Yükleniyor...
ABD ve İsrail arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren siyasi, ekonomik ve stratejik alanlarda geniş bir etki alanı bulmuştur. ABD, İsrail’i 1948’de kurulduğu gün tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. Keza sadece ABD değil, İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği 14 Mayıs 1948’de onu ilk tanıyan ülkelerden birisi de Sovyetler Birliği’ydi. ABD, İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden yalnızca 11 dakika sonra tanıdığını açıkladı. Dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman’sa aynı hafta NBC’deki konuşmasında İsrail’i 7 dakika sonra tanımak gönlümden geçmişti ancak 11 dakika olması da hiç geç olduğu anlamına gelmez ifadelerini kullandıktan sonra haber sunucusu “…niçin 7 dakika sayın Başkan?” diye sorduğunda Harry S. Truman, “Yahudilikte 7 kollu Şamdan Menora Şamdan türüne aittir ve Başbakan Gurion’a bir jest olmasını çok isterdim” diyerek açıkça İsrail’e olan bakışını da böyle aktarmıştı. Ardından Sovyetler Birliği aynı yıl içerisinde İsrail’i tanıyan ikinci büyük ülke oldu. Sovyetlerin bu devlete karşı ABD kadar yakın ilişki geliştirmesindeki sebeplerin başında David Ben Gurion’un kabinesinde bulunan Yahudi bürokratların neredeyse tamamının kütüğünün Rusya’daki Yahudi oblastına dayanıyor olmasıydı. Bir ahbaplık ilişkisi kurmayı denediyse de ABD kadar başarılı olamadı. Zira ABD, İsrail ile yalnızca ahbap değil iş ortağı da olmak istiyordu. Oluşturduğu Dünya Jandarması imajına Yahudi finansmanıyla parasal bir korku salmayı da planlamaktaydı. O günden bu yana bu iki ülke arasındaki ilişki, stratejik ortaklık bağlamında gelişmiş, hem uluslararası ilişkiler literatüründe hem de küresel politikada kendine kalıcı bir yer edinmiştir. Bu bağ, yalnızca diplomatik düzeyde değil, aynı zamanda askerî yardımlar, ortak güvenlik stratejileri, siyasi destek ve en önemlisi istihbarat iş birliğiyle derinleştirilmiştir. Yakın tarihlerdeyse İsrail Başbakanları, ABD’nin güdümlerinden çıkmaması için siyasi imtiyazlar vermenin yetmeyeceğini düşünmeye başladılar. Bilakis Moşe Şaret, Levi Eşkol, Golda Meir, Shimon Peres ve Ehud Barak ABD’ye kademeli olarak siyasi ve istihbarat düzleminde imtiyazların vanasını açmış Başbakanlardır. Bunun karşılığında ABD’den koruma beklemişlerdir. Ancak 1969’da geçici Başbakan olarak göreve gelen Yigal Allon, Başkan Richard Nixon’la yaptığı telefon görüşmesinde gazete manşetlerine göre imtiyazları ciddi tavizlere çevirmek istediği ifşalandığında görev sonrasında cezaya çarptırılmıştır.
Allon’un teklif ettiği taviz teknoloji transferine karşılık bürokraside Amerikan Yahudilerinin koltuk kazanmasıydı. Zira 8 Haziran 1967’de Altı Gün Savaşı sürerken İsrail Hava Kuvvetleri ve donanması tarafından ABD’nin gözetleme gemisi olan USS Liberty’nin İsrail kara sularında keşif yaptığı fark edildiğinde batırılması İsrail’in düzeltmesi gereken bir problemi hâline gelmişti. İsrail bu olayı her ne kadar “yanlışlık” olarak nitelendirse de 34 USS Liberty mürettebatı hayatını kaybetmiş ve uluslararası arenada İsrail, ABD’den aldığı desteği artık alamayacağı bir krize doğru sürüklenmekteydi. Zamanla olay zımparalanarak giderilmiş olsa da Benjamin Netanyahu kendinden önceki hiçbir Başbakan gibi düşünmeyi tercih etmeyecekti.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 2001’de ABD’yi “mutlaka kontrol edilmesi gereken bir devlet” olarak tanımlaması, iki ülke arasındaki ilişkiyi daha çarpıcı bir perspektifle gözler önüne sermektedir. Bu tür açıklamalar, özellikle Filistin meselesi ve Orta Doğu’daki diğer krizlerde ABD’nin politikalarının İsrail çıkarlarına ne denli uygun biçimde şekillendiğine dair önemli bir ipucu sunar.
