Yükleniyor...
Ahmet Naim, Irak Musul/Süleymaniye’nin Baban(Babanî) aşiretinden Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu olarak dünyaya gelir. Zihni Paşa, Bağdat valisi Mithat Paşa’nın mühürdarı olduğundan Ahmet Naim, 1290/1872 yılında orada doğmuştur. Mensup olduğu Baban aşireti bir Kürt aşireti olarak bilinir ve 1806 (da Abdurrahman Paşa) ve 1812 (de Ahmet Paşa) yıllarında iki defa Osmanlı’ya karşı isyan etmiş bir aşirettir.
İlköğrenimi ile Rüştiye’yi Bağdat’ta tamamlayan Ahmet Naim, İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisi’nde (Lisesinde) okumaya başladı. Buradan mezun olduktan sonra Mülkiye Mektebi’ne devam etti ve burayı bitirdi.
1312/1894 İlk memuriyetine, Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) Tercüme Bürosunda Arapça mütercimi olarak başladı. Daha sonra 1908 Meşrutiyet’ten sonra Maarif Nezareti’nde (Eğitim Bakanlığı), Yüksek Tedrisat Müdürlüğü’nde çalıştı.
1912–1914 yıllarında ise Galatasaray Lisesi’nde Arapça hocalığı ve Eğitim Bakanlığı’nda da te’lif ve tercüme dairesi üyeliği yapmıştır. Bir ara tercüme dairesinde “Istılahat-ı İlmiye Encümeni çalışmalarında bulundu. Bu kurum tarafından neşredilen, felsefe ve sanat ıstılahları adlı eserlerin hazırlanmasında emeği geçmiştir.
1915 yılından itibaren Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde ders vermeye başladı. Fakültede mantık, felsefe, ruhiyat (=psikoloji) ve ahlâk derslerini okuttu. Bir ara Darülfünun genel müdürlüğünde (rektörlüğü) bulunmuştur. Ahmet Naim 1933’te Darülfünun’un kaldırılıp yerine Üniversite yapılması üzerine kendisine ders verilmeyip emekli edilen hocalardandır.
Ahmet Naim, Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi bilen bir kişi olarak tanınır.
Arap Edebiyat’ından seçtiği ve tercüme ettiği parçaları Servet-i Fünûn dergisi’nde 1901 yılından itibaren “Bedayiu’l-Arap” başlığıyla neşretmiştir. Ayrıca Georges Fonsegrive’in Psikoloji’sini “İlmu’n-Nefs” adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Ahmet Naim, tenkitlerini üniversitede verdiği dersleri muhtelif yerlerde ve dergilerde neşretmiştir. Nitekim aşağıda eleştirel olarak ele alacağımız “İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” adlı kitapçığı vaktiyle “Sebilurreşat” dergisinde yayınlamıştır. Ayrıca İslâm Ahlâkı’nın Esasları adıyla ders notları da neşredilmiştir. Bilâhare Diyanet İşleri Başkanlığı adına Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih’i tercümeye başlamıştır. Ancak hayattayken iki cildini neşretmiştir (1926-1928).. Üçüncü cildinin müsvedde notlarını gözden geçiren Prof. Kamil Miras diğer ciltlerini de tercüme ederek yayınlamıştır.
Ahmet Naim’in tercüme ettiği hadislerin sayısı 574’tür. Üçüncü cildinin yeni harflerle ilk baskısı 1936’dır. Kamil Miras, Ahmet Naim’in amelde mezhebinin Şafii olduğunu söylemektedir. Biz de onun itikadi mezhebinin de Eş’ari olduğu kanaatindeyiz. Ahmet Naim, 14 Ağustos 1934 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Edirnekapı Mezarlığı’nda Mehmet Akif’in yanında metfundur.
Ahmet Naim, gerek onun hakkında yapılan bazı araştırmalarda ve gerekse internetteki bazı sitelerde, kusursuz, ciddi bir ilim adamı gibi anlatılmaktadır.
Darülfünun hocası olması ve Buhari’nin özeti durumunda olan Zebidî’nin “Tecrîd-i Sarîh”ini Devlet adına tercüme yapmaya davet edilmesi onun hakkında ilk etapta son derece iyi bir ilim adamı olduğu kanaati uyandırmaktadır. Fransızca ve Arapça gibi iki önemli dile vukufu ve bu dillerden yaptığı tercümeler, hakkında sitayişli sözler sarf edilmesine sebep olmuştur.
Onun bu özelliklerinin etkisi altında kalan bazı araştırıcılar ciddi araştırma yapmadan, hadisçi olmadığı ve kendisi de bunu defaatle ikrar ettiği halde, büyük bir hadis uzmanı ve hatta muhaddismiş gibi anlatmaktadırlar.
