Yükleniyor...
Bu satırlarda milliyetini ele alacağımız Doğu’nun “eş-Şeyhu’r-Reis” (=Baş önder=emsalsiz) Batı’nın “Avicennae” (=Avicenne) olarak andığı ünlü düşünür, hekim ve filozof İbn Sina’nın literatürdeki tam adı, Ebu Ali Hüseyin bin Abdullah bin Ali bin Sina’dır. Burada Ebu Ali, künyesi; Hüseyin asıl adı; Abdullah, babasının adı, Ali dedesinin; Sina da dedesinin babasının adıdır. H.370/M.980’in Ağustos ayında Buhara yakınlarındaki Afşana’da dünyaya gelir, İbn Sina, H.428/M.1037’de Hemedan’da vefat eder. Küçük yaşta dinî ilimlerin yanı sıra gramer, geometri, mantık, fizik ve tıp gibi pozitif ilimleri de tahsil ederek kısa zamanda şöhrete kavuşur. Yine bir diğer Türk filozofu olan Farabî’nin eserlerinden hareketle Aristo felsefesinin temel problemlerini çözer ve Ortaçağ’da hem Doğu’da hem de Batı’da tanınan en büyük hekim ve filozof olur.
İbn Sina’nın babası Abdullah, aslen Belh doğumludur. Belh, kadim bir Türk şehridir (nitekim Mevlâna Celalettin de aynı şehirde doğmuştur). Sâmân oğullarından Nuh b. Mansur döneminde yine kadim bir Türk şehri olan Buhara’ya gelmiştir. Buhara’da vergi memurluğu görevine tayin olmuştur. Bu görevi esnasında Buhara’nın Hormisen ve Afşana kasabalarında görev yapmıştır. Nihayet babası Abdullah, Afşana’lı Sitare (=Yıldız) Hanım’la evlenmiştir. Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah ve kardeşi Ebu’l-Haris Ali b. Abdullah bu izdivacın meyveleridir. Bu bilgiler talebesine dikte ettirdiği Cüzcani’den mervidir. (İbn Ebi Useybia, Uyunu’l-Enba Fî Tabakâti’l-Etibbâ, s. 437 vd.)
Pek çok Batılı yazarlar -birkaç istisna dışında- ciddi araştırmalar yapmadan, İbn Sina’yı eserlerini Arapça kaleme aldı diye Arap, ömrünün son günlerini İran şehirlerinde geçirdi ve Farsça risaleleri var diye de İranlı saymaya devam etmişlerdir. Ancak onun milliyeti konusunda bazı Batılı ilim adamları da hakkını teslim etmektedirler. Özellikle M. Watt, İbn Sina’nın “Türk kanı” taşıdığını itiraf etmektedir. (Bkz. M. Watt, İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Yay., s. 90, Ankara, 1968) Fakat, Ortaçağ’da Anglo-Sakson, Cermen, İtalyan, İskandinav vb. birçok ırklara mensup Batılı, eserlerini hep Latince yazmışlardır. Kimse bunları Latin saymamaktadır. Kaldı ki İslam coğrafyasında yaşayan, bilim ve felsefeye hizmet etmiş farklı din ve topluluklardan olan bütün bilginler eserlerini ekseriya Arapça kaleme almışlar, az da olsa Farsça risaleler de vücuda getirmişlerdir. Nitekim bu bağlamda eserlerini Arapça yazan Hıristiyan Süryanilerden Yuhanna İbn Maseveyh, Meta İbn Yunus; Yahudi Masercuveyh, İbn Meymûn; İranlı Nevbahat, İbn Mukaffa, Osmanlı Türklerinden Molla Fenari, İbn Kemal ve Ebussud’a Arap denilemezse Maveraünnehr Türklerinden Buharalı İbn Sina’ya da Arap denilemez. İbn Sina’nın eserlerini Arapça yazmış olması ırken Arap olmasını icap ettirmiyorsa, Farsça birkaç risale yazmış olması da diye ırken Perslik isnadı için bir sebep teşkil edemez. (M. Ş. Günaltay, İbn Sina’nın Milliyeti, Hayatı, Kültürü, s. 6-7)
Arapça, o dönemde bir ilim dili idi. Bütün bilginler eserlerini hep Arapça kaleme almışlardır. Profan eserler de Farsça yazılıyordu. Şairlerin şiir dili genelde Farsça idi. Tarih-i Lâri’de belirtildiğine göre, Sâmân (=Şaman) oğullarının Buhara’daki saraylarında Türk şairleri Farsça manzume yazarlarken, Türk hanedanı Sevük Tekin’in oğullarının Gazne’deki saraylarında Tuslu Firdevsî Şehnamesi’ni yazıyordu. Nitekim İbn Sina’nın yaşadığı çağda Pers dili Doğu’nun müşterek edebiyat ve şiir dili haline gelmişti. Birkaç Farsça risaleye bakarak İbn Sina’nın milliyetini tayine kalkmak gülünç olur. Farsça yazanları İranlı sayacak olursak, bu dilde muazzam eserler vermiş olan zatların hepsini, başta Mevlâna Celalettin Rumi, Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat, Yavuz Sultan Selim, kardeşi Korkut olmak üzere bütün Selçuklu ve Osmanlı âlim ve şairlerini de Pers saymak icap edecektir. (Günaltay, a.y., s. 7) Nitekim günümüzde pek çok bilim adamı Batı dilleriyle özellikle İngilizce neşriyat yapıyor. Bunların hepsini İngiliz veya Amerikalı mı saymamız gerekiyor? Kaldı ki, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın bütün eserleri İngilizce ve Almancadır. Kimse bunların İngiliz veya Alman asıllı olduğunu söylemez. Bütün dünya onları Yahudi olarak bilir.