Bu yazıda, ABD-İsrail ilişkilerinin tarihsel arka planını, iki ülke arasındaki lobicilik faaliyetlerinin politik sürece etkilerini, CIA ve MOSSAD arasındaki iş birliğini ve Filistin meselesine yönelik ABD’nin İsrail yanlısı tutumunu derinlemesine inceleyeceğiz.
ABD’nin İsrail’e yönelik desteği, Soğuk Savaş’ın dengeleri çerçevesinde şekillendi. Orta Doğu’da Sovyet etkisinin artması, ABD’nin bölgedeki güvenilir müttefiklere duyduğu ihtiyacı artırdı. İsrail, ABD için Orta Doğu’da güvenilir bir ortak ve Sovyetler Birliği’nin bölgedeki nüfuzunu dengelemek için bir araç hâline geldi. 1950’lerdeki Eisenhower yönetiminde, ABD İsrail’e karşı zaman zaman mesafeli bir duruş sergiledi. Ancak 1967’deki Altı Gün Savaşı, ABD’nin İsrail’e askerî ve finansal desteğini güçlendirmesi gerektiği düşüncesini pekiştirdi.
1948 ile 2000 yılları arasında ABD-İsrail ilişkilerini istikrarlı şekilde arttıran ancak bir o kadar da zaman içerisindeki çalkantıların ilişkileri durağanlaştırdığı hadiseler meydana gelmiştir. 1950’de Üçlü Güvenlik Bildirgesi’yle İngiltere, ABD ve Fransa, Orta Doğu’daki statükoyu korumak ve bölgedeki dost ülkelerin güvenliğini sağlamak için hareket geçtiler. Bu bildirgeye göre İsrail oluşturulan continental güvenlik çemberinde üs konumundaydı yani önemli bir merkezdi. 12 sene sonra İsrail’e silah satışıyla gündeme gelen Kennedy yönetimi İsrail’e 100 adet HAWK füze sistemi hibe etmişti. Her biri 20 milyon dolar değerindeydi. Yüzeyden Havaya Füze sistemi olarak bilinen HAWK, 3’lü bildirgeye göre düşman olarak addedilen İran, Irak ve Mısır’ın topraklarına düzenlenebilecek kara ve hava operasyonlarında havadan imha desteği sunuyordu. 1978 Camp David Antlaşmalarıyla birlikte ABD-İsrail ilişkileri bir başka boyuta evrildi. ABD, Mısır ve İsrail arasında arabuluculuk yaparak iki ülke arasındaki barış anlaşmasının düzenlenmesinde ve imzalanmasında barış güvercini imajını çizmişti. Mısır bu antlaşmaya göre bölgesel güç olmaktan vazgeçerken İsrail bölgede öncü rolüne yükselmişti. Milenyumun (2000) başlarında 3,8 milyar dolar değerinde askerî yardım alan İsrail, bu yardımla birlikte bölgede Türkiye dahil diğer tüm devletlerin çekindiği güç hâline yükseltildi.
Fakat 2001’de Netenyahu’nun ifadeleri bu iyi ilişkilerin neticesinde sarf edilmiş bir cümle değildi. 1975’te ABD’nin İsrail’e uyguladığı askerî yardım kısıtlaması Netenyahu’nun ABD’yi kontrol edilmesi gereken bir devlet olarak nitelendirmesini sağlamıştı. Başkan Gerald Ford, İsrail’in Arap ülkeleriyle barış görüşmelerinde iş birliği yapmadığını belirterek İsrail’e yapılan yardımları kısıtlamıştı. Gerald Ford yapı itibariyle Siyonizmin ABD sınırları içerisinde büyüleyici bir finansal güç olduğunu fark etmişti ve İsrail’in yularının asla bırakılmaması gerektiğine inanıyordu. Çünkü Orta Doğu dendiğinde ABD’nin hamiliğine muhtaç bir devletin politikalarının izlekçisi olmak ABD’yi bölgenin bataklığına sürükleyeceğini düşünmekteydi. 1981’de İsrail’in Irak’ın Osirak Nükleer Reaktörünü bombalaması, ABD tarafından kınanmıştı. ABD, İsrail’in bu saldırısını onaylamadığını belirttiği gibi önemli şirketlere borsada servetlerini dondurma kararını alabilecek kadar da İsrail’in bu hamlesi, ABD’yi ürkütmüştü. Ancak böyle bir şey asla olmadı.
