Yükleniyor...
Ortaokuldan sonra lise ve üniversite hayatıma Ankara’da devam ettim. Yedi yıl yatılı öğrenci olarak okudum. Hayatımda ilk takım elbiseyi ve iskarpin kösele ayakkabı ile içi miflonlu kumaş, dışı lacivert su geçirmez pardösüyü bana Devletim giydirdi. Yoksul Milletimin bizlere ömrümüzde görmediğimiz bir hayat sunması bizlerde bambaşka bir duygu doğurmuştur. Devletçi olmam ve yaşadığımız sürece Milletimin ve Devletimin güçlü olmasını savunmamın temeli budur.
1960 ihtilali biz ilkokulda iken meydana geldi. Akrabalarımdan gözaltına alınanlar oldu. Köyde kahvehaneler CHP ve DP olarak ayrıldı. İnsanlar kutuplaştı. Az olmakla beraber hâlâ devam etmektedir. Toplumu bölmek, kutuplaştırmak bazı iktidarların kısa bir dönem için işine yarasa da aslında halk uzun yıllar bunun çok zararını görmektedir. Bu Millet kutuplaştırılmayıp bir ve beraber yaşasaydı her konuda çok ileri gitmiş olurdu.
Köyümüzde üç köy odası vardı. Bunlar Çavuşgil, Sanigil ve Hasanköylügil odası idi. Burada genellikle yaşlılar her konuda sohbet ederler, gençler dinlerdi. Bir nevi kültür evleri gibiydi. Dışarıdan gelen yabancı misafirler bu köy odalarında yatarlardı. Bu odalar sonradan kapandı ve onların yerini kahvehaneler aldı. Odalar kapandıktan sonra köye gelen yabancılar genellikle dedemin (Küpçü Koca) evinde kalırdı. Dedemden sonra bu misafirperverlik babama geçti.
Eski köy evleri çoğunlukla iki katlı idi. Ahırlar alt katta olurdu. Sonradan yapılanların ise tamamına yakını tek katlı inşa edildi. Girişte 4 metre eninde, 2 metre genişliğinde bir rüzgârlıktan (örtme denir) sonra eve girilirdi. Girişte 30 metrekare civarında genişçe bir hol (hayat denir), sağa ve sola açılan ikişerden dört oda kapısı (odalar 15-20 metrekare vardı) ile tam karşıda küçük, genellikle karanlık bir oda (2 metre genişlik ve hayat eni kadar uzunluk).
Burası (küp evi denir) turşu, pekmez, kurular vb. bulunan kiler görevini yerine getirirdi. Hayatın tam giriş karşısında yerden 15-20 cm yükseklikte, 40-50 cm eninde hayat genişliğinde bir seki olurdu. Burada su helkeleri, yuvarlak ağaç sofra ve değişik ebatta siniler yer alırdı. Sekinin üstünde genellikle iki sıra ahşaptan raf vardır. Bütün kap kacaklar burada yer alırdı. Sağlı sollu ön taraftaki iki oda, oturma ve yatak odası olarak kullanılırdı. Hayatta duvarda bir ocaklık devamlı yanardı. Sonradan bunlar kapandı ve dip odaya alındı. Hayatta, genellikle büyük bir un çuvalı görülürdü. Evin bitişiğinde ahır yer alırdı. Ahır tarafındaki dip odadan ahıra geçecek küçük bir kapı bulunurdu. İnek sağmaya ve ahır görmeye (hayvanları yemlemek) buradan girilirdi. Elbette, ahırdan da samanlığa geçen bir kapı olurdu. Evlerin duvarları altmış cm kalınlığında taş duvardan örülürdü. Üstü ağaçlar (tapan, taşıyıcı ağaç, ince bilek kalınlığında taşıyıcı mertek ve çalı çırpı) ile kapatılır. İlk önce çamur, sonra çorak dökülüp yuvarlak taş ile (yuvak) preslenir. Kenarlar samanlı çamur ile yükseltilir (buna kaş denir). Zamanla bu kaşlar aşınır ve yenilenirdi (kaş yapma denir). Bu şekilde oluşan damlar buğday kurutmada, bok dökmede (tezek sermede), hacı yemeklerinde ve düğünlerde halay çekmede çok işe yarardı. Her daim sık sık akmasın diye damları bize yuvattırırlardı. Yağan yağmurun hafif meyilli damda toplanıp damdan aşağı aktığı 7-10 cm çapında, 100-125 cm uzunluğundaki ağaçtan yapılma yarım oluğa çörten derdik.