Ahmet Naim ismi önceleri bende ciddi bir ilim adamının ismini çağrıştırırdı. Ancak hadis sahasında değerli araştırmalarıyla tanıdığım merhum Prof. Dr Ali Yardım’ın asabiyet üzerine yazdığı bir makalesi ve Doç. Dr. Veli Atmaca’nın Ahmet Naim’in Tecrid-i Sarih Tercümesine yazdığı yaklaşık 500 sayfa tutarındaki “Mukaddime” (Önsöz)’nin kaynakları hakkında neşrettiği iki makaleyi okuduktan sonra kanaatim değişti.
Ali Yardım,
“Ahmet Naim’in kendisinin de bir telif eser olarak takdim ettiği Hadis Usulü’ne dair olan ‘Tecrid-i Sarih Mukaddimesi’ (eski harflerle 482 sayfa) maalesef, telif değil, tercüme bir eserdir. Adı geçen mukaddime, Suyutî’nin (öl. 911/1505) ‘Tedrîbu’r-Ravî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî’ adlı kitabının tam bir tercümesidir. Bu durumda, ona yapılan medih (övgü) sıfatları Suyutî’ye ait olmalıdır.”
demektedir.
Keza Veli Atmaca hoca da Suyutî’nin bu eseriyle, mukaddimeyi karşılaştırmış ve yaptığı bu çalışmaları neşretmiştir. ﴾Bkz. Veli Atmaca, Tecrid-i Sarih Mukaddimesi’nin Kaynağı Meselesi-I (Tedrîbu’r-Ravî’den Mukaddime’ye Aynen Alınan Konular) EKEV Akademi Dergisi, S. 41, Yıl, 2009, Erzurum; Veli Atmaca, Tecrid-i Sarih Mukaddimesi’nin Kaynağı Meselesi-II (Mukaddime’yeTedrîbu’r-Ravî’den Alınan Pasaj Bilgilerin Tespiti” Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Adana, 2008, S. 8/1, s. 103-122﴿
Bunun üzerine iddianın doğruluğunu araştırdık ve gördük ki, bu çalışmalarda bahsedilen, zaman zaman 10–20 sayfa, zaman zaman 5–6 sayfa ve yer yer 2–3 sayfa olmak üzere satır satır -yaklaşık cem’an 250 sayfaya yakını –bugünkü ifadeyle maalesef tam bir tercüme- intihaldir. Geri kalan kısım da tercüme, ancak telifmiş gibi kaleme alınmış.
Sanıyorum, Ahmet Naim, Celalettin Suyutî’nin hadis ilimleri konusunda gerek içeriğinin zenginliği ve gerekse sistematik özelliği ve dilinin akıcılığıyla ün yapmış meşhur hadis kaynaklarından sayılan “Tedrîbu’r-Ravî” adlı eserini tercüme etti veya ediyordu. Tecrid’i Sarih’i tercüme etme görevi kendisine teklif edilince, Hadis ilminden, özellikle Hadis usulü hakkında giriş kısmında bilgiler vermek istedi. Suyuti’den yaptığı elindeki yüzlerce sayfalık bu tercümeyi telif şekline getirmeye çalıştı ve onu Tecrid-i Sarih’in Mukaddimesi yapıp sonuna da bazı kaynaklar ilave ederek, neşretti kanaatindeyim.
Gerçi Ahmet Naim’í gerek ideolojik ve gerekse başka sebeplerle olsun özel duygularla sevip, yüceltmek ve ona toz kondurmak istemeyenler “O dönemde dipnot geleneği yoktu, eserler böyle yazılıyordu.” gibi bir açıklamayla savunuyorlar. Eğer Osmanlı ilmiye sınıfının telif eserlerine ve şerhlerine dikkatle baksalar, kimin ne söylediği ve nereden alıntılar yapıldığını ayrı ayrı, metin içinde işlediklerini görürlerdi.
Ahmet Naim’in bu yazısı, gerek İslâm bilginlerinin geleneksel telif yöntemlerine ve gerekse günümüzün araştırma etiğine uymamaktadır. Ahmet Naim’in eserleri görmediği halde o eserlerden alıntı yapmış gibi davranması da ilim ahlâkıyla açıklanamaz.