1991’de Körfez Savaşı sırasında Irak, İsrail’e Scud füzeleri ile saldırılar düzenledi. ABD, İsrail’e füze kalkanı desteği sağladı, ancak bu durum bazı Arap ülkelerinde ABD karşıtı tepkilere yol açtı. Dönemin Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz el-Suud, ABD’nin desteği kesmemesi takdirinde Amerika’nın Suudi Arabistan Krallığı’ndaki petrol arama ve rafine etme iştiraki olan Saudi Aramco’ya faaliyet durdurma cezasının verileceğin, akabinde Riyad merkezli alternatif bir şirketin petrol arama-çıkarma ve rafine etme sürecine başlanacağını ileterek tehdit etmesi ABD’yi uluslararası arenada prestij kaybına sürüklemesi İsrail ile ilişkileri bir miktar daha törpüleyen hadiseler arasındaydı. 2006 Lübnan Savaşı ve 2009 İsrail’in Gazze’deki “Dökme Kurşun Operasyonu” neticesindeki gelişmeler ilişkileri zımparalamaya devam etti.
İlişkilerin perde arkasındaki ciddi devlet politikası süreçleri 1950’lere kadar gidiyordu. Eisenhower döneminde ABD, İsrail’in Filistin topraklarındaki askerî faaliyetlerini kınayan BM Güvenlik Konseyi kararlarını desteklemiş ve İsrail’in Ürdün Nehri’ni dönüştürme projesine karşı çıkarak bu ülkeye mali yardımları durdurma kararı almıştır. Böylelikle İsrail’e bölgede tutunabilmek için ABD’ye muhtaç olduğu hatırlatılarak atacakları adımlarda bağımlılık ilkesine uygun hareket etmeleri ima edilmek istenmişti. Ancak bu bağımsız tavır, İsrail’in ABD içerisindeki politik sürece daha fazla dahil olmasına ve Amerika’daki Yahudi lobisinin güçlenmesine yol açtı.
1960’lı yıllarda İsrail yanlısı lobicilik faaliyetleri kurumsal bir yapıya kavuşarak Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC) gibi etkili yapılarla güç kazandı. AIPAC’in finansal ve politik desteği, İsrail karşıtı politikaların önlenmesi için ciddi bir güç hâline geldi. Ürdün Nehri’nin dönüştürülmesi projesinin maliyetleriyle birlikte zarar edilerek iptal edilmesi İsrail hükümetini seçimleri kaybetmeye sürüklemiş olması çok büyük kin dolu bir akis yarattı Siyonist bürokraside. Keza David Ben Gurion hükümetinden sonra iktidara gelen Moshe Sharett 1953’te el çektirilen bu projeyi tekrardan yürütmeye gayret etti. ABD’nin güdümünde olmaya niyeti olmayan bu hükümet ABD’nin mali yardımlarını sudan sebeplerle kısmaya başlamasıyla bu yönetim de süreci idame ettirmekten vazgeçti. Ve böylelikle Amerikan Doları olmadan İsrail’in uzun vadedeki Sina-Ürdün-Dicle ve Fırat üzerindeki politikaları devam ettirilemez olarak nitelendi.
Tel Aviv Üniversitesi Siyaset Bilimi kürsüsü profesörleri bu durumu sıklıkla ifade etmeye devam ettiler. 1960-1969 arasında Wizmann Bilim Enstitüsü, İsrail Teknoloji Enstitüsü ve Hebrew Üniversitesi ABD’deki Yahudi lobisinin bilim-teknoloji ortaklığıyla daha barışçıl düzlemde ilerlemesi için gizli bir saman altı görünürlük yaratarak AIPAC’ın faaliyetlerini sosyal dernekleşme çerçevesinde destekledi.
İsrail, ABD’nin iç politikasında nüfuz sahibi olmanın, kendi ulusal çıkarları açısından vazgeçilmez olduğunun farkına erken varmıştır. 1954 yılında Isaiah L. Kenen tarafından kurulan Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC), İsrail’in ABD’deki en önemli lobicilik kuruluşu hâline geldiği gibi aynı zamanda İsrail Devleti’nin doğrudan muhatap aldığı ABD-İsrail Halkla İlişkiler mercisi olmayı başarmıştır.
