Yükleniyor...
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası yazısının son bölümüdür.
Afrika ve Arap yarımadasında 22’yı aşkın Arap Emirliği ve devleti oluşturulmuş ve Türk/Acem karşıtı sülaleler üzerinden oluşturulan devletlerin eğitim sistemi ise esasen Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının medeni birikimine ters biçimde Emevî tefekkürüne dayalı Selefi ve Vehhabî ilkelerine dayalı olmuştur.
Hindistan yarımadasındaki Türk İslam egemenliği de 1858’de ortadan kaldırıldıktan sonra bütün oluşumlar Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının aleyhine oluşturulmuştur; İslamiyet yerine Hinduizm, Farsça ve Türkçe yerine Hintçe ve İngilizce hâkim olmuş ve nitekim Azerbaycan ve Horasan erenleri ve onlarla beraber hareket eden Müslüman kitle mahkûm konuma indirgenmişlerdir.
Tabiri caizse Uluğ Türkistan’ın doğu bölgeleri- Mençurya’dan Hoten ve Urumçi’ye kadar uzanan bölgeler Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasi egemenliğine dahil olarak Çin kültür havzasının birer parçası olmuştur. Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Doğu Türkistan olarak tanımladığımız Uygurların Çin Halk Cumhuriyeti döneminde kendi dil ve eğitimlerinde kısmen serbest olmalarına bakılmaksızın tarihten tecrit ve soyutlanmış suni şekilde oluşturulmuş olan ortografik yöntem, Uygurların tarihle ilgisini ve medeni bağını koparmak üzeredir, çünkü Çin’de Arap alfabesi üzerinden yeni oluşturulmuş ortografik yazımla hiçbir tarihi metnin okunması mümkün değildi. Mesela bugün Doğu Türkistanlı bir eğitimli kardeşimiz, Hemedanlı Residüddin Fazlullah’ın Tebriz’de yazdırmış olduğu “Câmiu’t-Tevarih” eserinin birçok Türkçe nüshalarını o cümleden Uygur kökenli Mirza Muhammed Haydar Köreken tarafından Türkçe hazırlanmış “Tarihi Reşidi” nüshasını veya son dönem tahminen 80 yıl önce merhum Muhammed Emin Buğra tarafından yazılmış olan “Şarki Türkistan Tarihi” gibi önemli eserleri bile okuyamaz haldelerdir. İlginç olan şu ki, Doğu Türkistan uğrunda mücadele eden kardeşlerimiz bile Çin Halk Cumhuriyeti’nin eğitim sistemi tarafından yanlış yöntemlerle hazırlanmış olan bu ortografik esasları kullanıyorlar… En azından klasik ortak Türkçede kullanılan rayiç ortografiği esas yazım kuralı olarak yeniden ihya etmeleri ve bu alanda kültürel faaliyetlerini artırmaları gerekmektedir.
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesinin birer parçası olan Orta Asya başta olmakla Sibirya ve diğer bölgeler 400 yıl önceden başlayarak Sezar-i Rum olarak bilinen Çar Rusyası tarafından işgale tabi tutulmuştur ve Kafkasya ise 220 yıl önce Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesinden savaş yolu ile koparılarak işgal edilmiş ve nitekim Çar Rusya’sı üzerinden Rum medeniyet havzasının sömürüsüne mahkûm olmuşlardır. Buradaki Türk ve akraba topluluklar, Çar Rusya’sı ortadan kalktıktan sonra yerinde kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin terkibinde kalmışlar ve bu süreç, 1990’lara kadar devam etmiştir.
Son aşamaya kalan Gacar ve Osmanlı’nın yerine Modern Ulus-devlet dönemi iki farklı sistem hâkim olmuştur. 1453’ten beri Türklüğün inkâr edildiği, ezildiği, tahkir ve aşağılandığı, Ziya Gökalp’in ifadesi ile dersek; yobaz, köylü, taşralı, anlamaz, Kızıl Baş ifadeleri ile tahkir edilmek istenen Türklüğün yokluğa mahkûm edildiği Anadolu’da, 23 Temmuz 1908’de yeniden ilan edilen Meşrutiyetle modern Türklüğün yeniden ihyası hareketi büyük yol katetmiş ve 1923’de Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile taçlanan Türklük devlet-millet kimliği olarak ön plana alınmıştır.