Nitekim bu konuda Atmaca şunları söylemektedir:
“Anlaşılan o ki, Ahmet Naim’in bizatihi beyan etmese de hatta metin içerisinde Tedrib’ten naklettiği hâlde ‘Tedrib’te şöyle geçmektedir veya Suyutî, filan âlimin görüşünü şu şekilde vermektedir.’ demeden; diğer ulemanın görüşlerini sahibine veya eserine doğrudan nispet ederek vermiş olması, şüpheleri çekmektedir. Yani Ahmet Naim bu şekildeki nakilleriyle, klasik bir âlimin görüşünü, bizzat kendi eserinden almış görünümü vermektedir. Oysa şimdilik Tedrib özelinden yaptığımız tetkikten anlaşıldığı gibi, nice âlimin görüşü, kendi eserlerinden alınmamış; Tedrib’den nakledilmiştir.” (Mukad.. Kayn. Mes.,II, s.126).
Bütün bunlardan çıkan sonuç, Ahmet Naim belki iyi bir mütercim olabilir ama iyi bir ilim adamı değildir kanaati bizde hâsıl olmuştur. Şunu her zaman söylerim. Gerek tarihte yaşamış veya günümüzde yaşamakta olsun, kim olursa olsun bir insanın inancı, ahlâkı ve fikirleri ayrı ayrı mütalaa edilmelidir. İnancını, ahlakını beğenirsiniz ama görüşlerine katılmayabilirsiniz. Görüşlerini beğenirsiniz ama inancını tasvip etmeyebilirsiniz. Ahmet Naim’i de bu çerçevede değerlendirmek lazımdır diye düşünüyorum.
Türkçülere karşı yazdığı ve aşağıda içeriğini ele alacağımız onun İslâm’da Da’va-yı Kavmiyet adlı kitabının siyaseten yazılmış bir ideolojik kitap olduğu intibaını kuvvetlendirmektedir.
Ahmet Naim’in bu ismi taşıyan eseri, üzerindeki kayıttan da anlaşılacağı gibi, “Sebilürreşad” Dergisi (C.XII, S.293, s. 114-129, Cemadalûla, 1332 /1914)’nde neşr olunduktan sonra küçük bir kitapçık hâlinde, yine aynı yıl İstanbul, 1332/(1914) ‘de 55 sayfa hâlinde Darülhilafe: Tevsî-i Tıbaat Matbaası’(Sebilürreşad Kütüphanesi Neşriyatı, Nu. 18)’nda Beş bin adet bastırılarak geliri “Darüşşafaka”ya bırakılmıştır.
Orijinal metni kitap olarak elimizde bulunan bu eserin yeni harflerle birkaç defa basıldığını görmekteyiz. İlki Abdullah Işıklar tarafından “İslâm Irkçılığı Menetmiştir” adıyla 1963’te İstanbul’da neşredilmiştir. Günümüzde piyasada kim tarafından sadeleştirildiği belli olmayan bir baskısı da mevcuttur. (Bkz. “İslam’da Kavmiyetçilik Yoktur”, Pembe Kitaplar: 10, Bedir yayınevi, Bayrak Matbaası, İstanbul, 1991) Bunun, orijinaline daha yakın yapılmış bir sadeleştirme olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bazı teknik terimler hep “ırkçılık” anlamı verilerek tercüme edilmiştir. Mesela, “da’va-yı cinsiyet”, “asabiyet-i kavmiye”, kavmiyet”, “cinsiyet” “iddia-yı kavmiyet ve cinsiyet” tabirleri tek bir kelimeyle yani, hep “ırk ve ırkçılık” la tercüme edilmiştir. Sadeleştirilmiş metin kitabın 25-89’uncu sayfaları arasındadır.
Bu çalışmamızda biz orijinal metnin yanı sıra bu sadeleştirilmiş metni de dikkate aldık. Babanzade Ahmet Naim’in adı geçen kitaptaki fikirlerinin geniş bir özetini vermek istiyoruz. Çünkü kitabına eleştirel bir yaklaşımda bulunurken fikir ve iddialarını parça parça ele alıp göstermektense, fikirlerinin ve iddialarının insicamı bozulmasın diye onların geniş bir özetini verdikten sonra ele aldığı bu iddialara ve naslara getirdiği yorumlara eleştirel olarak yaklaşımlarda bulunmanın daha doğru olacağını düşündük. Böylece Ahmet Naim’in konuyu nasıl ele aldığı, nasıl saptırdığı, çelişkileri ve konu dışı getirdiği sübjektif yorumlar vb. hepsi görülebilecektir.