İki devlet arasındaki politik kararlarda mutabık kalabilmek, ortak tehditlere karşı tavır sergilemek gibi ikincil rehberlikleri ABD’nin hayır diyemeden iş birliği kabul ettiği hususlar doğurmuştur. 2015 yılında Barack Obama yönetiminde imzalanan İran Nükleer Antlaşması (Ortak Kapsamlı Eylem Planı-JCPOA), AIPAC’in sert bir şekilde karşı çıktığı bir girişimdi. AIPAC, anlaşmanın ABD’nin güvenliğini ve İsrail’in varlığını tehdit ettiğini iddia ederek yoğun bir kampanya başlattı. Kongre üyelerine yönelik yapılan lobi faaliyetleri ve düzenlenen kamuoyu kampanyalarıyla anlaşmaya yönelik muhalefeti artırdı. AIPAC, anlaşmanın iptal edilmesi için özellikle Cumhuriyetçi Kongre üyeleri üzerinde baskı kurdu ve nihayetinde 2018’de Donald Trump yönetiminin anlaşmadan çekilmesiyle bu hedefini gerçekleştirmiş oldu. AIPAC’in bu süreçteki baskılayıcı faaliyetleri, ABD’nin İran’a yönelik politikasında ciddi bir değişikliğe yol açtı.
AIPAC, ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını uzu yıllardır destekliyordu. AIPAC, Trump yönetimi üzerindeki lobi faaliyetlerini yoğunlaştırarak bu konuda önemli bir etki yaratmayı başardı. 2017’de Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı almasında AIPAC’in baskısı etkili oldu. Bu karar, Filistin meselesinde ABD’nin tarafsızlık ilkesi konusunda ciddi eleştiriler aldı, ancak AIPAC’in kamuoyu ve Kongre üzerindeki baskıları bu karara engel olunmasını zorlaştırdı. Hatta Başkan Trump kendi döneminde Rockefeller’dan İsrail’de müze ve kültür faaliyetlerini arttırma, Amerikan vatandaşlarının ziyaretlerine ilişkin turlar ve devlet destekli etkinliklerin düzenlenmesi için bir çalışma yürütmesini istemişti. Zira 1938’de İsrail, Tel Aviv’de açılan Rockefeller Arkeoloji Müzesi o yıl ilk kez Roma dönemine ait kalıntıların çalışmalarına başlayarak İsrail topraklarındaki Yahudi izlerinin kökenini gün yüzüne çıkarmak istediyse de buluntular yalnızca Romalılara ait yapılar ve tapınaklar olmuştu.
AIPAC, İsrail’e karşı boykot ve yaptırım uygulamayı hedefleyen BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar) hareketine karşı büyük bir mücadele yürüttü. BDS hareketi, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını eleştirirken, AIPAC bu hareketi İsrail karşıtı ve antisemitik olarak nitelendirmiştir. AIPAC, ABD eyaletlerinde ve Kongre’de BDS hareketine karşı yasaların çıkarılması için baskı kurmuş ve birçok eyalette, BDS hareketini destekleyen şirketlerin devlete iş yapmasının yasaklanmasını sağlamıştır. Bu kampanya, AIPAC’in ABD’de ifade özgürlüğü konusunda eleştirilere yol açan baskılayıcı faaliyetlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
İsrail karşıtı politikaları destekleyen veya İsrail’e yönelik eleştirilerde bulunan Kongre üyeleri üzerinde AIPAC ayrıca baskı oluşturmayı da kendisine bir ilke edinmiştir. AIPAC, İsrail’i eleştiren politikacıları hedef alarak, bu politikacıların rakiplerine seçim desteği sağlayarak ABD siyasetine ve iç işlerine aslında doğrudan müdahale etmekte. Yani 2018’de Trump’ı iktidara taşıyanlar Putin ve onun bağlantılarıydı şeklinde ortaya atılan suçlamalardansa 50 seneden fazla süredir ABD siyasetinde kimin aday olması gerektiğine dahi karar veren ve diğer adayların sumen altı edilerek ortadan kaybeden AIPAC bu konularda göz ardı edilmemeli. Örneğin, Filistin yanlısı duruşlarıyla bilinen bazı Demokrat Kongre üyeleri, AIPAC’in desteğiyle karşılarına çıkan adaylar yüzünden Kongre’deki yerlerini kaybetmiştir. New York’tan Jamaal Bowman, Missouri’den Cori Bush koltuklarını kaybeden Demokrat Kongre üyeleriydi. AIPAC’in bu baskısı, ABD’deki Kongre üyelerinin İsrail yanlısı politikalar benimsemelerini teşvik etmekle birlikte konumlarını kaybetme korkularını pekiştirmiş ve Benjamin Netenyahu’nun ABD Kongresi’ndeki konuşmalarına karşı çıkamamıştır. Çıkanlarsa buharlaşmışlardır.
