Yükleniyor...
Her ülkenin kendine has idari bölümleri mevcuttur. Bunlar ülkenin coğrafi büyüklüğü, etnik yapıları, tarihsel kökleri, ekonomik, sosyal ve kültürel yapılarına göre değişim göstermektedir. Bazıları üniter bir yapıya sahipken bazıları da eyalet, federasyon ve özerk bölgeler halindedir.
Ülkemiz, il, ilçe, kasaba, nahiye ve köy şeklinde bir idari yapı ile 2014 yılına kadar gelmiştir. 2014 nisanından itibaren biraz karışık bir yapı ortaya çıkmıştır. Otuz büyükşehir belediyesinin sınırları il sınırı haline getirilmiş ve buralardaki 16.143 köy ile 1580 belde mahalle haline gelmiştir. Yani, Türkiye’deki köy sayısı 34.283’ten 18.143’e düşmüştür. İşin tuhaf yönü, ülkemizdeki köylerin yarısı mahalle yapılırken yarısı köy olmaya devam etmiştir. Yani, Ankara Nallıhan’ın mahalle olan köyü ile Bolu Göynük’ün hâlâ köylüğü devam eden köyü arasında beş yüz metre mesafe olmasına rağmen bu yan yana iki küçük yerleşim yeri farklı mevzuata tâbidirler. 2014 uygulaması ülkemizi böyle anlaşılmaz hale getirmiştir.
Köylerin mahalle olmasıyla ortaya birçok problemler çıkmıştır. Bunu gidermek için 2020 yılında idari yapımıza Kırsal Mahalle adında yeni bir idari yapı eklenmiştir. Maalesef bu uygulama da problemleri çözememiştir. Şu anda idari yapımız; Büyükşehir İl, İl, Büyükşehir İlçe, İlçe, Mahalle, Kırsal Mahalle ve Köy şeklindedir (Anayasanın 123. maddesine göre). 2014 yılında bütün ülkede bucaklar kaldırılmıştır. Elbette üniter yapımız aynen devam etmektedir.
Haziran 1941’de düzenlenen Birinci Coğrafya Kongresi tarafından bugün uygulanan yedi coğrafi bölge belirlenmiştir. Bu yedi bölgenin idari yapı ile ilgisi yoktur.
Avrupa Birliği’nin kullanımlarına paralellik sağlaması bakımından Eylül 2002’de Türkiye İBBS’i (Türkiye istatistiki bölge birimleri sınıflandırması) sonucu on iki bölge belirlenmiştir. Bunlar üç ayrı düzeyde açıklanmıştır. Birinci düzey; 12 bölge, ikinci düzey 26 alt bölge, üçüncü düzey ise 81 il’dir.
Bir ülkenin idari yapısı ile üniter yapısı birbiriyle yakinen ilişkilidir. Bunun için idari yapı ile fazla oynamak büyük tehlikeyi de beraberinde getirir. Cumhuriyetimizin kuruluşundaki idari yapıyı bozmamak gerekir. Ülkemizde idari yapı maalesef 2014 yılında ciddi şekilde bozulmuştur. İdari yapımız karmaşık hale de getirilmiştir. Masumane gibi gözüken bu uygulamalar dikkatlice incelenmelidir. Üniter yapımıza zarar gelmemesi için dikkatli olmak zorundayız.
Bu çalışmada 2014 yılında mahalle olan köylerimizin değerlendirilmesi yapılmaya çalışılmıştır. Bazı durumlarda toplam kırsal kesim dikkate alınmıştır.
Köy hayatının içinden gelen birisi olarak köyümüzde yaşananları ve uygulamaları özetlersek, bu çalışmada ele alınan konuların her birinin dayanağı olduğu anlaşılır düşüncesindeyim.
Ankara Elmadağ’ın Yenişeyh (sonradan Yenimahalle oldu. Tahminim Yenisey olduğu yönünde) köyünde 1951 yılında doğmuşum. Köyümüz yaklaşık 220 hanenin üzerinde kalabalık katıksız bir Türkmen toplumu idi.
