Yükleniyor...
İlmi, aklı, muhakemeyi, düşünceyi ön plana çıkaran Kur’ân, farklı inançta, fikirde ve inkârda olanların yanılma ve yanlışlarının nereden kaynaklandığını, onların bizzat kendi muhakemelerine ve düşüncelerine götürüyor, yanlışlarını bizzat kendilerinin görmesini istiyor.
“Allah’ın çocuk edindiğine dair kendilerinin de atalarının da kesin bilgisi yoktur. Bu onların ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür. Kaldı ki onlar sadece yalan söylemektedirler.” (Kehf 18/5)
Burada Hristiyanların Allah’a çocuk isnat eden inanışları, bu konuda kesin bir bilgilerinin olmadığı, iddialarının yalan olduğu hatırlatılmaktadır. Hiçbir delile ve ispata dayanmayan bu iddianın muhakeme edildiğinde, düşünüldüğünde yalan bir iddiadan başka bir şey olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Öte yandan Kur’ân materyalistlerin iddialarının da sadece zan olduğunu, kesin bir bilgiye dayanan bir inanç olmadığını onların mantığı içinde konuyu ifade ettikten sonra beyan ediyor. (Casiye, 45/24)
“Onlar, hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi öldüren zamandan başkası değildir dediler. Bu hususta onların kesin bir bilgileri yoktur. Sadece öyle zannediyorlar.” (Casiye, 45/24)
Kur’ân inanç ve düşünce yanlışlığının ikinci sebebi olarak geleneklere körü körüne bağlılığı göstermektedir. “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin.’ denildiği zaman, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter.’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler de mi?” (Maide, 5/104, A’raf, 7/28, Yunus, 10/78, Şuara, 26/72-76, Lokman, 31/12, Zuhruf, 43/21-23)
Kur’ân, inanç ve düşünce yanlışlığının üçüncü sebebini çarpık bir dinî yargı sonucu kaderci yaklaşımda göstermektedir.
“Rahman dileseydi biz bu putlara tapmazdık dediler. Onların bu hususta bir bildikleri yoktur. Sadece tahminde bulunuyorlar.” (Zuhruf, 43/20)
Görüldüğü gibi kendi çarpık inançlarının ve yanlış yargılarının –tabiri câizse- faturasını Allah’a kesmektedirler.
Kur’ân’da inanç ve düşünce konusunda farklı tezler ileri sürenlerin iddialarını, inanç prensipleri doğrultusunda kategorize ettiğimizde, Uluhiyet, Ahiret, Kitap ve Nübüvvet gibi ana başlıklar altında sıralayabiliriz.
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.’ derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?’ Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.” (Yunus, 10/18)
Burada insan taptığı varlığın, kendisine bir fayda ve zarar verebilecek bir niteliği bulunup bulunmadığını, sınırlı ve sonlu bir varlık olup olmadığını özgün iradesi ve düşüncesiyle bulup karar verecektir. Bunun sonunda o nesnelerin hiçbir şey olduğunu görecek ve yüce Allah’a yönelip onu şirkten tenzih edecektir.
“Onlar ‘Rahman olan Allah çocuk edindi.’ dediler. Hakikaten siz pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (Meryem, 19/88-89)
Burada Rahman’a çocuk isnat edenler, özgür irade ve muhakemesiyle düşündüğünde bu iddianın ne kadar kötü ve çirkin bir iddia olduğunu, Tanrı’yı yaratıklar seviyesine düşürdüğünü görecektir. İşte Kur’ân karşı tarafın iddiasını verirken, düşünülüp araştırıldığında çıkacak neticeyi hüküm olarak akabinde veriyor.
“Allah’ın kendisine hükümranlık vermesine karşılık şımararak Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Rabbim diriltir ve öldürür.’ demişti. O da ‘Ben de diriltir ve öldürürüm.’ dedi. İbrahim ‘Doğrusu Allah güneşi doğudan getiriyor hadi sen de onu batıdan getirsene?’ dedi. Bunun üzerine inkâr eden şaşırdı kaldı.” (Bakara, 2/258)
Bu ayette Tanrı’nın beşer tarafından taklidi mümkün sıfatlarla tanımlanmaması bilakis Tanrı’yı beşer elinin uzanamayacağı ve tağyir edemeyeceği evrensel prensiplerin fâili olarak tanımlamanın daha doğru olacağı vurgulanıyor. En azından öldürmek insanın da işleyebileceği bir fiildir ama güneşi doğudan değil de batıdan getirmek evrensel bir kanunu değiştirmektir ki beşerin çok üstünde sadece Tanrı’ya ait bir fiildir. Öyleyse Tanrı hakkında tartışmaya girenler, onun hakkında fikir ve düşünce serdedenler, O’nu beşer tarafından taklidî fiillerle değil, evrendeki fiilleri icra eden müteal bir varlık olarak düşünmek ve görmek zorundadırlar.