Bazı İranlı müellifler, İbn Sina’nın yaşadığı bölgenin bir kısmı ile vefat ettiği şehir olan Hemedan’ın şu anda İran sınırları içinde bulunduğundan bahisle onun İranlı sayılması gerektiğini iddia etmektedirler. Bu husus son derece yanlıştır. Bir kişiyi yaşadığı zamana göre değerlendirmek gerekir. İbn Sina’nın doğduğu ve yaşadığı yerler Türklerin yoğun meskûn olduğu yerlerdir. Buralarda çok Türk devletleri kurulmuştur. Daha düne kadar bu topraklar Sovyetler Birliği sınırları içindeydi. O zaman İbn Sina’yı Rus mu kabul edeceğiz? Bazı İranlılar da, İbn Sina’nın otobiyografisinde geçen “Babam İsmailîlerden addolunurdu” ifadesinden onun Şii olduğu vehmine kapılıyor. Buradan da İranlı olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bilindiği gibi Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’in mezhebine tabi olanlara “İsmailî” denmektedir. Tam Şia sayılmasa da Sünni de sayılmazlar. İbn Sina babasının bu mezhepten olduğunu söylemiyor. Sadece o mezhebe yeni gönül verenlerden olduklarını, evlerine İsmailî mezhebinin propagandistlerinin gelip gittiğini, babasını ve kardeşini İsmailî yapmaya çalıştıklarını ama kendisinin kabul etmediğini anlatır. Dolayısıyla Buhara halkı babasını “İsmailî saymaya başlamıştır.” (Bkz. Ş. Kuzgun, İbn Sina’nın Hayatı ve milliyeti, İbn Sina Kongresi içinde, Erciyes Ünv., s. 29). Bu hususu anlatmak için “yuaddu mine’l-İsmailiyye” (İsmailîlerden addolunurdu) ifadesini kullanır. Velev ki öyle olsa bile bu husus, onun İranlı olduğunu ispatlamaz. Bugün İranda Şii olan milyonlarca Türk var. Bunları da mı Pers kabul edeceğiz?
