’ün gelişmesini sağlamak; medeni bir Türk camiası yaratmak.”

Yine 1912 yılının sonlarında bir ilim akademisi olarak çalışan bir Bilgi Derneği kuruldu. 1913’de Bilgi Mecmuası çıkarmaya başladı. Devrin ilim adamları çeşitli komisyonlarda çalıştırılmak üzere toplanıyordu. Ziya Gökalp de Türkiyat, İslâmiyat, Felsefe ve İctimaiyat ve Türkçülük şubelerinde çalışmaya başlar (N. Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, İst. 2005).

Ahmet Naim’in yazı yazdığı Sebilürreşad dergisinin bulunduğu idare binasının çok yakınında diğer Müslüman toplulukların hepsi millî kulüplerini kurmuşlardı. Araplar, Kürtler, Arnavutlar vs. Kaldı ki o Kürtlerin henüz bu hastalığa yakalanmadığını söylese de onların da kulüpleri mevcuttu. Onlar bölücülük yapmıyor da neden Türkçüler bölücü oluyordu? Bunu anlamak mümkün değildir.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’de bulunan Türklerin milliyetlerine en son sahip çıkan topluluk olduğunun en sağlıklı yorumunu Ziya Gökalp yapmıştır. Ona göre:

Milliyet mefkûresi gayr-i Müslimlerden sonra Arnavut ve Araplarda, en nihayet Türklerde zuhur etti. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir: Osmanlı devletini Türkler teşkil etmişlerdi. Devlet, vaki bir Millet, milliyet mefkûresi ise iradî bir milletin cürsûmesi(kökü) demektir. Türkler önce önce hadsî bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkûre için, bir mevcûdeyi tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdi. Bunun için Türk mütefekkirleri, Türklük yok, Osmanlılık var diyorlardı.” (Türk Yurdu, S.281, s.66, Ocak, 2011)

Ahmet Agayev de Türkçülerin en önemli vazifelerinden birinin, İslâmiyet’in feyizli ve bereketli ahkâmını ve emirlerini, yılların birikimi olan hurafelerden sıyırarak Türk kavminin kalp ve dimağına sokulması olduğunu beyan eder. Ona göre:

Kavmiyetçiliğin temel şartlarından biri de millî vicdanı şuurlu bir hâle getirmektir. Millî vicdanın esaslarından biri İslâmiyet’tir. Keşke bu hareket birkaç nesil evvel bütün İslâm kavimlerinde başlamış olsaydı. Herkes kendini tanımış bulunsaydı. Emin olunuz ki o zaman Arnavutluğu bugünkü musibetlere, felaketlere sokabilecek hiçbir kuvvet bulunmazdı. Demek ki, kavmiyet cereyanı mahiyet itibariyle İslam milletleri arasında nifak ve ihtilafa düşürecek hiçbir esası ihtiva etmiyor. Bilakis kavmiyet cereyanı bütün İslâm kavimlerinin müşterek buldukları aynı dinin yükselmesi üzerinde yürüdüğü için, İslâm kardeşliğinin gerçek ve fiili bir surette tesisi için en önemli ve temel amillerinden birisidir.” (İsl. Da. Millî.”)

Dolayısıyla İslâm kardeşliğinin de temeli, kavmiyetçiliğe yani millî benliğe sahip çıkarak, ortak din İslâm’ın yücelmesi yolunda çalışmaktır.

“Siz Türkçülük yaparsanız, onlar da kendi kavimlerinin milliyetçiliklerini yaparlar.” iddiasının günümüze kadar gelmesi, Osmanlıcılık veya İslâmcılık hassasiyetinden ziyade siyasi çekişmelerin etkili olduğu, parti çekişmelerine malzeme yapıldığını söylemek gerekir (Kösoğlu, a.e., ).

Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın önde gelen isimlerinden olan Hüseyinzade Ali Bey’in 1914’de yazdıkları, Ahmet Naim’e verilebilecek cevaplar arasında tartışma kabul etmeyecek mahiyettedir. Nitekim o diyor ki:

Onların milliyetçiliği yeni bir şey değildir. Kürt milliyetçiliği yirmi yıl önce başladı. Arnavut milliyetçiliği başlayalı otuz yıldan fazla zaman geçti. Ermeni milliyetçiliği en aşağı kırk, Bulgar milliyetçiliği altmış, Yunan milliyetçiliği seksen yıllıktır. Türk milliyetçiliği bunların sebebi değil, neticesidir.”