“Ey insanlar! Size bir misal verilmektedir; şimdi onu dinleyin; sizlerin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar; isteyen de âciz, kendisinden istenen de!” Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Doğrusu Allah çok güçlü ve çok üstündür.” (Hac, 22/73-74)
Burada bir sineği bile var edemeyecek kadar güçsüz ve ondan bir şeyi geri alamayacak kadar âciz yaratıkların ilah olamayacağı defaatle olduğu gibi burada da insanın düşünce ve idrak menziline sunuluyor.
Görüldüğü gibi insanoğlu hiçbir şeyden korkmadan, çekinmeden, her konuda, hatta Allah konusunda bile her şeyi düşünebilecek, söyleyebilecek, kıyaslar yapabilecek ve doğruyu araştıracaktır. Çünkü insan kendisini her konuda sorgulayabilecektir. Bu kadar özgür bir düşünce yapısına sahip olan insan, acaba ben her istediğimi yaparım, canım, hevesim ne isterse onun peşinden giderim gibi, insan iradesini hevesine bağlamak gibi bir tavra Kur’ân’dan ne gibi cevap bulabiliriz?
“Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (Câsiye, 45/23)
Kur’ân bu gibi sadece arzu ve isteklerine uyan diğer şeylere kulak tıkayanlar için “hevasını tanrı edinen” tabirini kullanmakta ve yermektedir. (Atay, s. 57) Öyleyse bir bilgiye, bir ilme, bir kanıta dayanmayan idrakla kontrol edilmiş aklî ilkelere uymayan sadece arzu ve isteklere bağlı düşünce ve davranışlara karşı bir sınır getiriyor.
“İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu ki hemen apaçık bir düşman kesiliyor ve kendi yaratılışını unutarak bize bir misal vermeye kalkıyor ve ‘Bu çürümüş kemikleri kim diriltir?’ diyor. De ki ‘Onu ilk defa kim inşa etmişse o hayat verir. O her türlü yaratmayı bilendir.”’ (Yasin, 36/77-78)
Burada, inkârcının düşüncesi ve ifadesi aynen veriliyor. Cevap olarak kemiklerin ilk oluşu ile yeniden oluşu arasında bir irtibat kurularak gerekli muhakemenin yürütülmesi istenmektedir. Dolayısıyla insan ilk oluşla yeniden oluş arasında, ana karnıyla kabir arasında irtibatlar kurarak düşüncesini geliştirecek ve bunun sonucu Ahiret inancına dair şüphelerini izale edecektir.
“Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman, onların delilleri sadece: ‘Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin bakalım.’ demekten ibarettir. De ki: Allah size hayat bahşeder sonra öldürür, sonra da hiçbir şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Casiye, 45/25-26)
İnanmayanlar, gerçekleştirilse sanki inanacakmış gibi bir teklif getiriyorlar. Eğer ataları diriltilirse inanacaklarmış (!). Kur’ân bunu düşünce olarak değil, bir nevi inkâr kılıfı olarak değerlendiriyor. Bu gibi geçersiz ve realiteye uymaz bir ifadeyi kanıt olarak serdetmekten başka bir şeyleri yoktur demek istiyor. Onlara sırasıyla önce hayat, sonra ölüm, sonra da kıyamet günü toplanma olacağını, hayatın böyle bir seyir takip edeceğini, dolayısıyla geriye dönüşün söz konusu olamayacağını ifade ediyor. Böylece onlara düşünmeleri ve inanmaları gereken konuları seyir sırasına göre hatırlatıyor.