Merhum Ord. Prof. Şemseddin Günaltay Hoca, İbn Sina’nın milliyeti konusunda yaptığı araştırmayı tarihî kaynaklara ve arkeolojik kazılara dayandırarak, onun milliyetini ispatlamanın en emin yolunun, anne ve babasının doğduğu yerlerin etnik yapısının ele alınmasından geçtiğini söylüyor. Yani Belh ve Buhara’da ve çevresinde prehistorik devirlerden beri yaşayan kavimlerin kimler olduğunu ortaya çıkarmaktır. Merhum Günaltay Hoca, gerek Sarzec, J de Morgan ve Wolley gibi arkeologların, Heredot gibi tarihçilerin bilgilerini ve gerekse Mazdeizmin Kutsal kitabı Zend’in ifadelerini hatta İran, Roma ve Ermeni ve özellikle Türkistan kaynaklarını tetkik eden Batılı araştırıcı Jean Saint-Martin’e dayanarak şunları söylemektedir: “Kafkaslardan ve Hazar Denizi’nden Ceyhun ve Seyhun boylarına ve ötelerine kadar uzayan geniş ovalar, tarihin karanlıklarına karışan devirlerden itibaren tek bir kavim tarafından meskûn görülmektedir. Bu kavim aynı dili konuştukları ihtimal dâhilinde bulunan fakat herhalde töre ve ahlak itibariyle bir olduklarında şüphe olmayan birçok boylara ayrılmış bulunuyordu. Bu boylardan hangisi hegemonyayı ele geçirirse bu kavim de o boyun adını alıyordu. Bununla beraber genel bir kabul olarak Yunanlıların İskit, İranlıların Turanî dedikleri bu kavimden Hazar Denizi’nin Doğu ve güneyindekilere Parthe, Bakteryan ve Maveraünnehr’de oturanlara Dahi, veya Daé, Dai ve Dayi adını veriyorlardı. Muhtelif adlarla anılan bu boyların Ano medeniyetini inşa edenlerin evlatları yani Saka Türklerinin ileri boylarıdır.” (Bkz. Günaltay, a.y., s. 9-10)
Günaltay’a göre, Eski Yunan, Roma ve Ermeni tarihçilerinden Parthe’ların Bakteryan ve Maveraünnehir mıntıkalarında yani İbn Sina’nın baba ve anasının yurtlarında oturan boylara Dahi ve Dai denilmektedir. Romalı müellif Pelin, Yaksart (Seyhun) Irmağı’nın ötesinde Dahi adlı bir boyun bulunduğunu kaydeder. Petoleme devrinde Dahi’lerin bir takım boylarının Margiana yani Horasan havalisinde oturduklarını kaydeder. Keza Latin tarihçi Justin ve Yunan tarihçi İsidore, Bakteryan’ın tamamen Dahi’lerle meskun olduğunu söyler Nitekim Çin kaynaklarında Bakteryan ve Toharistan için geçen Ta-Hiya adı, Dahi ve Daé’den başka bir şey değildir. (Bkz. Günaltay, a.y., s. 10-11) Sakaların ve onların Dahi ve Parthe adlarını taşıyan boyları acaba hangi ırktandır? Bu sorunun cevabını Günaltay Hoca yine İran ve Kafkas bölgesinin etnik durumu ve tarihleri hakkında en yetkili otorite olarak tanınan Saint-Martin ile Uzak ve Yakın Doğu tarihleri üzerinde araştırmaları bulunan René Grousset’e dayanır: “Parthe’larla Sakaların aynı kavme mensup olduklarını Dahi’lerin ve Parthe’ların başında bulunan hanedanın mensup bulunduğu soy olduğunu tasrih eden bu müelliflere göre Sakalar, Parthe’lar ve Dayiler Türktürler”. (St. Martin, Fragm. Histoire des Arsacides, s. 1; René Grousset, Histoire de l’Asie, C. I, s. 72; Ayrıca Bkz. Günaltay, a.y., s. 11 ve devamı) Günaltay Hoca daha sonra Part ve Dai kelimelerinin Türkçe olduğu konusuna gelir. Parthe (part) Çağatay lehçesinde “dışarı çıkmış”, Saka kelimesinin türediği sak kelimesininde yan, bitişik anlamında olduğunu belirtir. (s. 12.) René Grousset, bugün Yakut Türklerinin kendilerine bazen Saka adıyla da anmakta olduklarını söyler. Parthe’ların başındaki soyun, Dahi’nin Türkçe bir kelime olduğunu; Yunan yazarlar tarafından Dahi, Daé ve Dayi şeklinde, Çinlilerce Thai, Japonlarca Dai, Araplarca Dâî şeklinde kullanıldığını Türkçe etimoloji üzerine sözlük yazan Kerestejiyan da söylemektedir. (Bkz. Bedros Kerestedjiyan, Dictionnaire Etimologique de la Langue Turque, C.1, s. 191-192. Krş. Günaltay, s. 12)