İslam öncesi mübahaseli tarih dışında son 1200 yılın Farsça, Türkçe, Arapça ve diğer yerli dillerdeki mektup tarihe göre Türk olarak tanımlanan halkın merkezi olarak görülen ve asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının ana beşiği sayılan, Türk devlet ve medeniyetinin sürekliliğinin temin edilmesi için sayısız şehitler veren, 19. yüzyılın ortalarında Hindistan yarımadasında Türk devlet ve medeniyetinin korunması, bekası için Ebdul Samed Han Tebrizlinin önderliğinde gönderilen Horasan-Azerbaycan kuvvetlerinin başlatmış oldukları halk hareketleri ve kurmuş oldukları mukavemet cepheleri ve Hindistan’da uğramış oldukları yenilgiden sonra Orta Asya’da güneyde İngiltere’ye, kuzeyde Çar Rusya’sına karşı Gacar’ların yanında duracak, Hive, Buhara merkezli Türk devletinin kurulması için yine Ebdul Samed Han Tebrizli ve etrafındaki kuvvetleri seferber eden ve son kanlarına kadar orada savaşıp şehit düşen Türkün yiğit evlatlarının yurdu olan İran’da 1917-1921 arası tahmil ve tahkim edilmiş olan inhilal, izmihlal ve soykırım denilecek olaylar sonrası yapılan 21 Şubat 1921 darbesiyle Türk ve Türklüğün rafa kaldırıldığını, Türk dilinin tamamen kesin bir şekilde yasaklandığını ve Fars dili üzerinden Tevrat yorumuna dayalı Pers düşünce sistemini benimseyen bir devletin – Pehlevi devletinin kurulduğu ilan edilmiştir. Kaydedilmelidir ki, bu beş yıllık olaylarda (1917-1921) İran’ın nüfusu 18 milyondan 10 milyona düşmüştür, yanı ülke nüfusunun tahminen yarısı ölmüş, öldürülmüş veya acından kırılmıştır. Bu konuyla ilgili geniş bilgi için “Türk İran’a Persliğin dayatılması”, “Türk Dünyasında Soykırım I.cilt”, “İran’ın Jeopolitiği” adlı eserlerimize müracaat edilebilir.
Burada kısa şekilde kaydedelim ki, bu süreçte iç faktör olarak tarihî, siyasi ve fikrî yapılanmanın esasını oluşturan kişi, köken Bağdat Yahudilerinden olan, bize göre Farisiye tarikatının açıklanmamış üyesi olan Muhammed Ali Frugi olmuştur. Muhammed Ali Frugi, İran’da 1925’te resmi şekilde Rıza Han’ın başına kendi eliyle sözde Keyani tacını koyarak kurulduğunu ilan ettiği Pehlevi devletinin iç faktör olarak fikri babası olmuştur. İran’da Türk saraylarının Emevî dönemi Arap dil inhisarına ve gayri Arapların mevali olarak değerlendirildiği siyasete karşı kurguladığı Fars dili üzerinden Tevrat yorumuyla Türk ve Türklüğü büsbütün yok sayacak bir devlet yapılanmasına gitmiştir. Muhammed Ali Frugi, bu alanda Türkiye’de yenice kurulmuş olan Türk devletini de kullanmak istemiştir. Bunun için Kara su üzerinden tahminen 13 kilometrelik toprak parçasının hediye edilmesiyle Türkiye’nin Turan’a açılan kapısı sayılacak Nahçıvan’a bağlanmasını temin etmiş ve bunun karşılığında İran’ın Pers/Fars millet yorumuna desteğini almak istemiştir. Ancak Atatürk, yazdırmış olduğu Türk Tarih Tezi ile İran’ın asıl bir Türk yurdu olduğu tezini esas almış ve hatta İran adının bile Türk olduğuna, oradaki medeniyetin büyük oranda Türklere ait olduğuna vurgu yapmış ve nitekim İran’ın Türklüğünü savunmuştur. Bu ise bölgedeki modern ulus-devlet dönemi yeni yapılanmaya ayak uydurmaktan kaçınmaktı ve belli daireler tarafından kabul görülmedi ve yeni düzene tam ayak uydurmaktan kaçınan Mustafa Kemal ile Rıza Han Pehlevi her ikisi de sonraki olaylarla sıra dışı bırakıldılar. 1930’larda Hitler, Türkiye ve İran’ın Türklük üzerinden ittifakının temin edilmesi ve müttefik kuvvetlere karşı Almanya’nın yanında durmasını temin etmek için bir siyaset yürürlüğe koymuştur. Borçalı kökenli muhacir bir Türk ailesine mensup Rıza Han Pehlevi ile Selanik kökenli (Atatürk’ün Tebriz kökenli Türk olduğu da tartışılır) muhacir ailesine mensup Mustafa Kemal’in Türklük üzerinden ittifakının sağlanması için Tahran ve Ankara’ya Büyükelçi olarak en yakın güvenilir bürokratlarını göndermiştir. Ciddi bir süreç başlanmıştır. Bu süreçten haber alan müttefik kuvvetlerine ait istihbarat yetkilileri işe müdahil olmuştur. Sonuç itibarıyla 1938’te Atatürk vefat etmekle Türkiye’deki süreç iflasa uğramıştır ve bunu müteakiben 1941 darbesiyle Rıza Han Pehlevi Güney Afrika’nın Johannesburg şehrine sürülmüş ve orada ölüme terk edilmiştir. Konuyla ilgili Rusya Federasyonu Milli Arşiv Merkezi tarafından SSCB’ne ait açıklamış olduğu belgelerde daha geniş bilgiler vardır. Bu konunun Türkiye kısmıyla ilgili kısmi olsa da Uğur Mumcu “40’ların Cadı Kazanı” eserinde değinmiştir. Bu arşiv belgeleriyle ilgili İran’da da İran kısmına odaklı Kave Bayat gibi yazarlar farklı prizmalardan değinmişlerdir.