Müşriklerin en fazla kızdıkları Kur’ân’dı. Çünkü Kur’ân alternatif bir inanç öneriyor. Tevhit akidesini getiriyor. Hem herkesi düşünme ve akletmeye davet ediyor, hem de insan hak ve hürriyetlerini hatırlatıyordu. Putperestliğin ekonomik bir rant getirdiği güçlü kuvvetli ve zengin adamlara körü körüne bağlılığın körüklendiği ve köleliğin revaçta bulunduğu bir toplumda bunlara alternatif teklifler getiren Kitap elbette onları çileden çıkaracaktır. Bütün bunlara karşı Kur’ân insanı, tanıdığı düşünce ve inanç özgürlüğü içinde ele alıyor. Kendi doğrularını, kendi yanlışlarını bizzat kendilerinin görmesini istiyordu. Ama onlar sahip oldukları zihniyet gereği Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e çeşitli ithamlarda bulunmaktan geri kalmıyorlardı.
“İnkâr edenler: ‘Bu Kur’ân Muhammed’in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir.’ dediler de haksızlık ettiler ve asılsız bir söz uydurdular. ‘Kur’ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırılarak sabah akşam onun yanında okunmaktadır.’ dediler. Ey Muhammed de ki: Onu yerde ve göklerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O; bağışlayandır, acıyandır.” (Furkan, 25/4-6)
Peygamber konusunda da her türlü itham öne sürüldüğü gibi Peygamberden olağan üstü nitelikler de istenmiştir. Yani Peygamber için deli, şair, kâhin vs. dendiği gibi beşerden bir peygamberi de kabul edememektedirler.
“Putperestler, ‘Bu ne biçim peygamber; yemek yer, sokaklarda gezer? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya mahsulünden yiyip içeceği bir bahçesi olsaydı ya!’ dediler. O zalimler inananlara: ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uymaktasınız.’ dediler. Ey Muhammed sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak, onlar sapmışlardır. Hakk’a ulaştıran bir yol bulamazlar.” (Furkan, 25/7-9)
“Onlar, ‘Bize yerden bir kaynak fışkırmadıkça veya senin hurmalıkların, bağların olup ovalarından ırmaklar akıtmadıkça yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmedikçe veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirip göstermedikçe veyahut altından bir evin olmadıkça, yahut göğe çıkmadıkça sana inanmayacağız. Bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıkmana da asla inanmayacağız.’ dediler. De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak peygamber olan bir insandan başka birisi miyim?” (İsra, 17/90-93)
Görüldüğü gibi müşrik Arap zihniyeti, peygamberden olağanüstü şeyler bekliyor, onu sadece insanüstü bir varlık olarak telakki etmek istiyor. Böyle bir zihniyet peygamber kavramına aykırıdır. Allah’a da bir nevi şirktir. Zira Allah’a ait bazı görevler peygambere yüklenmektedir. Peygamberi sadece mucizevî bir kişilikle tanımlamak onu beşerî vasıflardan sıyırıp uluhiyete yükseltmek Kur’ân mantığı içinde şirktir. İşte bu nedenle Kur’ân sık sık Hz. Peygamber’in beşer olduğunu vurgular. O da bizim gibi bir insandır. Ama vahiy alan bir insandır. Dolayısıyla yukarıdaki ayetlerde inanmayanların iddialarının mantıkî hiçbir temele dayanmadığı, kuru isteklerden ibaret olduğu, peygamberin ise görevinin onların isteklerini yerine getirmek olmadığı belirtiliyor.
Bütün bunlardan anlaşılan Kur’ân’a göre dinî inanç ve fikir ne olursa olsun kişi bunu ortaya koymalı, ifade etmeli, tartışmalı, muhakeme ve mantık süzgecinden geçirmeli, delillerini getirmeli, doğruyu-eğriyi görmelidir. Çünkü Kur’ân yukarıda da söylediğimiz gibi insana inanma hürriyetini verdiği kadar, inanmama hürriyetini de verir.
“De ki: ‘Ey insanlar! Rabbinizden size hak gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için girmiş olur. Kim saparsa, şüphesiz kendi zararına sapmış olur. Ben sizin bekçiniz değilim.” (Yunus, 10/108)
İnsan sorumlu bir varlıktır. Kur’ân sorgulayan bir kitaptır. İnananı inancından, inanmayanı inkârından sorumlu tutar. Durum böyle olunca ortaya 2 problem çıkıyor: Cihat ve İrtidat. Öyleyse bunlar ne anlama geliyor?