Tarihten verdiği örnekler

 Türk tarihinin İslâmiyet’ten önceki dönemlerini reddeden ve tanınmış simaları dinsiz, şaman gibi sıfatlar takarak okunmasını, bilinmesini kabul etmeyen Ahmet Naim, verdiği örneklerle çelişki içinde kalmaktan kurtulamamaktadır. Hatta İslamiyet’ten önceki isimlerin alınmasının doğru olmadığını Hz. Peygamber’in bir uygulamasına dayanarak reddetmektedir. Nitekim diyor ki: “Hz. Peygamber cahiliye dönemi isimlerini değiştirirdi. Mesela Zeydülhayl’i, Zeydülhayr; Abdüluzza’yı, Abdurrahman olarak değiştirdiği gibi…” (s.13).

Ahmet Naim bu konuda çelişki içindedir. Çünkü Hz. Peygamber isim sırf cahiliye döneminin ismi diye kimsenin ismini değiştirmedi. Değiştirdiği isimler, anlam itibariyle kötü ve putperestliği çağrıştıran isimlerdi. Yoksa Haşim ismi, Amr ismi, Ömer, Osman, Yasir, Huzeyfe isimleri gibi daha binlerce isme dokunmadı.

Bunlar da cahiliye dönemi isimlerindendi. Bu isimleri İslâmiyet’le almamışlardı. Yeter ki isim, anlamı kötü ve müşrikliği anımsatmasın. Öyleyse biz Türkler de anlamı güzel olan tarihteki Türk isimlerinden çocuklarımıza verebilmemizin ne sakıncası olabilir ki? Bunlara şaman veya dinsizlerin isimleri veya “vaftiz isimleri” diyerek hakaret etmek hangi akıl ve mantıkla izah edilebilir?

Öte yandan İslâm öncesi Türk tarihi okumanın veya tetkik etmenin, araştırmanın ve öğrenmenin uygun olmadığını söyleyen Ahmet Naim, gençlere İslâm mücahitlerini öğrenmeyi önermektedir. İslam mücahitlerini öğrensinler ama Türk tarihindeki kahramanları da öğrensinler. Türklerin nereden geldiği, Türk boylarını, tarihte kurdukları devletleri ister bilim olarak ister merak olarak okuyup öğrensinler. Bunun da bir sakıncası yok. Bu da oldukça faydalı bir uğraştır.

Hz. Peygamber, şecere ilminin öğrenilmesini tavsiye etmiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir, bu konuda uzmandı. Kim hangi sülale ve aşiretten, ataları kimlerdir, hangi aşiret, asabe ve kabileler kimlerle akrabadır gibi konularda derin bilgi sahibiydi ve herkes ona sorardı. Hz. Ebubekir’in bu konudaki meziyeti hakkında İslâm tarihi kitaplarında yeterli malumat vardır.

Hz. Peygamber’in İslâmiyet’ten önceki geriye doğru ataları, şecere bilimiyle meşgul olanlar tarafından tespit edilmiştir. Hatta O’nun aslında Mudar kabilesinden ve Kureyş’in bu kabilenin bir şubesi olduğu, İslâm öncesi Arap kabilelerini inceleyenler tarafından tespit edilmiştir. Mudar, Peygamberimizin geriye doğru 22. Atasının ismini taşıyan kabilenin adıdır. Nitekim Hz. Peygamber’i öven kasidelerden “Kaside-i mudariyye” “Mudar kabilesinden seçilmiş peygambere selam olsun.” diye başlamaktadır.

Şu hâlde İslâm tarihindeki bu gerçekleri görmeyen Ahmet Naim, Türk tarihinin araştırılmasına niçin karşı çıkmaktadır? Bir kimse bugün Oğuzhan neslinden geldiğini ve Oğuz’un yirmidört boyundan, filan boya ait olduğunu araştırması söylemesi ve atalarını onlara dayandırmasının İslâm açısından sakıncası ne olabilir ki?

Ahmet Agayev, Ahmet Naim’e verdiği cevaplarda, mantık ve tarihi bilgi hatalarının altını çizer. Bunlardan bazılarını özetleyerek verelim: Agayev diyor ki:

“Muhterem muarızımız, kurduğu önermede mantıkî neticelere varmak için bize evvela kavmiyet cereyanlarının zuhuruna kadar bütün İslâm kavimleri ve bireylerinin arasında tam bir kardeşlik olduğunu, sonra da kavmiyetçilik cereyanının ortaya çıkmasından sonra bu kardeşliğin nifakla değiştiğini ispat etmeliydi ve işte biz o zaman kendisiyle beraber, hakikaten kavmiyetçilik cereyanları İslâmlar arasında nifak saçtı, bu ise İslâm kardeşliğine karşıdır. Dolayısıyla yalnız şer’an değil, vicdanen de zararlıdır derdik. Hâlbuki muhterem Naim Bey bu noktayı ispat edemez ve dolayısıyla bütün önermeleri çürütülmüş ve yanlıştır.”