Köyümüz aşırı dindar bir köy değildi. Kadınlarımız asla çarşaf giymezdi. İşlik, çinti yemeni, çar ve en üste genellikle yeşil renkli atkı çar dediğimiz büyükçe bir örtü alırlardı. Bellerinde de şal vardı. Erkekler yaş yetmişe yaklaşınca sakal bırakırdı. Genç sakallı kimse yoktu. Köyümüzden sadece bir imam çıkmıştır (Kara Halil’in Mehmet Hoca- Mehmet Soydan). Köyümüz tam bir Türkmen köyü idi (Bu konuyu araştırdım, bütün sülale isimlerini çıkarttım. Gelenek ve görenekleri, âdetleri karşılaştırdım ve en son Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun kayıtlarına birlikte baktık; sonuçta katıksız Türkmen köyü çıktı karşımıza). Sünni-Hanefi mezhebine tâbi idi. Biz ne olduğunu bilmezdik. Köyde, Ali, Hasan, Hüseyin ismi çoktu. Buna karşılık Bekir, Ömer ve Osman isimleri de oldukça vardı. Önceleri imamların ücretini köylü öderdi. Buna hoca hakkı denirdi. Köyümüz büyük olduğu için bizim köye imam olmak isteyen çok olurdu. Hoca hakkı genellikle köylünün durumuna göre bir, iki veya üç ölçek (17 kg’lık teneke, biz yarımlağa derdik) buğday olurdu. Çocuğu olmayan evliler Kırıkkale tarafına yatır dedikleri yere gidip gelirlerdi. Geldikten sonra doğacak ilk çocuğa kız ise Satı, erkek ise Satılmış koyarlardı. Köyümüzde ona yakın Satı ve yine o kadar da Satılmış vardı. Ramazan aylarında gece sahura (irecek deriz) kaldırmak için bir kişi ‘’tenekeci’’ olarak tutulurdu. Hane başı ücret karşılığı verilirdi. İnsanlar, davul yerine 17 kg’lık eski tenekelere sopa ile vurularak çıkarılan ses ile uyandırılırdı.
Köyümüzün güzel bir çalgılar topluluğu (orkestrası) vardı. Bir katır veya atın iki yanına bağlanmış kös’ler atın üzerindeki kişi özel bir tokmak ile bu köslere vururdu (Ali Köse). Bir kişi yaya olarak sol koluna veya beline bağladığı yan yana iki adet nakkare (dümbelek) ile bateri sopasına benzer küçük sopalarla çalardı (Yusuf Hoca). Yine, yaya olan bir diğer eleman ise ellerine geçirdiği iki zil (çampara) ile tempo tutardı (Arif Ağa). Toplulukta çevgen’in varlığı (bir metrelik sopanın uç kısmına geçirilmiş bir hilalin etrafına dizilmiş sekiz-on adet çıngırak) konusunda net bir görüş sağlanamamıştır. Bazıları vardı derken bazıları hatırlamıyor. Orkestrada başlangıçta def varken (İnce Ahmet çalardı), sonradan sadece kına gecelerinde hanımların çaldığı enstrüman olmuştur. Sünnet olacak çocuklar süslenmiş atların üzerinde bu yerel orkestra eşliğinde maniler ve ilahiler söylenerek köyün kenarındaki mezarlığa gidilir, orada dua edilir ve eve getirilerek sünnet ettirilirdi. Biz beş kardeş bu şekilde sünnet olduk. Yine, hacca gidecek kişi elinde bozuk para dolu torbası, arkada orkestra ve cemaat çocuklarla hep beraber mezarlığa giderlerdi. Hacı adayı zaman zaman bozuk para dağıtırdı. Mezarlığa varıldığında, hacı adayı mezarlığın duvarına çıkar, bütün toplumdan helallik ister. Sonra eve gelinir ve çorak damlara halı ve kilimler serilerek hacı adayı kenarda bir postun üzerine oturur, elinde tespih kafasında takke, arkasında dam taş yuvağın önüne konmuş bir hasır halı yastık olurdu. Büyük kazanlarda ve bakır kalaylı teçlerde (geniş yayvan leğen şeklinde kap) etli pirinç pilavı ve üzüm hoşafı ikram edilirdi. Herkes kaşığını evinden beline sokar gelirdi. Bu törene hacı pilavı ikramı denirdi. Hacca gidecek herkes muhakkak hacı pilavını bütün köye yedirmek durumunda idi.
Köyümüzde kına gecelerinde hanımlar def çalar, mani söylerlerdi. Erkekler davul zurna eşliğinde halay çeker, kına gecelerinde ise saz eşliğinde türkü dinlerlerdi. Gelin alma ve diğer faaliyetler davul zurna eşliğinde yapılırdı. Saz sanatçıları dışarıdan getirilirdi. Köyümüzden de değişik zamanlarda saz çalıp türkü söyleyen beş-altı sanatçı yetişmiştir (Nâzım Yılmaz, Mehmet Öztürk, Gökçen Gül, Ünal Erdem ve Göllünün Paşa gibi).
Köyümüzde buğdayların, ağaç tokmaklarla dövülerek yarma yapıldığı büyük blok taştan yapılmış üç ayrı yerde dibek vardı. Beş-altı hanım, bilhassa genç kızlar buralarda yarma döverlerdi. Diğer zamanlarda köyün delikanlıları düğünlerde ve bazı zamanlarda dibek başında toplanıp sofra kurarak eğlenirlerdi. Buğdayın güzel olanı (bilhassa kunduru dediğimizden) önce yıkayıp sonra büyük kazanlarda veya bakır kalaylı teçlerde (leğen) dışarıda odun ateşinde kaynatılırdı. Buna bulgur kaynatma denirdi. Buğday iyice şişer ve yumuşacık olurdu. Elimize bir kap alır, kaynarken bulgur ister, una tuz ekip zevkle yerdik. Kaynayan bulgur kurutulur ve değirmende bulgura öğütülürdü. Eve getirilip damda savrulup kepeği alınır ve elenir çuvallara konurdu. Az miktar ince bulgur çıkardı, buna pıt pıt deriz. Kıkırdaklı don yağı ile çok lezzetli çorbası olur.
Babamın anlattığına göre, onların gençliğinde kırk evde ıstar (kilim dokuma tezgâhı) varmış. Bizim zamanımızda iki evde vardı. Şu anda hiç kalmadı. Kök boyalarla (soğan yaprağı, cevizin yeşil kabuğu, boya sapı otu gibi) boyanan ipliklerle dokunan Türkmen kilimleri eskiden her evde bulunurdu. Şimdi hiçbiri kalmadı. Anamın ceviz kabuğu ile siyah ip, soğan kabuğu ile de soğanın dış kabuğu rengi (koyu sarı kahve karışımı) ip boyadığına çok şahit oldum. Beş şiş kullanılarak çorap, eldiven ve kazak örülürdü. Tek şiş ile de kalın çorap (diz kapağına kadar yaklaşan) ve başlık (bere) ve kuşak örerlerdi.
Bugün fanila olarak içimize kaput bezine veya Amerikan bezi dediğimiz beyaz bezden annelerimizin diktiği kollu, hafif yakası açık alt kısımda dikdörtgen şeklinde bir süsü olan “göynek” ve paçaları dizkapağı aşağı geçen bir don giyerdik. Göyneğin üstüne astarlı içi beyaz bez, dışı Sümerbank Nazilli ince basmasından yapılma kollu ve sıfır yakalı ‘’içlik’’ yani gömlek giyerdik. İçlik üzerine de elden örme kazak giyerdik. Bazen okuldan veya birbirimizden saçımıza ve iç çamaşırlarımıza bit gelirdi. Bitlenirdik. Bitin küçük yavrusuna “sirke” denir. Sirke ve bitleri içliklerimizin dikiş ve kıvrım yerlerinde bulup temizlerdik. Kızların saçlarının arasında çok olurdu. Bitler saç aralarından bulunur ve iki elin baş parmak tırnakları arasında sıkıştırılıp çıt diye bir ses çıkarıp öldürülürdü. Ayrıca, her evde bir kutu DDT toz böcek ilacı olurdu. Bite de çok etkili idi. Her türlü haşereye karşı kullanılırdı. Birkaç defa zehirlenmeler olmuştu. Sonradan bu böcek ilacı ülkemizde tamamen yasaklandı.
Köyümüze elinde su dolu şişelerin içinde sülük bulunan adamlar gelirdi. Bilhassa bazı kadınlarda sülük tutturma alışkanlığı vardı. Bizde hacamat yaptırılmazdı. Davarları ve inekleri sağarken veya tımar ederken hayvanların tüysüz yerlerinde irili ufaklı birçok gene (kene) olurdu. Onları biz ellerimizle kopararak temizlerdik. Bazı insanların “Gene Dalaması”ndan öldüğü söylenirdi.
Toplam beş adet su değirmeni çalışırdı (bizim zamanımızda Çavuşgil’in, Kütdervişgil’in ve Sümüklü’nün değirmeni vardı. Diğerleri kapanmıştı. Hatta, anamın babasına yani dedeme Değirmencigil’in Mustafa derlerdi. Burada köylü buğdayını getirip un öğütürdü. Her evde kışa doğru buğdaylar harmandan kalkınca suyla yıkanıp kurutulduktan sonra kış için un yapılırdı. Evlerin girişinde geniş yere hayat deriz. Hayatta değirmenden gelen unlar (7-8 eşek yükü, yaklaşık 50-60 adet 17 kg’lık teneke) büyük harar dediğimiz çuvallara doldurulurdu. Değirmenlerin bazıları bulgura dönerdi. Yani, un değirmen taşının devri hızlandırılırsa kaynatılmış ve kurutulmuş buğday bulgur olurdu. Her ev yaklaşık yedi-sekiz teneke (bizde bir tenekeye bir yarımlağa deriz, yarımlağanın dörtte birine de godaz derdik) bulgur yapılırdı. Bulgur değirmenden gelince kabukları temizlenip elenerek alt kısımdan ince bulgur, köftelik bulgur (bizde buna pıt pıt deriz) elde edilir. Bundan çok lezzetli kuyruk yağı kullanılarak çorba (pıt pıt aşı) yapılır. En üstte kalan kalın parçalar evlerdeki taş el değirmeni ile bulgura çevrilirdi.
Köyde kırkın üzerinde kağnı mevcuttu. Buğdaylar tırpan veya orakla biçilir, desteler ilk önce kucakla taşınarak kelle tarafı içeri gelecek şekilde daire halinde üç sıra yığın yapılırdı ekin biçme bitince bu yığınlar kağnılara anadutlarla (üçlü ahşap çatal) yüklenip harman yerine getirilirdi. Harman yerleri çayırlıklara kurulurdu. En az beş-altı çiftçinin harmanı yan yana olurdu. Düven sürmek, halka yapmak, düven için sap yatağı sermek (ahşap tek parmağı olan sap çekici, çatal denirdi), iyice saman haline gelen malamayı düven döngüsünün ortasına yığılarak tınaz yapmak ve düven işi tamamlanınca tınazı rüzgârlı hava yaba (ahşap parmaklı kürek) ile savurmak hem zevkli hem de çok zahmetli işlerdi. Düven sürülürken üstünde duran dikkatli olmalıdır. Öküzler pisleyeceği zaman elinde bir ucuna imbal (demir iğne) çakılı üç-üç buçuk metrelik uzun sopanın kalın ucunu dikeyine düvene vurunca hayvanlar durur. Bu esnada düvenin üstünde bir kenarda devamlı duran tahtadan veya tenekeden bir bok teknesini hemen hayvanın kıçına tutardı. Hayvanlar buğday saplarının üzerine sıçmazlardı. Tarladan gelen saplar harman yerinde yarı ay şeklinde yığılırdı. Buna halka derdik. Harmanda geceleri bu halkaların içinde uyurduk. Elbette harman işini daha da detaylı anlatmak mümkündür. Abimle ben tırpanla, anam orakla ekin biçerdik. Benden küçükler ise tırpanın arkasından etrafa sıçrayan buğday başaklarını toplardı. Öğlen olunca yığının dibinde testinin suyu ile torba yoğurdunu yarım karpuza benzeyen kalaylı bakır adına karpuz tas denen kaba ekmekle ayran yapar (çakıldaklı ayran) yerdik. Başka gün ise aynı kaba toz şekerden yapılma şeker şerbetinin içine ekmek doğrar öğle yemeğimiz olurdu. Babam işçi idi. İşten çıkınca tarlaya gelir yatsı vaktine kadar tırpan sallardı ve sabah namazı vaktinde ilçeye yayan işe giderdi. Tınaz savrulduktan sonra saman bir tarafa, buğday (dene derdik) ayrılırdı. Buğday yığınına “teç” deriz. Buğday yığını ilk önce geniş gözlü kalburdan çok geniş 70 cm çapında ‘’çine’’lerle elerdik. Üstten iri samanlar ayrılırdı. Bura iri derdik. Buğday yığınını sonra buğdayın geçmeyeceği büyüklükte deliği olan 35-40 cm çapında ‘’kalburdan’’ eledik. Taş topraktan temizlenirdi. Kağnıların saman taşıma düzeneğinde “don” dediğimiz örgü çuval kalınlığında harar kullanırdık. Kağnıya saman doldurma geniş ahşaptan kar küreğine benzer “Yabaldı” kullanılırdı. Kağnı ile yük taşırken tekerlerin döndüğü ve kağnıya temas eden kısmı zaman zaman kenarında asılı bir teneke içindeki kuyruk yağı ile yağlanırdı. Yağlanmaz ise kağnı üstündeki yükle yanardı. Kağnının çıkardığı sesten kime ait olduğu anlaşılırdı. Kağnıların en tepesinde kaş dediğimiz süslü ve aynalı ahşap kısmı için delikanlılar benimki daha güzel olsun diye uğraşırlardı. Bir ara Ankara’daki evimin bahçesine bir kağnı getireyim dedim, maalesef tekerini dahi bulamadım.
Köyümüze ilk traktörü 1960 yılında amcam Ali Korçak (Küpçü Alisi) ile komşusu Mustafa Karaca ortaklaşa aldılar. Sarı Türk traktör idi. Uzun yıllar herkese örnek olacak şekilde ortaklık yaptılar. Tarla işinde ilk önce kolu elle çevrilen savurma makinesi, traktörün arkasına bağlanan ekin biçme makinesi, patoz ve nihayet savurmalı patoz çıktı ve çiftçiler rahat etti.
Bağ kazılmasında, bağ bozulmasında (üzümlerin toplanması), ekin biçilmesinde nişanlı olan çiftler arkadaşlarını toplar imece yaparlardı. Buna kız veya erkek ırgadı denirdi. Hatta, kışın ve baharın başında ahırdaki hayvan pislikleri evin kenarında kazılan bir çukurda toplanırdı. Buraya bok çukuru adı verilmiştir. Mayıs ayında evin nişanlı oğlu varsa nişanlısının arkadaşları toplanır, 40-50 cm çapında 23-24 cm eninde ahşap veya çelik kasnaklara hayvan pisliği doldurulup üzeri ayakla çiğnenir ve düz bir alana serilir. Çukurdan hayvan pisliğini damat adayı dışarı çıkarır. Buna bok atma ve bok dökme adı verilir.
Toplanan üzümlerin pekmez yapılması için ikisi köyün içinde ve bahçelerde dört adet şırahane (şırana) vardı. Üzümler heğlerle (çubuktan örülmüş küfenin büyüğü) şırahaneye getirilir ve az meyilli sert veya beton zemine dökülür, ayakla çiğnenir, suyu çıkarılırdı. Akan üzüm suları çiğneme alanından bir kanalla alınıp bolum denilen çukurlara doldurulurdu. Bolumlar yaklaşık 17 kg’lık üç-dört teneke üzüm suyu alırdı. Eğer ekşi pekmez isteniyorsa genellikle hoşaf, komposto veya boranı (ayva kompostosu) üzüm suyu bolumdan alınıp teç’te (geniş bakır leğen) kaynatılırdı. Şayet tatlı pekmez isteniyorsa bolum içine beyaz toprak atılıp iyice karıştırılır. Çökme tamamlanınca üzüm suyu üstten alınarak teçte kaynatılırdı. Pekmezin olgunlaştığı, karıştırırkenki kıvamı veya bakır karıştırma kabı (kulplu tas) sırtına konacak üç beş damla parmakla sürülerek anlaşılırdı. Pekmez kaynarken içine büyük ayvalardan atardık ve saatlerce pekmez olana kadar dururdu. Sonra o ayvaların tadına doyum olmazdı. Bazı kimseler ayva yaprağını kaynatıp çay niyetine içerlerdi.
(DEVAM EDECEK)
1 Yorum