İslam kelimesinin kök anlamları içerisinde “barış” anlamı da bulunmaktadır. İslam’ın uluslararası ilişkilerde benimsediği temel prensip karşılıklı güven ve barışa dayanmaktadır. Dolayısıyla her nereden gelirse gelsin şiddet, terör ve tedhiş gibi insanlık dışı her türlü eylemin İslam’la uzaktan yakından bir alakasının olamayacağı açıktır. Durum böyle olunca cihat nasıl anlaşılmalıdır? Şunu her şeyden evvel kabul etmeliyiz ki cihat sadece savaş değildir. Onun sadece savaş sözcüğüyle yorumlanması yanlıştır. İslam bir kılıç dini değil bir tebliğ dinidir. Tebliğde hikmet ve güzel öğütler, aklî ve naklî deliller esastır. Nitekim şu ayette “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış.” (Nahl, 16/125) buyurulmaktadır. Ayrıca Allah yoluna davette yumuşak ifadelerin seçilmesi tavsiye edilmektedir: “Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.” (Taha 20/43-44) Durum böyle olunca inancı zorla kabul ettirmek için baskı uygulamak, silaha başvurmak ve savaş açmak hiç uygun düşmez. Öte yandan Kur’ân’da diğer dinler ve toplumlarla ilişkilerde mütekabiliyet prensibinin esas olduğunu, dininden dolayı hiçbir kişiye ve zümreye baskı uygulanamayacağını, dileyenin müslüman olup dileyenin kendi dininde kalabileceğini belirten âyetler mevcuttur. Nitekim “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) ve “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” (Kâfirûn, 109/6) ayetleri olayı çok güzel açıklamaktadır. Kaldı ki dinde zorlama yapılamayacağı ilkesini Hz. Peygamber titizlikle korumuştur. Başka dinden olan çocukları İslam’a girmelerini zorlayan kişilerin ikaz edilmeleri (Ebu Davut, Cihat 116), Müslümanların mescidinde bile diğer din mensuplarının ibadetine Hz. Peygamber’in izin vermesi (Hamidullah, II, 183) İslam’da inanç özgürlüğünün ne boyutta olduğunu bize göstermektedir. Öte yandan Hz. Peygamber’in savaşları dikkate alındığında hiçbirisinde saldırganlık söz konusu değildir. Çünkü Hz. Peygamber, saldırgan olmadıkları sürece hiçbir kabileyle Müslümanlığı kabul etmediler diye savaşmamıştır. Hz. Peygamber’in yaptığı bütün savaşlar hayatî ve zarurî şartlara bağlıdır. Yoksa Müslümanlarla dinlerinden dolayı savaşmayan, Müslümanları yurtlarından sürüp çıkarmayan veya onları sürüp çıkaranlara yardım etmeyenlerle, adaleti uygulayanlarla barış içinde yaşamayı emreder.
“Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle dini uğrunda savaşanları, sizi yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir.” (Mümtehine, 60/8-9)
Kur’ânî ayetler boyunca din yalnız Allah’ın oluncaya kadar, fitne tamamen ortadan kalkıncaya kadar savaşmayı, müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini, Harem civarından sürülüp çıkarılmalarını emreden ayetler, saldırgan topluluğun saldırganlığının sona erdirilmesi, yani barışın sağlanması için zorunlu olarak kabul edilen savaş hukukiyle alakalıdır. Savaşa özendirmeye değil, başlamış bir savaşı başarıyla bitirmeye yöneliktir. (Aktan, s. 84)
Şu halde savaşla ilgili bütün cihat ayetleri “Müslümanlara karşı yönetilmiş fiilî bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. Harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedir. Hz. Peygamber’in savaşları bu prensibin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhut ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır. Medine’deki Yahudi Kaynuka ve Nadir oğullarının sürgün edilmeleri, Kurayzalıların elebaşlarının katledilmeleri Medine sözleşmesine aykırı olarak iç savaş çıkarmaya kalkışmaları ve düşmanla işbirliği yapmaları nedeniyledir. Hayber seferi Medine üzerine bir hareket için Hayberlilerin hazırlık yapmakta oldukları haberinin alınmasıyla gerçekleşmiştir. Mekke’nin fethi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye barış antlaşmasına aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn seferi de keza Mekke’nin fethinden hemen sonra Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük seferi ise Kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır. İrili ufaklı diğer askerî hareketlerin tümü ya fiilî bir tecavüzü püskürtme veya gerçekleşme aşamasında olduğu yönünde alınan doğrulanmış istihbarat üzerine gerçekleştirilen savunma nitelikli sefer veya savaşlardır.” (Aktan, s. 85)
Dolayısıyla cihat, hayatî ve zarurî şartlar dahilinde saldırganlığın önüne geçilmesi, zulmün engellenmesi, tevhidin insanlığa en güzel şekilde açıklanması için yapılan her türlü ceht, gayret ve çalışmanın adıdır. Bu itibarla cihatta temel prensip savaş değildir. Nitekim cihadın sadece savaştan ibaret olmadığını belirten pek çok ayet vardır.
“Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler.” (Enfal, 8/72, Tevbe, 9/20)
“Fakat peygamber ve onunla beraber inananlar mallarıyla ve canlarıyla cihat ettiler.” (Tevbe, 9/88)
“İnananlar, ancak Allah’a ve peygamberine iman eden, sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir.” (Hucurat, 49/15)
“Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin.” (Tevbe, 9/41)
Bu ayetlerden anlaşılan saldırganlığın önlenmesi, tevhidin yayılması, cehaletin ortadan kaldırılması gibi Allah yolunda yapılan her türlü faaliyetlere katılmak bir cihattır. Kimisi bedeniyle, kimisi malıyla, kimisi ilmiyle, kimisi çeşitli becerileriyle cihat faaliyetine katkıda bulunur.
İrtidat, bir Müslümanın inancını terk ederek bir başka dine geçmesi veya ateist olmasıdır. Böyle kimselere mürtet denir. İslam hukukçuları arasında “Mürtetlere tekrar müslüman olmaları teklif edilir, eğer kabul etmezlerse öldürülürler.” şeklinde yaygın bir görüş vardır. Hatta “Dinini değiştireni öldürün.” şeklinde bir hadise dayanırlar. (Buharî, Cihad, 14; Ebu Davud, Hudûd, 1; A. İbn Hanbel, Müsned, I, 2-7)
Kur’ân’a baktığımız zaman mürtet için öngörülmüş dünyevi bir ceza yoktur. Onların inançlı iken işledikleri amellerin boşa gittiği hatırlatılıyor. Konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir:
“İçinizden dininden dönüp kâfir olarak ölen olursa, onların yaptıkları işler dünyada ve ahirette de boşa gider. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada temelli kalırlar.” (Bakara, 2/216)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah onların yerine başka bir topluluk getirecektir.” (Mâide, 5/54)
“Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra arkalarına dönenleri şeytan sürüklemiş ve kendilerine boş ümitler vermiştir.” (Muhammed, 47/25)
Ayette geçen “Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse.” ifadesinin “Dininden dönüp de kâfir olarak öldürülen.” şeklinde olmaması da dikkat çekicidir. Bu ifade bize, dinden dönen şahsın kâfir olarak da yaşamını devam ettirme hakkı olduğuna ve hayatının normal yolla bitmesinin gerektiğine işaret etmektedir. (Yiğit, s. 132)
Hz. Peygamber’in Kur’ân’a muhalif bir şey söyleyemeyeceğini evvela kabul etmemiz gerekir. Mürtet için Kur’ân’da önerilmeyen, üstelik idam gibi ağır bir cezanın, nasıl oluyor da Peygamber tarafından infazı emrediliyor? Üstelik inanç ve düşünce özgürlüğünü savunan bir Kur’ân’a karşı mürtedin bu özgürlüğünü nasıl kısıtlayıp, öldürtülmesini isteyebiliyor? Temel hadis kaynaklarında yer alan bu ahat hadisini “Esbab-ı vürudu”nu iyi incelemek ve tarihî vâkıaları iyi tesbit etmek gerekir.