Bir anne ve işçi bir babadan olma dokuz kardeşten ortancası idim. Babamlar da yedi kardeşti. Dedem altı kardeş. Dedem Çanakkale Savaşında omuzundan kurşunla yaralandığı için sağ el parmakları içe kıvrıktı. Köyümüzün ilk gazi maaşı alanıydı. Vefat ettiğinde 103 torunu vardı. Babamın ise 62 torunu vardı. Anadolu’da çok çocuk önemli bir güç göstergesiydi. Büyük çocuk kız ise anneye yardım eder, diğer küçük kardeşlerine bakardı. Eğer oğlan olursa babaya yardımcı olur, üretime katkıda bulunurdu. Tek erkek çocuk olur, onu da savaşa götürürler ve savaştan dönemez ise o aile sönerdi.
İlkokulu köyde okudum. İlkokuldaki öğrenci sayısı 310’a kadar çıkmıştı (Şu anda kapalı. Öğrenciler ilçeye taşınıyor). Okulumuzu ve yanındaki öğretmen evini köy imece usulü yapmıştı. Babam bizzat temel kazmasında ve diğer işlerinde çalıştığını anlatırdı. Köyümüzün okulu, yolu ve beş çeşmesi köylü tarafından yapılmıştır. Hatta, civar kasabaların yollarına da köyümüzden ücretsiz erkekleri götürmüşlerdir. Muhtarın köyde kişileri senede on beş gün çalıştırma yetkisi vardı.
İlkokulda iken köyümüze kamyonlarla buğday geldi. İsmet Paşa’nın sizden aldığı buğdayların yerine bunları size getirdik deyip vatandaşa dağıtmışlardı. İlkokulda Amerikan süt tozu diyerek süt haline getirip bardaklarla sınıflarda dağıtırlardı. Okulda sobaları ve süt tozundan sütü okulumuzun emektarı Melek Hala (Gara Melek) yapardı. Amerikan yardımı deyip çuvallarla un getirdiler ve her gün bir aile çuvalla unu alıp tandırda ekmek yapıp okula getirirdi ve bu ekmekler bize bir öğün yetecek büyüklükte dağıtılırdı. Bembeyaz olurdu. Bizim kendi ekmeklerimiz esmer olduğu için beyaz ekmeği çok severdik. Böylece Amerika’ya karşı sempati duymamız sağlanmıştır.
Soğuk havalarda sabahları okula giderken her öğrenci eline bir parça odun veya çeyrek tezek alıp götürmek zorunda idi. Okuldaki sobaların yakıt problemi de bu şekilde çözülürdü. Okulumuzda yerli malı haftası yapılırdı. Köyümüzde her türlü meyve ve kurusu (dut kurusu, iğde, ceviz, elma ve armut kuruları) olduğu için çok zengin ve eğlenceli olurdu. Yerli malı haftası kutlardık. Herkes evinde ne varsa getirirdi. Birlikte yerdik. ‘’Yerli malı, Yurdun malı herkes onu kullanmalı’’ sözü hâlâ zihinlerimizde duruyor. Her yıl 6 Mayıs’ta Hıdrellez bayramında topluca kırlara çıkardık. Soğan kabuklarıyla boyanmış yumurtalar, kavrulmuş un, tere yağı ve pekmez ile yapılmış helvalar (bizde buna öküz helvası denir) baş köşeyi alırdı. Değişik zamanlarda köyümüze gelen kaliteli üç öğretmen Mustafa Korkut, Mahmut Koruyucu ve Adalet Önder Hanım) köyümüzün ufkunu açmıştır. 60’lı yıllarda ilçe dahil o yörede ilk kütüphane köyümüzde açılmıştır (1960). Bu öğretmenler sayesinde köyümüzün gençleri okulu, okumayı sevmeyi ve ileri gitmeyi öğrenmişlerdir. Köyümüzde kütüphane açıldığında okur yazar oranı yüzde 15’lerden üç-dört sene içinde yüzde 70’lere fırlamıştır. İlkokul ve ortaokul tam gün idi. İlkokulda öğleyin eve gelirdik. Hemen hemen her gün ekmekle turşu pekmez yerdik.
Mahmut Koruyucu öğretmenin eşi Semiha Hanım köyde dikiş nakış kursu açtı. 25 civarında genç kız hemen kayıt oldu. Sonda tekrar etti. Köyde sanki sosyal bir devrim olmuştu. Köyün kadınları birden sosyal yönden değiştiler. Bu gelişim çocuklara da sirayet etti. “Bir kadını okutursanız bütün aileyi okutmuş olursunuz” sözü gerçekleşti. Genç kızlar çeyizleri için ayrıca ‘’işleme’’ işlerlerdi. Değişik motifleri, yatak örtüsü, yastık kılıfı, sedir, hasır, yastık örtüsü ve perde gibi eşyaların üzerleri ince iğnelerle renkli ipliklerle (Ören Bayan) süslenirdi. Kızlar işledikleri desenin başka birinde olmaması için gayret ederlerdi.
Köyümüzün çocukları ilçede bulunan MKE Barut Fabrikası sosyal tesislerindeki ortaokula (Atabarut Ortaokulu) giderlerdi. Beş kilometre uzaklıktaki okula yayan gider gelirdik. Ayaklarımızda soğukkuyu tâbir edilen lastik ayakkabı, sırtımızda anamızın tek şişle örtüğü kazaklarla karlı, soğuk ve yağışlı havalarda gidip gelmesi çok zor olurdu. Parmaklarımız donduğu için ilk ders sınav olmasın diye dua ederdik. Çünkü uyuşuk parmakla yazmakta zorlanırdık. Bu mahrumiyetler ve fabrikadaki mühendis çocuklarıyla beraber okumak ve onları geçme hırsı olsa gerek bize başarılı olma gayreti kazandırırdı. Herhalde bundan dolayı ortaokulu birincilikle bitirmiştim. Ortaokul çok disiplinliydi. Müdür Beyden (Remzi Şad) kaynaklanıyordu. Okulda kız ve erkek bütün öğrencilere lacivert renkli, alnında sarı metalik ay yıldızlı arması olan askeri şapkalara benzer bir şapka ve aynı renk ince bir kravat takılması mecburi idi. Sabah derse girmeden önce on beş dakika ortak spor hareketleri yapmak mecburi idi. İlkokul ve ortaokulda bütün millî bayramlar çok coşkulu kutlanırdı. Hatta 27 Aralık, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi münasebetiyle bütün öğrenciler erkekler küçükler ve büyükler diyerek iki guruba ayrılır, kızlar tamamı bir gurup iki km’lik Ankara-Samsun yolunda koşu yapılırdı. İlk üçe ödül verilirdi.
Makine Kimya Endüstrisi kurumuna ait Elmadağ Barut Fabrikası köyümüz için büyük öneme sahipti. Köyümüzden yıllara göre değişmekle beraber 55-60 civarında işçi çalışırdı. Gelirleri de güzeldi. Babam ve üç amcam da orada işçi olarak çalışıyordu. İşçileri arkası branda ile kapalı bir veya iki kamyon taşırdı. Son yıllarda çalışan sayısı altıya kadar düşmüştü.
Köyümüze elektrik 1966 yılında geldi. Yine şanslıydık. Diğer köylere göre erken geldi. En çok biz öğrenciler sevindik. İlkokul ve ortaokulu lamba altında geçirdik. Ahşaptan yapılma büyük soframız vardı. Ortasına gaz lambasını koyup etrafına dizilerek yatarak ders yapardık. Sonra Halime Halamın beyi Mehmet Sait Enişte marangoz idi. Bize kavak ağacından tek çekmeceli bir masa ve tabure yaptı (hâlâ evde kullanılıyor), onu kullanmaya başladık. Aydınlatma araçlarımız sırasıyla; fiske (ocaklığın üstündeki ufak rafta dururdu), fener (dışarıda gece yaylaya, komşuya veya ahıra giderken kullanılırdı), beş numara, yedi numara ve on dört numara gaz lambası kullanırdık. On dört numara en iyisiydi. Sonra, kahvehanelerde ve camilerde özel ipeği olan lüks kullanılırdı. Bunların içinde en fazla aydınlatma gücü olan lüks idi. Elektrik gelince hepsi yok oldu.
(DEVAM EDECEK)
1 Yorum