Yükleniyor...
Türk siyasetine dair yapacağımız okumanın daha iyi anlaşılması için yapacağımız analize temel teşkil edecek ön kabulleri öncelikle şöyle sıralayalım.
1- Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihi Yusuf Akçura’nın kitabında yazdığı gibi üç ana siyasi akımın hakimiyetinde şekillenmiştir. Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık ideolojileri siyasete damga vurmuştur.
2-Türk siyasetinde büyük dönüşümler 25’er(+5,-5) yıllık dönemlerde gerçekleşir.
3-Batıcılık siyasi hareketi kapitalizmi kutsaması ve NATO’ya bağlılık ortak paydasında liberal ekol ve sosyal demokrat ekol olarak iki ana fay hattında var olmuştur. Gerek kapitalizm gerek sosyalizm Batı düşünce dünyasının ürünleridir.
4-Bir siyasi partinin iktidar olabilmesi için ya küresel ölçekte geçerli “millî bir düşünce sistematiğine” sahip olması ve o düşüncenin ülke sınırlarının ötesinde etki kapasitesine sahip olması ya da küresel bir ideolojinin (Liberalizm, Sosyal demokrasi, Siyasal İslamcılık gibi) “ülke acentası” olması gerekir.
5-Genel dünya tarihinin ve ülkeye özel siyasi tarihin büyük dönemeçlerinde köklü siyasi değişimler olur. Bu bağlamda bugünkü zaman dilimini tanımlarken içerde Cumhuriyetin ikinci yüzyılı, genel dünya tarihi olarak ise üçüncü binyıl içinde olduğumuz verisini aklımızda tutmalıyız. Bu bilgiler bize hem Türk siyasetinin yeni bir evreye girdiğini hem de dünya jeopolitiği ve buna bağlı gelişen dünya siyasetinin yeni bir safhaya geçtiğini söylüyor.
Osmanlı’nın çöküşünün kesinleşmesi ve 1.Dünya savaşının mağlubiyetiyle Anadolu’yu işgalden kurtarmaya ve ülkenin tekrar tam bağımsız olmasına çalışan kadroların ana motivasyonu milliyetçilik olmuştur. İşgalci İngiltere’nin o döneme ait diplomatik iç yazışmalarında Millî mücadele kadrolarını “Milliyetçiler” olarak tanımlamıştır. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk de kendini tanımlarken Türk milliyetçisi olduğunun altını çizmiştir. Dönemin aydınları da Ziya Gökalp, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura başta olmak üzere Türkçü ve milliyetçi siyasetin öncü aydın kadrolarını oluşturmuşlardır. Cumhuriyeti kuran Türkçü kadroların ülke sınırlarını aşan uygulamaları ise kısmen Turancılık, ağırlıklı olarak ise tam bağımsızlıkçı anti emperyalist duruşlarıdır. Atatürk “Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyerek emperyalist güçlere meydan okumuştur. Daha Çanakkale cephesinde gösterdikleri direniş ve kahramanlıkla Mustafa Kemal ve Türk askerleri birçok ezilen ve sömürülen millete örnek olmuşlardır. Gandhi’nin “Atatürk Çanakkale’de İngilizleri yenene kadar İngilizleri Tanrı zannediyordum.” sözü Türk milliyetçilerinin küresel ölçekte birçok bağımsızlık isteyen sömürge milletine örnek olduğunu bize gösterir.
Ancak bu dönem önce Atatürk’ün 1938 yılında vefatı ve ardından da 2. Dünya Savaşında Almanya-İtalya ittifakının savaşı kaybetmesi ile 1944 yılında sonlanmıştır. Bu siyasi makas değişikliği öyle sessizce olmamış, Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş gibi Türkçü-Turancı kadrolar tutuklanmış ve tabutluklarda işkence görmüşlerdir. 1944-1950 yılları arasında ise İsmet İnönü liderliğinde ülke siyasetine Anadoluculuk diyebileceğimiz bir siyasi hareket vaziyet etmiştir. Böylece ilk yirmi beş yıllık dönem sona ermiştir.
1950 yılında Batıcılık akımının liberal acentası diyebileceğimiz Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile başlamıştır. Bu dönemde ABD ve NATO taraftarı Batıcı siyasette 1960 darbesi ile makas değişikliği yapılmak istenmiş ancak Alpaslan Türkeş’in de içinde bulunduğu 14’lerin tasfiyesi ile Batıcılık akımının temsilcileri yeni kurdukları AP ile yollarına devam etmişlerdir. Bu dönem Batıcılık akımının liberal kanadının siyasette belirleyici olduğu bununla birlikte makas değiştiren CHP’nin de kısa dönemlerde iktidar olduğu dönemdir. Ancak bu dönemin bir özelliği de CHP’nin kendi içinde dönüşüme uğrayarak Batıcılık akımının Sosyal demokrasi ”acentasına” dönüşmesidir. 1970 askerî muhtırası ise Batıcı partilerin yaklaşan komünizm tehlikesi karşısında gerekli mücadeleyi yapamadığına inanan NATO bağlısı bir grup askerin siyasete ince ayar yapmasıdır. Bu dönemin sonunda ise Türkçü ve Siyasal İslamcı akımlar kurdukları yeni partiler ile MHP (1967) ve MNP (1971) ile siyaset sahnesinde ikincil rollerde var olmaya çalışmışlardır. Hatta 1974 yılında CHP-MSP koalisyonu ile siyasal İslamcı hareket, Osmanlı’dan bu yana ilk defa iktidarda söz sahibi olmayı başarmıştır.