Her şeyden evvel şunu bilmeliyiz ki, Hz. Peygamber müslümanlar arasındaki münafıkların varlığından haberdar olduğu halde onları cezalandırmamış, hatta mescidden kovarak onları mahcup bile etmemiştir. Bu derece hoşgörülü bir peygamberin zorla tehditle dini benimsetmeye kalkması düşünülebilir mi? Her ne kadar Mekke’nin fethi sırasında Hz. Peygamber’in öldürülmelerini emrettiği bazı kimseler varsa da, bunların böyle bir emre muhatap oluşları, mürted olduktan sonra düşmanları müslümanların aleyhine provoke etmelerinden dolayıdır. (Yiğit, s. 122-123)
“Hz. Peygamber’in bir süre vahiy kâtipliğini yapan sonra irtidat edip tekrar Hıristiyan olan ve mensubu bulunduğu Neccaroğulları arasına dönerek Hz. Peygamber’in yalancı olduğunu iddia eden mürted; Kuba Mescidi karşısında Dırar Mescidi’ni inşa ettirerek Müslümanları bölmeye, Mekkeli müşriklerle Romalılardan yardım alıp Medine üzerine yürüyerek bir ordu oluşturulmasını sağlamaya çalışan Ebu Amir; Müslümanları işkenceyle öldürten Yemen’li Esved b. Ka’b el-Ansî, Necd’li Müseyleme el-Kezzab gibi örnekler gözönüne alındığında Hz. Peygamber döneminde pasif bir mürtet örneğinin bulunmadığı görülür. Esved ile Müseyleme fitnesi ancak I. Halife Hz. Ebu Bekir döneminde ortadan kaldırılabilmiştir. Hz. Peygamber döneminde başlayıp Hulefa-i Raşidin döneminde devam eden irtidat olayları siyasi otoriteyi zayıflatan, birliği bütünlüğü tehdit eden boyutta bir isyan hareketi olarak görülür. Hz. Peygamber’in “Dinini değiştireni öldürün.” emriyle bu eylemcileri kastettiği açıktır. Ashab da bu emirle bunların kastedildiğini anlamıştır. Hz. Peygamber’in söz konusu emriyle ya içerde fitne çıkaran veya düşmanlara katılarak onlara güç kazandıran hainleri kastettiği anlamını çıkarmak doğaldı.” (Aktan, s. 88)
Hz. Peygamber zamanında pasif bir mürtet örneği yoktur. Dolayısıyla mürtedlerin öldürülmesiyle ilgili hadis, tarihî vakıalara baktığımızda öldürme emrinin, düşünce ve inançtan dolayı değil çıkardıkları fitne, fesat, düşmanla işbirliği, huzur ve güveni bozma, kısaca eylemlerinden dolayı olduğu kesin sonucuna varıyoruz.
İşte Kur’ân’ın beşeriyete tanıdığı bu inanç, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde Avrupa Birliği’ne girildiğinde ortaya çıkacak din boyutu nasıl ele alınabilir:
1) Avrupa Birliği, dinî inanç ve düşünce itibariyle yeterli özgürlüğe sahip devletlerin oluşturduğu bir birliktir. Bugün Avrupa’da herkes dilediği inancı, dilediği düşünceyi ifade etme hürriyetine sahiptir. Böyle bir toplulukla entegrasyona Kur’ân açısından hiçbir engel yoktur. Bilakis Kur’ân’ın tanıdığı hak ve hürriyetler küçümsenmeyecek kadar Avrupa’da mevcuttur.
2) Müslümanlar Kur’ân’ın tanıdığı inanç, düşünce ve ifade özgürlüğünü kendilerine uyarlamak zorundadırlar. Alternatif fikirleri, düşünceleri veya Kur’ân’ın farklı yorumlarını hazmedemeyen -sözüm ona- müslümanlar Avrupa Birliği’nin içinde ciddi bir sorun olacaklardır.
3) Cihat ve irtidat konusunda biz müslümanların yeterli bilgiye sahip olduğumuz söylenemez. Bugün kime sorsak cihadı, “Kâfirlere karşı yapılması gerekli bir savaş.”, mürtedi de “Öldürülmesi gereken dinsiz.” şeklinde tanımlayacaktır. Nitekim kendi toplumumuzda, müslümanın müslümanı önce kâfir ilan edip sonra da ona cihat açtığına sık sık şahit olmaktayız.
Avrupa Topluluğu ile yapılacak bir entegrasyonda bu zihniyettekiler hem Avrupa hem de kendi içimizde sorun olabilirler. Zira cihat ve irtidat zemini onlara göre her an oluşabilir. Bunun için evvela kendi toplumumuzda değerleri ve kavramları iyi tartışarak toplumu hazırlamamız gerekmektedir.