Ahmet Naim, bu kitabında, konuya girmeden önce “Takip ve Tenkit Mecmuası” sahibi Nüzhet Sabit’e ithafta bulunduktan sonra Şeyhülislam Musa Kazım’ın konuyla ilgili bir makalesinden bahsederek konuya girer. Ahmet Naim’i dinliyoruz: (Bkz. Orijinal metin, s. 3–55; sadeleştirilmiş metin, s. 25–89)
“’Musa Kazım’ın İslâm Mecmuası’nda yayımlanan makalesinin sonunda şöyle denmektedir: İslâmiyet’in önemli esaslarından biri de kardeşliktir. İslam dini “Muhakkak ki, müminler kardeştir.’ ayeti ile kardeşliğin esasını Müslümanların arasına koymuştur. Bunu ebedi olarak koruyacak sebepleri de hazırlamıştır.
Bu dinde zekâtın, yardımlaşmanın farz olması, düşmanlığın husumetin, nifakın, ayrılığın gayrılığın, fitnenin, fesadın, kavmiyet ve cinsiyet iddiasında bulunmanın şiddetli bir şekilde yasak oluşu, hep İslâm kardeşliğini ebedi olarak koruyacak tedbirler arasındadır. (Bu yasak olanlar), şiddetli bir şekilde men edilmediği sürece o millet arasında kardeşlikten eser bulunmaz. Dolayısıyla böyle bir milletin yaşaması da mümkün değildir.
Siz de mecmuadan bazı açıklamalar bekliyorsunuz? ‘Kavmiyet ve cinsiyet’ iddiasında bulunmanın şiddetli bir şekilde yasak oluşu hakkında izahat faydalı olur.
Kavmiyet iddiası öne sürmek ne derecede yasaklanmıştır? Ne şekilde olursa yasaktır?
‘Ben Arap’ım ve benden daha Arap’ı yoktur.’ diye bir hadisten -eğer uydurma(mevzu) değilse-.maksat nedir?
Türkçe veya Çince konuşan bir Müslüman, ‘Türküm, Çinliyim’ dediği takdirde kavmiyet iddiasında bulunur mu? Yoksa asıl maksat diğer kavmiyet ve milletleri aşağı görmek midir?
İslâm mecmuası bu sorulara cevap vermedi susmayı tercih etti. Musa Kazım’ın verdiği malumatla yetindi. Çünkü ‘Milliyet fikirlerine aydınlatıcı bir akım’ vermek gibi bir vazifeyi üzerine almakla beraber, ‘Türk Yurdu’nun samimi bir yoldaşı diye kendini basına takdim eden ‘İslam Mecmuası’ din namına nakil buyurduğunuz sözlerden başkasını söyleyemeyecektir. Ayrıca işi daha da derinleştirmesi de öteki mecmuayı gücendirme tehlikesini doğurabilir.”
Ahmet Naim burada, İslâm mecmuasında çalışan arkadaşlarını bu zor durumdan kurtarmak istediğini beyan ederek devamla:
“Müslümanların arasında kavmiyet ve cinsiyet davasını, diğer bir deyimle asabiyet-i cinsiye ve kavmiyenin belirmesi onbeş, yirmi senelik bir iş ise de en fazla açığa vurulması ve memleketin hayat ve memat meselelerinden biri hâline getirilmesi Meşrutiyet’le başlamıştır. Bu da cahillikten dolayı Avrupa’dan edindiğimiz ve naçiz kanaatimize göre, İslâm için kanser denecek kadar tehlikeli, bir yabancı bidattir. Zaten Avrupa’nın daima en kötü şeylerini almak, iyi şeylerini de bozmadıkça tatbik etmemek, bizim en çok dikkat çekici felaketlerimizden biridir. (s.27)”
demektedir.
Ahmet Naim, “kavmiyetçiliği ilk bakışta önemli bir ilerleme ve canlılık sunan bir hayat kaynağı gibi görülse de aslında onun İslâm ümmetini ölüme götüren tedavisi güç bulaşıcı bir Frenk hastalığı olduğunu” söyledikten sonra “Meşrutiyet’in daha ilk yıllarında “İttifak” gazetesinde Arap asıllı Müslümanlara hitaben” yazdığını belirtir.
Bu sözlerinin arkasından: “Sebilürreşad”ın 212. sayısında da “Türkçülere karşı açılan dindarane mücahedeye iştirak ettim” demektedir. Hatta “İşin gerçeğini, davanın faydalı ve zararlı, meşru ve gayr-i meşru taraflarını Kur’an ve sünnete dayanarak açıklamayı kendime bir vazife sayarım.” demektedir.