Agayev İslâm tarihten örnekler vererek Ahmet Naim’in iddialarının yanlışlığını, İslam’daki kavgaların kavmiyet üzerinden değil, bilakis siyaset üzerinden olduğunu örneklerle gösterir. Nitekim diyor ki:

“Hazret-i Osman’ı şehit eden Süleyman zannediyoruz ki İslâm kardeşliği hakkındaki ayet ve hadisleri bizden daha iyi bilirdi. Keza yüz binlerce İslâm kanının dökülmesine sebep olan Cemel, Sıffîn, Nehrevan, Kerbelâ muharebelerinin başında bulunan Hz. Ayşe, Talha, Zübeyr, Muaviye, Amr b. As vs İslam’ın ileri gelenleri, İslâm’ın hakikatlerine bizlerden daha çok vâkıftılar ve o günlerden bugüne kadar bütün İslâm hükümetleri, kavimleri birbiriyle çarpışa çarpışa gelmişlerdir.

Hangi İslâm hükümeti veya kavmi vardır ki, diğer bir İslâm hükümeti ve kavmi ile çarpışmamış olsun. Mefkûre, emel, gaye başka şeydir, hayat başka. Hayatın gerekleri karşısında mefkûreler, emeller zebûn kalıyor. Dolayısıyla İslâm kardeşliğini kavmiyet cereyanları ihlâl ediyor demek doğru olamaz. Bilakis hakiki milliyet cereyanlarının, İslâm kardeşliğini takviye ve teşdidi ve ameli bir şekil kesbetmesi için gayet mühim bir amil olacağına bütün imanımızla kanaatimiz vardır.”

Agayev, Türkçülüğe karşı olanların, İslâm öncesi Türk tarihinden her bahsedişlerinde, “şamanlığa dönüyorlar” diye iftiralar attığından dem vurur. Bunun için İslâmiyet’in Türk’ün millî dini olduğunu, Türklerin İslâm’ın tarih boyu hamisi ve hadimi olduklarını örneklerle anlatarak Ahmet Naim’in iddialarına cevap verir ve onun tarihten verdiği örneklerinin yanlışlığını ortaya koyar. Agayev şöyle devam eder:

“İslâmiyet Türk’ün dinidir, millî dinidir. Türk, İslâmiyet’i zorla, mahkûm ve mağlup olarak değil, hâkim, galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslâmiyet’in en ağır yüklerini omzuna alarak taşımaktadır. İslâmiyet yolunda Türk her şeyi unutmuş, dilini, edebiyatını, ekonomisini ve hatta bazen kavmî varlığını bile!

Ezeli irade Türk’ü Altay Dağları’ndan kaldırarak, İslâmiyet’in en felaketli günlerinde o ilahî yolun imdadına sevk eylemiştir. Ve zannediyoruz ki, Türk bu vazifesini gereğince yerine getirmiştir. İslâmiyet karşısında alnı açık, başı yüksektir.

Biz bu sözleri söylerken bize, siz övünüyorsunuz diye itiraz olunuyor. Fakat diğer taraftan bizi bu sözleri söylemeye aynı muterizler (karşı koyanlar) zorluyorlar. Zira Türkçüler İslâm öncesi Türk tarihinden, Türk hayatından bahsetmeye koyulduklarında muterizler ‘Eski Türk dini olan Şamanizm’e avdet ediyorlar.’ diye bağırmaya başlıyorlar. Bu gibi iddialar en menfur iftiralardır.

Bir Türkçü nasıl Şamanizm avdet etmek ister ki, Türk tarihinin en şanlı sayfaları İslâmiyet yolunda akıttığı kandan teşekkül etmiştir.

Bir Türkçü nasıl eskiye avdet etmek ister ki, bugün bile İslâm medeniyeti dairesinde bulunan Türk kavimleri arasındadır ki, dil, duygu, yaşayış tarzı yani kavmiyetin en sağlam esasları itibariyle kavim birliği korunmuştur. Türklük hissi, Türklük eserleri yalnız şu medeniyet havuzunda sakin ve o medeniyetin sayesinde baki kalmıştır. Mütebâkisi bizden o derece uzaklaşmıştır.

İşte bu sebepledir ki, Türkçüler İslâmiyet’i bir millî din, bir kavmî din addediyorlar. Şöyle ki, bugün bile Turan ırkına mensup herhangi bir fert İslâmiyet’i kabul ettiği anda Türklük için kazanılmış addolunabilir. Aksi hâlde, Türklükten ayrılmıştır. İmrü’l-Kays’tan, Ad ve Semûd’dan, Hübel, Lat ve Menât’tan bahseden bir Arap, ne kadar putperestliğe avdet ediyorsa, Oğuzhan’dan, Cengiz’den, Tanrı’dan ve perilerden bahseden bir Türk, Şamanizm’e o nispette avdet eder.” (A. Agayev, İslâm’da Dava-yı Milliyet)

… devam edecek.

Yazar

İsmail Yakıt

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar