Yükleniyor...
Rusya’nın Ukrayna işgali ve Türkiye’nin durumu yazısının son bölümüdür.
Türkiye’nin Rusya Federasyonu ve Ukrayna arasında arabulucu (facilitator, mediator) olarak ortaya çıkmasını politik bir iyi niyet yaklaşımı olarak görmüş ve Türkiye’ye böyle bir işlev verilmesine Rusya’nın evet demesini zaten beklememiştik. Nitekim, taraflar arasındaki doğrudan müzakereler, Ukrayna – Belarus – Polonya sınırlarının kesişme alanında başladı. Bu müzakereler nihai sonuç üretemez ve taktik müzakereler olarak sürer. Sorun sadece Rusya ile Ukrayna arasında olan kısmen kolay yönetilebilir bir sorun olmanın ötesindedir ve arabuluculuk Türkiye’nin kapasitesini aşar. Nihai sonuca yol açan müzakereler, Rusya Federasyonu ile ABD, AB ve NATO arasında ve Türkiye dahil diğer birkaç hatırı sayılır devletin iştirakiyle, Birleşmiş Milletler’in de kurumsal olarak temsiliyle yapılır ve yıllarca sürer.
Diğer taraftan Türkiye’nin arabuluculuk niyet ve çabası, hem Rusya hem Ukrayna ile ilişkilerini sürdürmeye özen göstermesi ve hatta stratejik işbirlikleri geliştirmesi; ABD, AB ve birçok Batılı ülkelerin Rusya’ya yaptırım kararlarına katılmaması ve ihtiyatlı duruşu neredeyse moral olarak yalnız kalan Rusya ve Putin için çok değerlidir. Üstelik, Türkiye açıkça Kırım’ın ilhakına karşı olduğunu, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini ve her iki ülkeyle ilişkilerini yapıcı yönde sürdüreceğini de vurgulamaktadır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, Türkiye’nin de ortak sunucuları arasında yer aldığı, Rusya’nın kınanması karar tasarısı oylamasında Rusya, Belarus, Suriye, Kuzey Kore ve Eritre ret oyu kullandı; Çin ve Hindistan dahil 35 ülke çekimser kaldı ve karar 141 oyla kabul edildi. Durum, Rusya’ya büyük bir uluslararası siyasi darbedir fakat bu kınamanın pratik sonuçları, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar kadar etkili olmaz.
Taraflar arasında arabulucu olarak birdenbire İsrail ortaya çıkmış görünüyor. Aslında ‘birdenbire’ gibi gözüken siyasal gerçekliğin arkasında İsrail’in boyundan ve cüssesinden büyük olan ağırlığı var. İsrail’in ağırlığını uzun uzadıya anlatmak yazımız konusu değildir ancak bugünkü İsrail nüfusunun büyük bölümünün Rusya ve Ukrayna coğrafyasından gittiklerini, bu iki ülkeye karşı hissî bağları olduğunu ve muhtemelen de çoğunun Musevi Hazara kökenli olduklarını hatırlamak gerekir.
Türkiye’nin uzun yıllar sürecek bu gerginlik ortamında, taraflar arasındaki kaçınılmaz doğrudan ve dolaylı çatışmalarda asgari, uzlaşmaya götürecek yollarda azami ve aktif olarak yer alması, kendi dış güvenliği ve soydaşları bakımından stratejik hedeflerini hep devlet aklında tutarak davranması gerekmektedir. Arada bazı kazalar olabileceğini de hatırda tutmalıdır. Ancak, Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine girmiştir ve siyaset bununla kuşatılmış durumdadır.
Kuzey Irak’ta, Suriye’de, Doğu Akdeniz’deki sıkışmışlıkları aşmak için de tarihi bir fırsat doğmuştur. Ancak bu fırsat alelacele kullanılacak, ‘fırsatçılığa kurban edilecek’ fırsat değildir. Uzun yıllara yayılacak kararlı, ısrarlı ve iyi hazırlanmış çok yönlü bir strateji olması gerekir. Suriye’de başlıca muhataplarımız ABD ve Rusya’dır ve konjonktür bu iki süper gücün de Türkiye’ye bir şekilde muhtaç olmasını gerektiriyor. Bu iki gücün daha stratejik ilgileri yanında PKK ile bağlantılı yapılarla (PYD, YPG) yatıp kalkması esasen bu ülkelerin Türkiye’yi meşguliyet tuzağında tutma ve bölgede bulunmalarına meşruiyet kılıfıdır. Türkiye bu hususu daha açık ve yüksek sesle dile getirme imkânı da bulmuş oldu. Ancak tekrar etmekte yarar var: Bu hususlar zamansız ve öylesine dile getirilip, çeşitli müzakere ortamlarında laf kalabalığında harcanacak hususlar değildir.
Türkiye’nin NATO ve Batının stratejik güvenliği bakımından önemi bir kere daha ortaya çıkmıştır. NATO konusunda daha önceki yazılarımızda genişçe ifade ettiğimiz görüşü kısaca tekrar etmekte yarar var: Hasımlarınızla aynı masa etrafında olmak, onları göz altında tutmak ve izlemek; gerektiğinde müdahale etmek masada olmamaktan çok daha iyidir. ABD’nin ve ABD güdümündeki NATO’nun Türkiye’ye karşı stratejik hatalarının ve hatta hasmane uygulamalarının farkındayız ama yazımızı sınırlı tutmak durumundayız.
Rusya’nın sıcak denizlere, Akdeniz’e inme, yerleşme ve durumu sürdürülebilir tutma stratejisinin önündeki neredeyse tek engel Türkiye’dir; hassaten İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır. Bu durum Türkiye’ye tehditten çok daha fazlasıyla bir stratejik üstünlük veriyor. Ve durup dururken, Montrö sözleşmesini tartışmaya açmak kadar saçma ve tehlikeli bir düşünce olamaz. Montrö tartışmaya açıldığı zaman en azından 50 büyük ülke taraf olur ve hiçbir güç ortalığı toparlayamaz. Bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar da sonunda konu tekrar ele alınırsa o başka… O zamana da yıllar boyu sürecek hazırlık gerekir.
ABD ve Rusya zaman zaman Montrö sözleşmesinden şikâyet etmekte olsalar da, aslında Rusya bakımından da bir güvenlik sözleşmesidir. Stalin’in boğazların anahtarını istemesi dönemi çoktan tarih oldu. Türkiye, Montrö sözleşmesi konusunda sürekli bir baskı altındadır ama sözleşme bir can simididir.
Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin tek küresel güç olarak kadim bir bölgeyi yeniden düzenleme ve demokratikleştirme, İsrail’e nefes aldırma, bazı ülkelerdeki ayrılıkçı hareketlerle veya mezheplere ve etnik gruplara göre o ülkeleri yeniden şekillendirme projesiydi. ABD bu projeyi yürütemedi, yürütemezdi de…
Türkiye’de birçok kesimce ve hatta milliyetçilerce bile hâlâ ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin aynıyla yürüdüğünden söz ediliyor. Ya İsrail’in mitik (mythic) ve mistik ideolojilerine ya da büyük güçlerin ‘’böl, parçala, yönet’’ retoriğine bağlanıyor. Bunlar elbette projeksiyon yapılırken göz önüne alınan hususlar. ABD’nin açıklanan amaçlarından biri de, Irak’a demokrasi getirecek ve bu diğer ülkelerin halklarını da rezonansa getirecek, Ortadoğu ülkeleri demokratikleşeceklerdi…
ABD Ortadoğu’yu yönetemedi, ABD’nin Ortadoğu politikası ve uygulamaları ABD’nin düşünce kuruluşlarınca ve itibarlı düşünce ve bilim insanlarınca hiç de olumlu ve başarılı bulunmuyor.
Türkiye’de iktidar başlangıçta bu projenin yürütücü ortaklarından biri olarak öne çıktı; demokrasi, laiklik, sekülarizm konularında Türkiye model olarak gösterildi. Arkasında Türk yönetimi uyandı ama bazı oklar yaydan çıkmıştı. Olanlar oldu ve şimdilerde toparlanma dönemi yaşanıyor: karşımızda yine ABD ve Rusya var.
Geriye, parçalanmış ülkeler, milyonlarca insanın yurdundan yuvasından ayrılıp yollara düşmesi, ya ülke içinde yer değiştirmesi ya Türkiye başta olmak üzere başka ülkelere sığınması ve yine milyonlarca insanın hayatının sönmesiyle sonuçlandı. Böyle bir sonuç, ABD tarihine şerefli bir sayfa olarak mı geçecek yoksa bir utanç ve insanlık suçu olarak mı geçecek? ABD tarihine zafer, başarı, demokratikleştirme hizmeti olarak kaydedilse bile insanlık tarihine böyle mi kaydedilecek? ABD tüm gücüne rağmen emperyalist imajını ve milyarlarca insanın olumsuz bakışını değiştiremiyor. Gerçi bu durum bile bir gücün dolaylı itirafı ve kabullenilmesidir. İsrail’in tarih boyunca çektikleri kendilerine bir haklılık payı verse de, devlet olduklarından bu yana tavrı ve devlet politikası insanlık var oldukça vicdanları rahatsız etmeye devam edecektir.