Ahmet Naim, sözlerinin devamında “Bizim davamız şudur” diyerek Musa Kazım’a atıfta bulunarak “da’va-yı cinsiyetin, şeriat tarafından kötülendiğini ve reddedildiğini “ söyler ve “Şer’i tabirle söylemek gerekirse” diyerek şunları kaydeder:
“Cahiliyet davasıdır. İslâm’ın varlığına ve devamına, refahına ve saadetine karşı en müthiş bir darbedir. Hem de hemen hemen bütün İslâm diyarları elden çıkmış, küfür diyarı hâline gelmişken, buradaki bir avuç Müslüman’ım ‘Ben Türk’üm, ben Kürt’üm, ben Laz’ım, ben Çerkez’im’ gibi yeni iddialarla birbirleri ile olan bağları zerre kadar olsa bile gevşetmeleri nasıl karşılanır? Düşmanlarımızın kalbgahımıza kadar tecavüz ettikleri bir sırada bu hareket cinnetten başka bir şey değildir. Böyle bir hareket asabiyet-i kavmiye bayrağını ellerinde tutanların anladığı manaya göre de vatanseverliğe aykırıdır.”
demektedir.
Daha sonra “kavmî saadet” denilen aldatıcı serabın arkasından koşan Arnavut kardeşlerimizin başına gelen felaket, bize büyük bir ibret dersi olarak yeter” şeklinde devam etmektedir.
Ahmet Naim bu sözlerinin arkasından “Bazı Arap kardeşlerimizin da’va-yı cinsiyetle takip ettikleri gayeyi bilmezsek de Türkçülük namını kendine şiar edinen Türk kardeşlerimizle temasımız çok olduğu için zannımca onların yollarını ve fikirlerini biliyoruz. Kürt kardeşlerimiz ise -anladığıma göre- henüz bu hastalığa tutulmamışlardır.” demektedir.
Akabinde Türkçülerin ileri gelenlerini, onlarla “yaptığı münazaralardan “anladığı kadarıyla “Halis Türkçü” ve “Türkçü İslamcı” diye iki kısma ayırmaktadır.
Ona göre,
“Halis Türkçüler, yeni bir mefkûre peşindedirler. Zira Türkler içeride ve dışarıda pek çok tehlikelere maruz kalmışlar, devleti ayakta tutabilmek için can ve mallarını ortaya koyan hep Türkler olmuşlardır. Sonunda Türkler zayıf düşmüş, eğitimi, ticareti, sanatı ve hatta ziraatı mahvolmuştur. Buna karşılık aynı vatanda yaşadıkları diğer kavimlerden hep cefa görmüşlerdir. Artık kendini toplaması, Türklük esasına dayanan yeni bir mefkûreye ihtiyacı vardır. İslâmlık bağı ikinci derecede kalır. Dünya saadeti ahiret saadetinden önce gelir. Üstelik kavmiyet cereyanı Avrupa’dan gelmiştir. Din modası çoktan geçmiştir. Avrupa’nın eline düşen İslâm ülkelerini birleştirmeye imkân yoktur Müslümanlarda İslâm kardeşliğine sanıldığı kadar bağlı değillerdir. Aşılamak istedikleri dinsizliktir. Ama böyle düşünenler fazla olmadığını, bunlarla tartışmanın gereği olmadığını”
belirttikten sonra sözü, Türkçü-İslâmcılara getirir.
“Onlarla tartışabiliriz. Onların ileri gelenleri Türk unsurunun yardıma muhtaç olduğunu kabul ederken diğer İslâm toplumlarını da kırmak istemiyorlar. Bu iki unsur birbiriyle çatışmaz, gençlerimizin çoğu imandan ve İslâm’dan nasip alamamıştır. Biz bunları vatan ve kavmiyet onuru (hamiyet) namına İslâm’a ısındırabiliriz kanaatindedirler. Bunlardan bazılar kavmiyetle övünmenin İslamî hislere zarar vermeyeceğini, aksi takdirde Türklük mahvolacak, Arnavutlar ve Araplar bizden önce davrandı. Biz nefs-i müdafaa yapıyoruz”
şeklinde onların fikirlerini özetlemeye çalışır.
“Türkçü-İslamcı kardeşlerimize deriz ki” diye bahsettiği satırlarda yine özetle,
“Yardıma muhtaç olan Türklüğe yardım etmenin, onların içtimai hayatlarını yükseltmenin, üretimini artırmanın, maneviyatını kuvvetlendirmenin, onları kötü alışkanlıklardan kurtarmanın hayırlı bir iş olduğunu, lisana, edebiyata hizmet etmenin mübarek bir vazife olduğunu, hatta Türkçe konuşan diğer Müslümanlara yardım etmenin dinî bir vazife olduğunu”
belirttikten sonra “bunları yapmak soy sopla övünmeye sebep teşkil etmemelidir.” demektedir.
Akabinde şunları sıralar:
“Türk’ü muhtaç olduğu maddi ve manevi ilimleri kazandırınız. Kütüphanelerini zenginleştiriniz ancak onlara hitap ederken ‘Ey Türk!’ yerine ‘Ey Müslüman!’ diye hitap ediniz Kendisine Türklüğünden değil. Müslümanlığından bahsediniz. Dört-beş senedir bu ham dava peşindesiniz. Onların edebiyatına, gramerine, ilmine sanatına, ticaretine ve ziraatına ne verdiniz? Onlara kuru bir benlik davasından başka ne kazandırdınız? Kendilerine sizin atalarınız ‘Kara Han’dır’, ‘Bozkurt Han’dır’, ‘Oğuz Han’dır’, ‘Cengiz Han’dır’, bilmem ne handır dediniz onlar da inandılar. Bin yıldan beri diğer milletlerin kanıyla karışa karışa dilden başka Türklükle ilgileri kalmamış, kendilerini hakikaten bu saydığımız müşriklerin öz evladı sanıyorlar. İslamî isimleri Gündüz Beyler, Uyanık Beyler, Gök Beyler, Konur Beyler şeklinde değiştiriyorlar. Halbuki Hz. Peygamber cahiliye dönemi isimlerini değiştirirdi. Mesela, Zeydülhayl’i, Zeydülhayr, Abdüluzza’yı, Abdurrahman olarak değiştirdiği gibi.
Türkçüler, ‘Ergenekon’dan Kurtuluş Bayramı gibi ortaya yeni bir bayram çıkardılar. Eski müşrik Şamanîlerin hatırasını diriltmek için bu bayramı millete peşkeş çekiyorsanız çok ayıp ediyorsunuz. Bilmem kaç bin senelik mitolojik hurafeleri boşu boşuna canlandırmaya çalışıyorsunuz?
Ayni mevsime tesadüf eden paskalya yortuları beni ne kadar duygulandırıyorsa ‘Ergenekon’dan da o kadar duygulandım. Kavmiyet bayrağının gölgesine sığınan o kadar çılgın var ki, mesela vatan hissini kalplere aşılayan meşhur edebiyatçımız (Namık) Kemal Bey, ‘Celal’ piyesinde Türklüğü İslâmiyete feda ettiğinden dolayı hatalı görüyorum, ayrıca Türk kavminin felaketlerini İslâm’da bulup şamanlığa dönülmeyi tavsiye eden bile var.”
“Ey Türkçü-İslâmcı kardeşim, görüyorsunuz ki, ne kadar iyi niyetle çalışırsanız çalışın, korktuğunuz kötü neticelere karşı çıkmanıza iyi niyetiniz engel teşkil etmez. Siz halis Türkçüler gibi insafsız değilsiniz. İslamiyet, insaniyet hatta Türklük namına sizden istirham ediyorum. Bu çifte mefkûreden vazgeçiniz. Çatal kazık yere girmez diye bir Türk atasözü vardır. Türklüğü İslâmlıkla kurtarırsınız. İslâmiyet Türklüğü kapsar. Size tabi olan Türklüğü mü çok sevecek yoksa İslâmiyet’i mi? İkisini de aynı derecede derseniz bu mümkün olmaz. Allah için Türklerin yüzünü Kâbe’den Turana çevirmeyi bırakın. Türkler ya Kâbe’ye dönüp bin yıldan beri Turan’ı arkada bırakacaklar, ya Turan’a dönüp Kâbe’yi unutacaklar.
Dinsiz gençliği imana getirmek için kavmiyet oltasını kullanmaya gerek yoktur. Çünkü kavmiyet zokası zehirlidir. ‘Türk’ unvanı altında bir gaye ayrılık fikri verir. ‘Bir insan kendi kavmini sevmekle diğer Müslümanları niçin sevmesin’ demeyiniz. Bilirsiniz ki dünyadaki bütün ihtilaflar, çatışmalar hep hakla bâtılın mücadelesinden ibarettir.
Türk gelenekleri diye İslâm’ın bünyesini yıkmaya çalışan birtakım müşriklere bağlanmaktan, vaftiz isimlerine benzeyen isimlerden, Ergenekon’u tazelemekten samimi bir tevbe ile vazgeçmelidir.”
“Türkçüler, ‘Türk ve Müslüman’ veya ‘Müslüman ve Türk’ gibi ayrılık, gayrilik hissi veren tabirlerden vazgeçmeli, tefrikaya sebebiyet veren davranışlardan sakınmalıdır.