Atatürk’ten hemen sonra 1940’lardan itibaren Türkiye resmen Atatürk’ün 6-7 bin yıllık yerli Medeniyet İnşasına esaslanan Türk Tarih Tezinden imtina etti. Atatürk’ün medeniyet inşasına esaslanan tarih tezine karşı Soğuk Savaş ve onu müteakiben Yeşil Kuşak dönemine ait dönemsel gereksinimlere yönelik yapılmış hesaplara göre tamamen gayri ilmi, siyasi ve konjonktürel çıkarlara esaslanan sözde Türk İslam Sentezcilerinin millet ve milliyet düşünceleri hâkim konuma getirtilmeye çalışılmıştır. Atatürk’ün rafa kaldırılmış olan medeniyet inşasına esaslanan tarih tezine karşı ön plana alınan Türk İslam sentezi ise tamamen siyasi ve ideolojik bir yaklaşım olmuş ve 1071 Malazgirt savaşına ve onu müteakiben Alperenlik, Cihat ve Cihatçılığı, başka bir ifade ile Komünizme karşı savaşı ön gören bir millet ve milliyetçilik yorumlanmış ve resmi tarih olarak ön plana alınmıştır. Bu sentezin görülmeyen ve asla dikkat edilmeyen korkunç tarafı ise Atatürk’ün yazdırmış olduğu tarih tezinde kabul etmediği ve reddettiği mesele, yanı İran’a dayatılan Persliğin kabul görülmesi ve savunulmasıdır. İran’ı Perse mal etmekle Turan kurmayı yeğleyen ve Türkün bin yıllarca süren yerli medeniyet inşasına esaslanan tarih anlayışını rafa kaldıran, onu sadece savaşla eşdeğer yapan, onu SSCB ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı suistimal eden, savaş makinesine dönüştürmeyi amaçlayan sentezciler, İran’ın asli kurucu unsuru olan Türklüğe de ihanet etmişlerdir, dersek abartmamışız.
Burada bunu da kaydedelim ki, Atatürk’ün Türk tarih tezinin bizim tarafımızdan kabul görülmesini sağlayan en önemli tarafı, 6-7 bin yıllık yerli medeniyet inşasına dayalı olmasıdır. Tabi abartılmış tarafları ve düzeltilmesi gereken bilimsel kusurları vardır. Bize göre en önemli yanlışlığı ise 6-7 bin yıllık Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet havzasını ve tahminen 2700 yıllık ona karşı alternatif medeniyet inşasına esaslanan Rum medeniyet havzasının sentezlenmesidir. Büyük ihtimal buda jeosiyasi gereksinim olarak ele alınmıştır.
6-7 bin yıllık yerli medeniyet inşasına esaslanan Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının asli kurucu unsurunun Türk olmasının yanı sıra diğer bütün yöresel ve bölgesel unsurların varlığıyla bir bütünlük içinde gelişip büyümüştür. Buna göre de kültür havzasının bütün yöresel ve bölgesel unsurları, asli unsurla beraber bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Birinin diğerine üstünlüğü kültür havzasının inşası ve yeniden ihyası için en büyük engel olduğu fikri kabul görülmelidir.