Bazı tarihçiler Maveraünnehr ve Bakteryan bölgelerinin İran Sasanî istilasına uğradığını, dolayısıyla İranlaştıklarını ve bu bölgede yaşayanların Türk sayılamayacağını iddia etse de, bu husus tamamen hilaf-i hakikattir. Sasanîler hiçbir zaman Maveraünnehir ve Bakteryan’a hâkim olamadılar. Bilakis Yueçiler zamanında ve gerek Akhunlar ve Tukyular dönemlerinde Türklerle meskûn olan bu mıntıkalar hep Türk hâkimiyeti altında kalmıştır. İddianın aksine Akhunlar Sasanî ülkesinin Doğu taraflarına hâkim olmuşlardır. Akhunlar’ın Hakanı Aksungur (Ahşanvar) Miladî 484’te Sasanî Kisra’sı Firûz’u bütün ordusuyla imha edip Doğu İran’ı istila etmiştir. Bu zamandan sonra da Sasanîler Şehinşahı Kubad, Türk Hakanına ilticaya mecbur kalmış ve tahtını ancak Türkler’in yardımıyla 498’de tekrar kazanmıştır. (Nöldeke, Etudes Historiques Sur la Pers Ancienne, s. 163-167, Paris, 1987; Krş. Günaltay, a.y., s. 15) Günaltay Hoca bu bilgilerden sonra, Buhara ve Belh kelimeleri üzerinde durur. Belh’in aslının Balik, bunun da Türkçe Balig’den geldiğini, “kent” manasında olduğunu belirtir. Bu illerin ve çevresinin tarih boyunca Türk yerleşim merkezlerinden olduğunu sayfalarca anlatır. Ayrıca İbn Sina’nın anasının doğum yeri olan Afşana’nın Afşin’den geldiğini bunun da bir Türk boyu adı olduğunu söyler. Bu ismin aynı zamanda Fergana Bölgesi’nin Türk asilzadelerinin ünvanı olduğunu ünlü Türk bilginlerinden Ebu Reyhan el-Birunî de söylemektedir. Nitekim, Anadolu’da Bizans ordularını tarumar eden Türk kumandanının adının Afşin Bey olduğunu bilmeyen yoktur. (Bkz. Günaltay, s. 15; Ünver, S., İsl. Tebabeti.., s. 274)
İbn Sina’nın yaşadığı dönemde Horasan Bölgesi’nin tamamen Türklerden meskûn olduğunu gösteren belgelerden bir diğeri de Ebu Osman Amr b. Mahbub el-Cahiz’in “Risaletun fî Menâkibi’t-Türk” isimli eserinin önsözünde verdiği bilgilerdir. Nitekim burada Halife Mütevekkil Alallah zamanında askerlerin ırkından bahsedilmektedir. Başvezir Fetih b. Hakan, Türklerle Horasanlıların aynı ırktan olduklarını, aralarında bir fark olmadığını, tıpkı Mekkeli Arapla Medineli Arab’ın arasında bir farkın olmadığı gibi ifadesini kullanmaktadır. (Bkz. Günaltay, İbn Sina’nın, Şahsiyeti…, Belleten, s. 1, 2) Bütün bu kaynaklar İbn Sina’nın Türklüğünü ispatlamaktadır.
Şimdi “Sina” kelimesi üzerinde duralım. Filozofumuzun büyük dedelerinden birinin adı olan Sina kelimesi Türkçe “sınamak” mastarından gelen bir kelimedir. Türkçe fiilden isim yapılmıştır. Bunun örnekleri çoktur. Mesela Selçuk Prenslerinden “Tutuş”un tutuşmaktan, Osmanlı veliahtlarından “Korkut”un korkutmaktan, İlhanlı Prenslerinden “Kazan”ın kazanmak mastarlarından isim yapılması gibi. Sina, aslında “Sına”dır. O da tecrübe etmek anlamında olan “sınamak”tan isim yapılmıştır. Bazı sözlüklerde “Sînâ” şeklinde iki uzatmalı söylense de bunun İbn Sina’daki “sina” veya “sına” ile alakası yoktur. Gerçi Burhan-ı Kati’deki “sînâ” kelimesinin delik, delici anlamı ile İbn Sina’nın dedesinin bir alakası olmadığı açıktır. Kısaca Sina kelimesi Fars lügatine sonradan girmiş bir kelimedir. Zira Fars dilinin kaynaklarından olan Şerefnamede, Mecmaü’l-Fürste ve Ferheng-i Şuûrî’de bu kelime yoktur. Ayrıca bu dilde S-Y-N harflerinden oluşan bir kelimede uzatma da yoktur. “Sın” ve “Sin” kelimeleri Türkçede vardır. Sın, tecrübe, hakikat, şekil, heykel; kırılmak, bozulmak, boy, pos vb.sin de saklanmış, gizlenmiş mezar manalarına gelir. (Bkz. Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügati’t-Türk, C. IV, s. 515–516; Günaltay, a.y.s. 19) Mütercim Asım, “sin’in kesri ve elif’in kasrı ile okunur” diyerek kelimenin aslının “sina(=sına)” olduğunu beyan ediyor.(Kamus., C. IV, s. 659)