Şeriat-ı Muhammediye’nin çizdiği selamet ve saadet dairesi içinde Türklere istediğiniz kadar irşat ediniz, hizmet ediniz ama bütün bu hizmet ve irşatları ‘Türklük’ namına değil, ‘Müslümanlık’ namına yapınız. Onlara ‘Türkler’ diye değil, ‘Müslümanlar’ diye hitap ediniz. Türklüğe değil, Müslüman olan Türklere hizmet ediniz.
Cengiz’in Yasalarını bilmek, İlhan’ın yurdunu tanımak, Altın Ordu’yu anmak bize lazım değil. Geçmişteki putperestlerle övünülmez şeriat-ı Muhammediye’yi, İslâm yurdunu, İslâm mücahitlerini bilmek tanımak gerekir.
İslâm şerefine karşı cinsiyet kale bile alınmaz. Türkçü-İslâmcı kardeşlerime samimi nasihatim budur.
Heva-yı asabiyetle gözleri kararmış Arap kardeşlerimize de söyleyeceklerimiz bunlardan ibarettir.
Lakin Araplar şu husustaki haklarını, meziyetlerini teslim etmek gerekir ki, geçmişleriyle olan övünmeleri İslâmi devirlerin ötesine sıçratmadılar. Ebu Cehil, Ebu Leheb’le iftihar etmeyi akıllarından geçirmedikleri gibi, cahiliye bayramlarından hiçbirini kutlamayı da düşünmediler.
Bedir savaşında Müslümanlarla Kureyşliler birbirleriyle akraba idiler. Hz. Peygamber’in amcası Abbas, kayın biraderi Nevfel, Hz. Ali’nin kardeşi Akil, vs. hep düşman safında idiler. Asabiyet-i İslâmiye, asabiyet-i kavmiyeyi arıtmasa böyle şeyler nasıl yapılabilirdi?
Onun için asabiyet-i kavmiye taraftarlığını, İslâm fikrini telif ediyoruz zannına kapılan kardeşlerimize olan ihtilafımızı, anlaşmazlığımızı izah ettim. Türklük muhabbetiyle İslâmlık sevgisini birleştirmek gibi hayali bizim havsalamız almıyor. Acaba dinimiz bu da’vayı açıktan açığa yasaklamış mıdır?”
Ahmet Naim, bu satırlardan sonra Ayet ve hadislere yönelir. Konuyla ilgili olsun, olmasın bazı ayetleri bu doğrultuda yorumlar: Bunun için öncelikle
“Bütün Müslümanlar kardeştir” (Hucurat, 10)
“Benim doğru yolum işte budur. Ona uyunuz. Diğer yollara uymayınız. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır…”(En’am, 153);
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.”(Al-i İmran, 103);
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sizi ancak tanışasınız, bilişesiniz diye şubelere ve kabilelere ayırdık (Bu şubeler ve kabilelerin ehemmiyeti var zannetmeyiniz). Nezd-i ilahi’de en keriminiz en takva olanınızdır. Şüphesiz Allah Teâlâ Alîm ve Habîrdir”(Hucurat, 13).
Ahmet Naim, konuyla ilgisi bulunsun, bulunmasın, zayıf, mevzu, haber-i ahad, mevsuk birçok hadisi yeri geldikçe sıralar. Bunlardan bazıları şöyledir.
“Ebu Hureyre’den: ‘Kıyamet günü Allahu Teâlâ şöyle buyuracak: Ey İnsanlar! Ben size bir nesep tanıttım. Siz kendiniz için başka bir nesep tanıdınız.’
Hz. Ayşe’den: ‘Dünyaya dair hiçbir şey Resullah’ın hoşuna gitmiş değildir. Keza takva sahibinden başka hiç kimse onun hoşuna gitmiş değildir.’