4) Hristiyan Batı Dünyası ile entegrasyonda, Kur’ân’ın önerdiği inanç ve düşünce özgürlüğünden yararlanarak, israiliyat ve hurafelerden arınmış, Kur’ân’a, ilme ve akla dayalı bir din yorumunu ortaya çıkarmalıyız. Zira bugün Batı dünyasında Hristiyanlığı terk ederek ateist olanlar kendilerine daha rasyonel bir din aramaktadırlar. Kur’ân’a, akla ve ilme dayalı bir İslam anlayışı her insana gerekli olacaktır.
5) Hristiyanlık ve Yahudiliğin diğer bir adıymış veya biraz değişik şekliymiş gibi gösterilen bir İslâm imajıyla; Kur’ân’ı da, onun özüne ve şanına yakışmayacak bir katı kurallar kitabıymış gibi bir görünüm vererek Batı dünyası ile entegrasyona katılmamalıyız. Aksi takdirde batının ateistlerini (ki Avrupa gençliğinin % 45’idir) ihtidaya davet etmek şöyle dursun kendi içimizden pek çok kişiyi mürtet hale getiririz. Bunu önlemek için Kur’ân’ı kendi sistematiği içinde semantik metotla tercüme ve tefsir ederek kendi toplumumuza ve Batı dünyasına sunmalıyız. (Yakıt, s. II, 412-417). Aksi takdirde Kur’ân ayetlerini muharref Tevrat’ın yorumları veya kilise ictihatları ve hatta kendi dönemlerinin izlerini taşıyan klasik yorumcuların arkaik fikirleriyle tefsire kalkışırsak, böyle bir entegrasyonda gençlerimizi dinden uzaklaştırır ve ateizmin kucağına kendi ellerimizle iteriz. Bu konuda çok dikkatli olunmalıdır.
Ahmed b. Hanbel, el-Musned, I-VI, İstanbul, 1992.
Aktan (H.), “Kur’ân ve Sünnet Işığında Düşünce ve İnanç Özgürlüğü”, Uluslararası Avrupa Birliği Şurası (Tebliğ ve Müzakereler), 3-7 Mayıs 2000, II, s. 7 2-89, Ankara, 2000.
Atay (H.), “Kur’ân’a Göre Araştırmalar”, I-III, Atay Yayınevi, Ankara, 1997.
Başgil (A. F.), “Demokrasi Yolunda”, İstanbul, 1961.
Bernanos (G.), La France Contre les Robots, (Citations Françaises (C. F.) içinde), Paris, 1977.
Buhârî, el-Camiu’s-Sahîh, I-VIII, İstanbul, 1992
Camus (A.), Carnets, Gallimard, (C. F. içinde), Paris, 1977.
Dağcı (Ş.), “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması”, Uluslararası Avrupa Birliği Şurası (Tebliğ ve Müzakereler), 3/7 Mayıs 2000 II, s. 96-111, Ankara, 2000.
Ebu Davud, es-Sunen, I-V, İstanbul, 1992
Gaxotte (P.), Theimen et rariatious, Fayard, (C. F. içinde), Paris, 1977.
Hamidullah (M.), İslam Peygamberi, I-II, İstanbul, 1966.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 4. madde.
Lalande (A.), Vocabulaire Technique et critique de la Philosophie, P. U. F ., 17. Baskı, Paris, 1991.
Maurras (C.), Au Signe de Flore, Grasset, (C. F. içinde), Paris, 1977.
Montesquieu, L’esprit des Lois, (C. F. içinde), Paris, 1977.
Proudhon (P. J .), De la Justice dans la revolution et dans l’Eglise, (C. F. içinde), Paris, 1977.
Rozenthall (F.), The Muslim Concept of Freedom, Prior to the Nineteeth Century, Leiden, 1960.
Yakıt (İ.), Doğru Bir Kur’ân Tercümesinde Semantik Metodun Önemi, I. Din Şurası (Tebliğ ve Müzakereler) 1-5, Kasım-1993, Ankara, 1993, II, s. 412-417.
Yiğit (Y.), İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidad Suç ve Cezasına Bakış, İslâmiyat II (1999) s. 121-135, Ankara, 1999.