Hiçbir proje, projekte edildiği gibi yürütülüp sonuçlandırılmaz. Süreç içinde gözden geçirilir, gerekli değişiklikler ve düzenlemeler yapılır (project control). Hiçbir askerî harekât da planlandığı gibi yürümez ve sonuçlanmaz. Çünkü çok bileşenli dinamik bir ortamda yürütülürken bileşenlerin etkileri, katkıları, kısıtları değişir ve değişen şartlara göre proje veya askerî harekât revize edilir. Dolayısıyla, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi devam eden dinamik bir süreçtir ancak mevcut verilerden tahmin yapılabilir. Doğru – yanlış sağlaması ancak yıllar sonra ortaya çıkar.
Bunu tarihten, yaşadıklarımızdan, gözlediklerimizden ve Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren hadiselerden biliyoruz. Ortadoğu’daki, Suriye’deki, Irak’taki, Libya’daki, Afganistan’daki gelişmelerden ve hatta Azerbaycan – Ermenistan arasındaki savaştan da biliyoruz. Türkiye’nin Suriye’deki Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarları adlı harekâtları da; Rusya ve ABD’nin müdahalesiyle yarım kaldı ancak Rusya ve ABD’nin de istediği gibi olmasına Türkiye yol vermedi.
Yeri gelmişken, bu işin ucunun Türkiye’ye dokunacağı belliydi demeliyiz. Benzeri bir durum da Rusya ve Ukrayna sürecinde… Tarihi bir hata ve hezimet de olabilecek, tarihi bir fırsat da olabilecek bir süreci yaşamaktayız. Dikkatli, hazırlıklı, akıllı olmak ve çok yönlü düşünerek, az konuşarak, çok danışarak ve çok taraflı diplomatik temaslarla yürümek durumundayız.
Türkiye ile ABD arasındaki bir düzine ciddi, stratejik sorunların bazılarında (S-400, PYD ve YPG’ye destek, F-16 ve F-35 uçakları, hava savunma sistemleri, Yunanistan’da Trakya sınırındaki ABD yığınağı… İsrail ve Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya ulaştırılmasında Türkiye’nin hak ve çıkarlarının dikkate alınması…) Türkiye bakımından önemli bazı gelişmeler de beklenebilir. Ancak ABD’nin yıllardır söylemde başka eylemde başka davranışlarını çok iyi biliyoruz ve fazlaca umutlanmıyoruz. ‘ABD, Türkiye’ye anlık istihbarat sağlayacak’ veya ‘teröristlere karşı işbirliği ve koordinasyon’ sözlerini ne zaman duysam ‘eyvah’ çekerim. ABD’li yetkililerin her Türkiye ziyaretlerinde ‘Türkiye, NATO’nun üyesi ve stratejik ortağımızdır’ beyanının sıradanlığı ve alelusul ifadesi çok da olumlu yankı uyandırmaz.
AB ile müzakerelerde kapı biraz aralanır, bazı fasıllarda ilerleme olur, olumlu söylemlerde bulunulur ama tam üyelik kapısı açılmaz. AB’nin Türkiye konusundaki tavrı, AB ile Rusya arasındaki ilişkiye benzemektedir: Yutulamayacak kadar büyük (much bigger to swallow) veya sindirilemeyecek kadar zor (too hard to digest).
Rusya da başında bu kadar sorun varken Suriye’de bir daha askerî konvoyumuzu vurup bizi otuz üç şehitle ortada bırakmayı düşünemez. Türkiye ve Azerbaycan’ın önerdiği altı bölge ülkesi arasında işbirliği ve Zengezur koridorunun açılması gibi alanlar, Rusya’nın uluslararası alanda görünürlüğünü ve etkisini arttıracağından yapıcı bir tutum takınır. Libya’da Türkiye’ye karşı varlığını ve etkisini minimal düzeyde tutar.
Bu durum, Türkiye’nin Batı bakımından karşılaştırmalı (comperative advantage) önemini bir daha ortaya koydu. Türkiye’nin NATO’da ABD’den sonraki en büyük ve etkili askerî gücü bir daha fark edildi. Türkiye’nin Asya ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya akan insan selinin kontrol edilmesi ve önlenmesi dışında çok daha hayati işlevi olabileceği her Batılı devlet insanının dikkate alacağı bir gerçeklik. AB’nin daimi gündemine alması aklına gelmiyorsa bile, Türkiye durumu açık seçik ortaya koymalıdır. Hatta, Ege, Kıbrıs ve Yunanistan’la olan sorunların AB bakımından tali ve yapay sorunlar olduğunu, ancak Türkiye bakımından hayati olduğunu, bunun AB tarafından içselleştirilmesinin, ortak çıkarlar temelinde bu sorunların çözülmesinin zamanının geldiğini ortaya koymalıdır.
1 Yorum