‘Saadet yolunda her kim ameli geri bırakırsa nesebi ileri götürmez’ (Müslim,Ebu Davut, Tirmizi)
Veda Hutbesinden (Cabir b. Abdullah’tan): ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hiçbir Arap’ın Acem’e, hiçbir Acem’in Arap’a, hiçbir siyahinin beyaza, hiçbir beyazın siyahiye, takvadan başka bir üstünlüğü yoktur…’
Cübeyr bin Mut’im’den: ‘Asabiyet davasına kalkışan, ona değer veren bizden değildir. Asabiyet üzerine savaşan da bizden değildir. Keza asabiyet davası üzerine ölen de bizden değildir.’ (Ebu Davut)
Ebu Hureyre’den: ‘Her kim imama (Müslümanların reisine) itaatten çıkarak ve cemaatten ayrılarak ölürse, ölümü cahiliyet üzere ölümdür. Her kim bir tarafa asabiyet göstermekten naşi gadap ederek veya bir tarafa asabiyeti tervice kalkışarak veyahut bir tarafa asabiyet gösterenlere yardım ederek, kör bir bayrak altında savaşa girer öldürülürse, cahiliyet devrinde öldürülmüş olur. Keza her kim ümmetime karşı harekete geçerek, iyisine, kötüsüne saldırır, müminleri sakınmaz anlaşma olanının sözüne uymazsa, benden değildir.’ (Müslim)”
Bu nevi hadislerden sonra sözü yine Türkçülere getiren Ahmet Naim,
“Türkçüler, övünmek maksadı olmaksızın sadece ‘Biz Türk’üz’ derlerse bunda bir günah yoktur. Türk lisanına, edebiyatına, sanatına ve ticaretine hizmet ederlerse fevkalade bir iş yapmış olurlar. Türklere tarafgirlik yaparken diğer Müslüman kavimlere zulüm etmesinler. Mesela son felaketlerimizde Balkan Harbi, Hindistan’dan Fas’a kadar bütün Müslümanlar müşterek oldukları halde yalnız Türk’lük namına matem tutarlarsa diğerlerine zulüm etmiş olurlar. Musibete uğrayan İslam diyarı iken bunların ‘Türk yurdu’ mahvoldu demeleri uygun mudur? Tarihi açın bakın, Türk yurdu denilen devletlerin kurulması ve yaşatılmasında Türklerden çok, Türk olmayanların hizmeti, gayreti görülmemiş midir? Sadrazamlara, kumandanların kaç tanesi Türktür?”
“Biz Müslümanlar Arapları sevdiğimiz gibi İslâm’a hizmet hususunda onları takip eden diğer milletleri de severiz. İslâm milletlerinin hepsini severiz. Fakat Arap kavmini, İslam’a ilk girişleri, Hz. Peygamber’e yakınlıkları, lisanlarının Kur’an lisanı olması, İslâm’a velinimetlik etmeleri dolayısıyla hepsini hatta kendi kavmimizden ziyade severiz.”
Buna dair numunelik birkaç hadis gösterelim diyerek Arapları metheden hadis adı altında bazı sözler sıralar. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Ebu Hureyre’den: ‘Arap kavmini üç şeyden dolayı seviniz: Ben Arap’ım, Kur’an Arapça’ır. Cennet ehlinin dili Arabîdir.’ (Hâkim, Taberani ve Beyhaki)
Enes’ten: ‘Arap’a muhabbet imandandır. Onlara buğz etmek ise nifaktır.'(Hâkim)
Ömer’den: ‘Kim Arap’a söverse, onlar müşriklerdir.’ (Beyhaki)
Enes’ten: ‘Kureyş’e muhabbet imandandır. Onlara buğz küfürdür. Arap’a muhabbet imandandır. Buğz küfürdür. Her kim Arap’ı severse beni sevmiş, her kim Arap’a buğz ederse bana buğz etmiş olur’ (Taberani)
İbn Abbas: ‘Beni Haşim ile Ensar’a buğz küfürdür. Arap’a buğz nifaktır’ (Taberani)
Cabir: ‘Arap zelil olursa İslâm zelil olur.’ (Ebu Ya’la el-Mevsılî)
‘Her kim Arabı severse bana muhabbetinden dolayı sever; Her kim Araba buğz ederse bana olan buğzundan dolayı buğz eder‘
Son olarak da İranlıları onurlandırmak için olsa gerek
“Ebu Hureyre’den : “İnsanların içinde İslam’dan en çok nasibi olan Fars ehlidir” (Hâkim, Tarih)
Ahmet Naim bunun akabinde: “İslam tarihi bunun şahididir.” diyerek İranlıların faziletini teslim etmeye çalışır. Ancak Türklerle ilgili ve onların faziletine veya İslâm’a hizmetlerine ilişkin herhangi bir şey demez. Varsa bile bir hadisten bahsetmez, ama akabinde şu sözleri ilave eder:
“Gerek Arap olmayan bütün kavimlerin ve gerekse Acemlerin ve bilhassa Faris’in iman ve ilim ile methini içeren diğer hadis-i şerifler gösteriyor ki, nazar-ı şeriatta milletlerin sevilmesi övülmesi için ölçü kendi kavimlerinin özellikleri değil, imanları ve İslam camiasına hizmetleridir.”
Devam edecek…
[1] Bir Fikir Hareketinin Yüzyılı Uluslararası Türk Ocakları Sempozyumu’nda 07–09 Mayıs 2012 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Toplantı Salonu’nda bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra İstanbul Türk Ocakları tarafından yayımlanmıştır. İstanbul, 2013
1 Yorum