AIPAC bulunduğu yerin dışında İsrail’in Gazze’ye yönelik askerî operasyonlarında ABD’nin İsrail’e desteğini artırmak için yoğun lobi faaliyetlerinde bulunmaktan geri adım atmamıştır. Özellikle 2014 ve 2021’de Gazze’de yaşanan çatışmalarda AIPAC, İsrail’in kendini savunma hakkını vurgulayarak ABD Kongresi ve kamuoyu üzerinde etki kurmuştur. AIPAC’in bu baskıları sonucunda, ABD hükümeti ve Kongresi, İsrail’e siyasi ve askerî desteklerini artırmıştır. Özellikle İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemi için sağlanan ek fonlar, AIPAC’in lobi faaliyetlerinin bir başarısı olarak değerlendirilerek İsrail Devleti, ABD’deki diğer Yahudi organizasyonlarının AIPAC’ten habersiz bir faaliyet yürütmesini yasaklamıştır.
İsrail’in ABD siyasetine sirayet eden parmaklarının en belirgin hadisesi Demokrat Parti içindeki ilerici üyelere yönelik yürüttüğü espiyonaj faaliyetleridir. AIPAC, son yıllarda Demokrat Parti içindeki bazı ilerici Kongre üyelerinin İsrail’e yönelik eleştirilerini engellemek için yer, yer yıldırma eylemleri yürütmektedir. Özellikle Alexandria Ocasio-Cortez, İlham Omar ve Rashid Tlaib gibi Kongre üyeleri, İsrail’in Filistin politikalarını açıkla eleştirmeleri nedeniyle AIPAC ve destekçileri tarafından hedef alınmış ve bu üyelere karşı kampanya düzenlenmiştir. AIPAC, bu tür eleştirilerin İsrail’in ABD’deki imajını zedelemesini engellemek amacıyla, bu tür politikacılara karşı seçim dönemlerinde aktif rol oynayarak onların sahneden atılmasını, diskalifiye olmasını amaçlamaktadır.
AIPAC, yalnızca tek parti taraflı bir İsrail menfaat yönelimli süreç izlememektedir. İsrail’in ABD içindeki çıkarlarını savunmak amacıyla kurumsallaşmış ve her iki partiden de destek almıştır. AIPAC, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler üzerinde etkili olmuş ve ABD seçim süreçlerinde finansal destek sağlayarak iki partiyi de İsrail yanlısı politikalar izlemeye teşvik etmiştir. Keza Cumhuriyetçiler ve Demokratlar dışında güçlü bağımsız adayları karalayarak onların seçimden önce oy potansiyellerinin düştüğünden de emin olmayı ister.
2016’da Barnie Sanders, ABD Başkanlığı için Trump’ın karşısında Demokrat Parti’den aday olmak için yarışmıştı. Vermont Senatörü olarak aday olan Sanders, İsrail-ABD arasında ılımlı ancak bilinenin de çok aksine ABD’nin çıkarlarının ön planda tutulduğu bir yaklaşımı benimsemesinden dolayı seçim kampanyasını finansal sıkıntılardan dolayı ilerletememiş, Hillary Clinton’a kaybetmişti. Ve AIPAC, Barnie Sanders’ın yarıştan kaybederek ayrılmasından sonra Hillary Clinton için karşı bir kampanya yürütmemiş, Clinton ile Trump’ın kampanyalarında hangisi seçilirse seçilsin İsrail kazanmıştır anlayışıyla süreci izlemeye çekilmiştir. Trump iktidarının daha gelişigüzel seyretmesi ihtimaline ve yönlendirilme kolaylığı bakımından seçimlerde Donald Trump için bazı kolaylıklar sağladığı da bilinmektedir.
Trump iktidarında ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail karşıtı kararları veto etmesi, bu lobinin ABD içerisindeki gücünü ABD’nin jandarmalığından nasıl faydalandığını tüm dünyaya gösterdiği en belirgin örneğidir.