Sina kelimesi eski Türkler arasında isim olarak kullanılmaktadır. Nitekim Uygur lehçesinde “baygut” yani zengin adamlara “Jaya Sina” denmektedir. Ebu’l-Kasım Kaşanî “Tarih-i Olcaytu Sultan” adlı eserinde Sina’yı Türk ismi olarak Türkçe adlar arasında saymaktadır. Ümeradan Muizziddin’in isim ve künyesini şu şekilde kaydediyor: Muizziddin İbn Esen Kutluk, Puseri Zengi, İbn Sina, İbn Tarım, İbn Tuğrulbek İbn Kılıç, İbn Sungur, İbn Gercik, İbn Tosbuğa, İbn Altan…” (Ebü’l-Kasım Kaşanî, Tarih-i Olcaytu Sultan, Yazma Eser, Ayasofya Ktp., No. 3019, vr. 139a; Günaltay’dan naklen, s. 19). Ord. Prof. Aydın Sayılı da “Sina” sözcüğünün Farsça değil, Türkçe olduğuna vurgu yapmakta ve onun Türk asıllı olduğunun önemli bir işare olarak görmektedir. (Bkz. A. Sayılı, Was İbn Sina an İranian or a Turk?, s. 17)
Ünlü Türkolog Kilisli Muallim Rifat Bilge, İstanbul Ali Emirî Kütüphanesi’ndeki yazma eserler üzerinde çalışırken İbn Sina’nın Türkçe bir şiirine rastlamış ve neşretmiştir. İbn Sina’nın bir vasiyetini ele alan bu şiirde İbn Sina haftanın farklı günlerinde farklı istikamete gitmek isteyenlere âdeta “bir yere gitme otur işine bak,” dercesine mizahî bir yolla bu vasiyeti yapmıştır. Bildiğimiz kadarıyla İbn Sina’nın bildiği Türkçe, doğduğu ve yaşadığı coğrafya itibariyle, “Türkistan-ı Kebîr”in konuştuğu dil olan Türkçenin Kaşgar lehçesi (=Hakanî lehçesi=Çağatay lehçesi=Harezm lehçesi)’dir. Nitekim Yesevî’nin “Divan-ı Hikmeti” ve Yusuf Has Hacib’in “Kutadgubilig”i bu lehçeyle yazılmıştır. Bu şiir adı geçen lehçelerden izler taşımaktadır. İbn Sina’nın Türkçe bildiğine dair Rifat Bilge Hoca şunları söylemektedir: “Buhara’da doğmuş, Buhara’da bulunmuş bir insanın Türkçe bilmemesi ve bildiği halde Türkçe bir şey söylememesi imkânsızdır. Bahusus babası da oralıdır. Yalnız filozofumuzun ilmî, fennî eserlerini Arapça yazıp hiçbir kere Türkçe yazmamasına bakanlar büyük âlimin Türk olmadığına zâhip olmakla aldanmışlardır. Fakat dediğimiz gibi aklî, tabiî delilin karşısında tevehhümün bir kıymeti olamaz. Şu kıt’a takriben M. 900 tarihinde bu mecmuaya kaydedilmiştir. Herhalde onu yazan da başka nüshadan yazmış olacaktır. 900 tarihlerinde bunu tasni etmeye aklen imkan yoktur. Bu kıt’anın Arapça yahut Farsça’dan tercüme edilmiş olması şüphesi dermeyan olunabilirse de elimizde bunun Arapça veya Farsçası yoktur. Bu kıt’a’yı İbn Sina’nın olmak üzere kabul etmeye mecburuz.” Kilisli Rifat (Bilge), İbn Sina’nın Bir Kıt’ası, Büyük Türk Filozofu.., içinde. 1/(495) Merhum Rifat Bilge’nin bahsettiği ve neşrettiği şiir:
“Kıt’a-i Ebû Ali Sinâ” (No: 685. Varak no:219 a)
Dü-şenbih, şenbih güni gitme şarka
Ne-yek-şenbih ne Cum’a güni garba
Se-şenbih, çâr şenbih güni zinhar
Şimâle gitme iy sâdık şîrîn yâr
Cenûba kılma penç-şenbihde niyyet
Kılupdur Bû Ali böyle vasiyet
(Şiir için Bkz. İbn Sina Sempozyumu, Ankara, 1983)
Şiirin bugünkü Türkçeyle açıklanması şöyledir:
“Pazartesi ve Cumartesi günü doğuya gitme. Pazar ve Cuma günü batıya gitme. Salı ve Çarşamba günü sakın kuzeye gitmeyesin ey sevimli güvenilir dost. Perşembe günü de asla güneye gitmeye niyet etme. Ebu Ali Sina böyle vasiyet ediyor”.