1979 İran İslam Devrimi ile bölge jeopolitik düşünce açısından yeni bir aşamaya girmiştir. Asli kurucu unsurunun Türk olduğu İran’ın Tevrat üzerinden yorumlanan Pers düşünce sistemi ile yürüyebileceğinin mümkün olmadığı anlaşılmış ve yeni fikir yapılanmasına gidilmiştir. İslami Devrimden hemen sonra Laricani ailesine mensup Muhammed Cavad Erdeşir Laricani tarafından 1980’lerin ilk yıllarında Ümmülkura/ أمّ القرى teorisi ile tabiri caizse Osmanlının Türk karşıtı İslam anlayışının tarihi misyonunu devlet siyaseti olarak ileri sürmesi ve bazı daireler tarafından yeni kurulan devlete bir anlamda dikte edilmesi olmuştur. Başka bir ifade ile mevcut İran İslam Cumhuriyeti, bir tabirle Osmanlının tarihi misyonunu üstlenmiştir. Osmanlının siyasi ve tarihi misyonunu üstlenen İran İslam Cumhuriyeti ile paralel şekilde Türkiye’de de 12 Eylül 1980 darbesi ile Türk İslam sentezcilerinin önü açılmış ve netice itibarıyla merhum Osman Turan’ın adı ve soyadında olduğu gibi Türk denildiğinde Turan, İslam denildiğinde ise Osmanlı eşanlamlı olarak gündem bulmuştur.
SSCB’nin 1991’de parçalanması ve onu müteakiben yeni Türk Cumhuriyetlerinin doğması ile Türk Birliğine giden yol Turan esas konu olarak belli dairelerde konuşulmaya başladı. Maalesef İran’da o dönem Muhammed Ali Frugi’nin fikri temellerini koyduğu Türk karşıtı Pers düşünce sistemini içten benimsemiş ekiplerin hakimiyette geniş nüfuza sahip olmalarından dolayı, İran resmi surette bölgemiz için oldukça büyük önem arz eden bu konuya müdahil olamadı. 1990’ların başlarında Türk dünyasında özellikle belli ülke başta olmakla Türkiye ve Azerbaycan’da belli dairelerde açıklanmadan Türk Birliği Turan söz konusu yapılırken İran’da hakimiyette söz sahibi olan Frugi eksenli kesimler ve Frugi’nin mevcut durumda fikri mümessili sayılan Seyyid Hüseyin Nasr (1933, Tahran, İran) ve onun sistemdeki hem fikirlileri, İran Türklüğünü daha çok ezip, etkisizleştirebilmek için Türk Birliği Turancılığı her halde İran karşıtı bir yaklaşım olduğunu ısrar ile rapor edir ve İran İslam Cumhuriyetinin çok sahalı, çok aygıtlı sistemin sert ve esas karar vericilerini bu oluşuma karşı olmasını ve en azından lakayt, ilgisiz ve umursamaz kalmasını sağladılar.
Hâlbuki, o dönem konuyla ilgili İran’da devlet aklıya yaklaşan, meseleye tarihi ve siyasi cihetten derinden hâkim olan bir ekip sorumluluk almış olsaydı, bu süreci İran karşıtı Turancılığa yönlendirmek isteyenlere karşı İran dahil güçlü Türk Birliği çizgisine getirmek daha kolaydı. Maalesef her iki tarafta grup çıkarlarını düşünenlerin karar verici mevkilerde bulunması, süreci oldukça olumsuz etkiledi ve netice itibarıyla oluşabilecek muhtemel Türk Birliğinin yerine faktiki şekilde İran karşıtı Turan olmasını isteyenlerin eli geniş biçimde açık bırakılmış oldu. Nitekim gelmiş olduğumuz sonuçta Türk Birliğinden ziyade İran karşıtı Turan oluşumunu isteyenlerin esas rol oynadığı bir dönemeçte bulunmaktayız.