İbn Sina’nın Türklüğüne dair yakın zamanlarda yapılan bir diğer çalışma da şudur: Hemedan’da İbn Sina’nın kemikleri eski türbesinden alınıp yeni türbesine nakledilirken kafatası ve iskeleti üzerinde Rus antropologlar inceleme yapmışlar ve onun yüz profilini tam olarak bilimsel yöntemlerle belirlemeye çalışmışlardır. Antropolojik ve genetik özellikler itibariyle İbn Sina’nın İranlı olmadığı, aksine Türkistan’a mensubiyeti yani Turanî kavimlere mensubiyeti ortaya çıkmıştır. Nitekim bu antropolojik incelemeler sonucu Özbekistan’da İbn Sina’nın orijine yakın büstü ve portresi yapılmıştır. İbn Sina’nın kafatası üzerine meşhur Türk antropologu merhum Şevket Aziz Kansu da çalışmış ve İbn Sina’nın “Fergano-Pamir” tipine yakın olduğunu, ve profilde ince uzun ve narin bir yapıda bulunduğunu Mongol ırkını andıran Turanî özellikler içerdiğini belirtmektedir. (Bkz. Atabekov, Yu. A., Sh. Kh. Khamidullin, A bust of Abu Ali İbn Sina, A Scientific Reconstruction of the Great Scholar’s Image, Tashkent, 1980; Gerasimov, M.M. İbn Sina’s Portrait, Uzbek Academy of Sciences Publishing House, Tashkent, 1956; s. 7-11; Prof. Dr. Aslan Terzioğlu’ndan naklen, Şimdiye Kadar Bilinmeyen Bir İbn Sina Portresi.. s. 33-34 vd., Uluslararası İbn Sina Sempozyumu, (Bildiriler), 17 Ağustos, 1983. Ayrıca Bkz. Aziz Şevket, ‘İbn Sina’nın Başının Morfolojisi Üzerinde Bir Gözlem’, VIII. Türk Tarih Kongresi, Bildiriler, Ankara, 1979, s. 25-32)
Görüldüğü gibi, sahip çıkmakta geciktiğimiz için bugün âdeta bir İranlı gibi dünyaya kabul ettirilmeye çalışılan İbn Sina’nın Türklüğü konusunda hiçbir tereddüt kalmamaktadır. Gerek anasının babasının mensup olduğu etnik köken araştırmaları itibariyle olsun, gerekse lakabı olan “Sina” ismi üzerinde incelemeler itibariyle olsun İbn Sina bir Türk’tür. Ord. Prof. M. Şemseddin Günaltay’ın yukarıda yer alan bu konudaki çalışması ile Ord. Prof. Süheyl Ünver’in 1937 yılında onun Türklüğünü ele aldığı yazısı ve diğer bilimsel araştırmalar bu konuda yeterli bilgiler vermektedir. Prof. Nihat Keklik Hoca, İbn Sina’nın Türklüğünün müsellem olduğunu yeri geldikçe vurgulamaktadır. Nitekim o, İbn Sina’nın hem filozof, hem de bilgin olduğu hakkında bilgi verirken; hem İslam dünyasında, hem de Ortaçağ Hıristiyan dünyasında Avicenna (=İbranca Aven Sena telaffuzunun Latinceleşmiş hali) adıyla ün kazanmış bir Türk filozofu olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca “o kendisi gibi Türk asıllı Farabî gibi meşşai ekolüne mensup bir filozof ve yine Türk asıllı bilgin-filozof Birunî ile ilmî sohbetler etmiştir.” demektedir. (Bkz. Nihat Keklik, İbn Sina’nın Hayatı ve Eserleri, Felsefe Arkivi, 1981, s. 1–54; Aynı yazar, Felsefenin İlkeleri, s. 144–145, İstanbul, 1987) İbn Sina aynı zamanda Semerkant, Buhara, Belh, Horasan’da yetiştiğinden kültür olarak da Türk-İslam kültürünün yoğurduğu bir insan olarak karşımıza çıkmaktadır.