Büyük Britanya’nın Cihan Hakimiyeti Teorisinin esasını koyan, Cengiz Han ve Emir Timur’un hukuki varisi olan İran Gacar devletinin dönem açısından İngiltere karşıtı en yakın müttefiki sayılan ve gün geçtikçe büyüyen Çar Rusya’sına karşı Turan’ın Osmanlı üzerinden baskı vasıtası olarak kullanmayı yeğleyen Benjamin Disraeli’in (1804-1881) yanlış küresel teorisi büyük kayıplara sebep olmakta devam etmektedir. Bir kere anlaşılmalıdır ki, bu yersiz kayıpların durdurulması için Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni bir anlamda eş güçler olarak birbirinden yararlanma ve faydalanma siyasetini esas alan İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliğine ihtiyacımız vardır. İran’a karşı Turan oluşturma cehtleri, bölgemiz için büyük facialara kapı aralamaktır. İngiltere’nin konuyla ilgili Jack Straw gibi deneyimli, uzman, önemli devlet adamları ve ünlü bürokratları, Benjamin Disraeli’in bu yanlış stratejisine yeniden bir bakış geçirmeli ve gerekli düzelişler edilmelidir. Bu ıslah ve düzeltmeler, İngiltere’nin Avrasya’ya, özellikle İran dahil Türk dünyasına yönelik kendi devlet çıkarları için gereklidir.
İran içi Türk ve Türklüğün fikri ve medeni cihetten etkinliğinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan ve Tevrat yorumlu Pers düşünce sisteminin müellifi sayılan Muhammed Ali Frugi’lerin ve onun günümüzde tasavvuf kılığına girmiş temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr’in Pers İran’la paralel Türkiye’nin de sözde büyük Osmanlı İmparatorluğuna dönüştürülmesi farazileri ve bu farazilere inanan bazı Yeni Osmanlıcılar, biler bilmez Türkiye ile İran’ı uçurumun eşiğine hidayet etmekteler.
Son söz olarak Türkiye-İran ilişkilerinin niceliği, Türk Dünyası başta olmakla bölgemizin ve genel olarak Batı Asya’nın geleceğinde oldukça büyük önem arz eder. Tahminen son yüz yılda, İran-Türkiye ilişkilerinin fikri temelleri söylenilmese de esasen Muhammed Ali Frugi ve onun mutasavvıf kılığındaki temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr’in ve kısmen Muhammed Cavad Erdeşir Laricani’nin Ümmülkura/ أمّ القرى teorisi üzerinden kurgulanmıştır. Ancak 2018 yılından itibaren naçizane tarafımca ileri sürülen Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının yeniden ihya ve inşasına yönelik fikirler esasında resmen siyasi müsteviyeye taşınan ve İran’da sorumluluk alacak güçlü ve etkin kesim tarafından desteklenen objektif tarihi verilerle örtüşen Türklük anlayışı üzerinden İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliği çizgisidir.
Mevcut durumda Türkiye ve Azerbaycan’da sorumluluk üstlenecek kardeşlerimizin özellikle gönüldaşlarımızın ileriye dönük Türklükle ilgili verecekleri önemli bir karar vardır; İran-Türkiye ve İran-Azerbaycan ilişkilerinin Muhammed Ali Frugi ve onun mutasavvıf kılığındaki temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr’in veya Muhammed Cavad Erdeşir Laricani’nin Ümmülkura teorisini, yoksa Rahim Cavadbeyli’nin Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının yeniden ihyası çerçevesinde bütün yerel ve bölgesel unsurlara yönelik kucaklayıcı, hak ve hukuklarını tanıyan, içtenlikle benimseyen ve barış içinde İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliğini vadeden fikri mi esas alacaksınız?
Tabii 2018’den beri bize karşı olan resmi tavırların birçok meselenin ne halde olduğunu, nasıl ve hangi düşüncenin takip edildiğini görür ve anlıyoruz. İran’ın Türk Devletleri Teşkilatına resmen davet edilmesi ve başlatılacak sürecin bizim tarafımızdan yürütülmesine yönelik bir diyalog ağının kurulmasını müteakiben birilerinin İran’ın birlik ve bütünlüğünü hedef alan haritayla ortaya çıması kimin neyi nasıl düşündüğünü ve nerde durduğunu göstermiştir.
Son söz; İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliği, sadece Türkler için değil, tarihen Avrasya’yı kapsayan Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet havzasının bütün yerel ve yöresel unsurlarının birlik ve bütünlüğü için elzem olmanın yanı sıra Avrasya, özellikle Asya’da güçler arası rekabette denge unsuru olarak kaçınılmaz bir gereksinimdir. Bunun için Türkiye, Azerbaycan, İran Türklüğü başta olmakla Dünya Türklüğü bir bütün olarak hareket etmelidir. Bu sürecin lokomotifi ise Türkiye ve İran Türklüğünün bir platform ve konsept etrafında ön yargılardan temizlenmiş şekilde ciddiyetle birleşmesiyle ortaya konulacak siyasi ve medeni bakış ve faaliyet çerçevesidir.