Bu dönemin başlangıç yılları Batıcılık akımının (AP) ana belirleyici olduğu ancak Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa Türkçü/Milliyetçi kadroların iktidar sahnesinde gözüktüğü zaman dilimidir. MHP’nin M.C. koalisyonlarının sayısal olarak küçük ortağı olduğu hâlde kurulan koalisyonlara Milliyetçi Cephe ismini verdirtecek kadar özgül ağırlığı da yadsınamaz bir gerçektir. 1970-1980 yıllarına hem koalisyonlar hükümeti hem de Sovyet emperyalizminin saldırgan politikaları neticesinde içeride komünizm fırtınasından etkilenen ”mankurtlar” ile dönemin Kuva-yi Milliyecileri diyebileceğimiz ülkücülerin sıcak çatışmaları damga vurmuştur. Mutlaka bu döneme ait söylenmesi gereken bir şey de siyasal islamcıların pragmatist bir politika izledikleri ve ne komünist gruplarla ne de ülkücülerle sıcak çatışmaya girmemeleridir. Siyasal islamcılar bu dönemde içinde yer aldıkları koalisyonlar vasıtasıyla devlette kadrolaşma faaliyetlerine ağırlık vermişlerdir. İkibinli yıllarda göreceğimiz sermaye birikimi ve insan kaynaklarının alt yapısını oluşturacaklardır.
1980 darbesi de tıpkı bir önceki muhtıra gibi siyasi partilerin iç çatışmaları ve komünizm tehlikesini önleyemeyeceğine inanan NATO’cu subaylar tarafından yapılmıştır. 1980 -2000 yılları arasında ise partilerin ismi değişmiş olmakla beraber Batıcı liberaller ile Batıcı sosyal demokratların bazen iş birliği yaptığı bazen de kayıkçı kavgası yaptığı zamanlardır. Ancak bu döneme ait mutlaka altı çizilmesi gerekli en önemli hususlardan biri Özal’lı yıllar ile Türk ekonomisinin küresel kapitalizme tam entegre olması, diğeri Sovyetler Birliğinin dağılması ile sosyalizm ve onun türevi olan sosyal demokrasi ideolojilerinin küresel ölçekte sönümlenmesidir.
Bu döneme Batıcılık siyasi hareketinin kabus yılları diyebiliriz.Hem Batıcılığın sosyal demokrasi ekolünün popülerliğini yitirmesi hem de Batıcılığın diğer kanadını oluşturan liberallerin, kapitalizmin tıkanması karşısında çare bulamayışları kendilerini “merkez partiler” olarak tanımlayan sağ ve sol partilerin Türk siyasetinde zemin kaybetmelerine yol açtı. Bu dönemin şartları Batıcılık karşısında ya millî düşünce sistematiğine sahip Türkçü-Milliyetçi partilerin iktidar olmasını ya da diğer tek alternatif olarak gözüken küresel siyasal İslamcı hareketin Türkiye “acentası” olmaya talip partilerin iktidar olmasını icap ettiriyordu. 1999 seçimlerinde ortaya çıkan siyasi tabloda kendisine teklif edilen Başbakanlığı reddeden Bahçeli ile milliyetçiler dördüncü yirmi beş yılık dilimde ana aktör olma şansını elleriyle itmiş oluyorlardı. Aslında bu kısa zaman dilimi ikibinli yılların başında birkaç yıl kimlerin iktidar olacağını değil 2000-2025 yılları arasında hangi akımın iktidar olacağının hazırlandığı yıllardı. DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile Batıcılık akımının hem sosyal demokrat hem liberal kanadı ile Türkçü akımın bir çuvala sokulması ve sonunda da bir nevi çöpe atılmaları sonucunda zaten geriye tek alternatif olarak siyasal islamcı akım kalmıştı. Dolayısıyla alternatifleri yok edilen siyasal İslamcıların bir şekilde yolları açılmıştı.
Neticede geri çekilen Batıcı akımların bazı siyasi kadrolarını ve AB’ye üyelik gibi argümanlarını da kullanan siyasal İslamcı akımın partisi AKP Cumhuriyetin son çeyreğinde tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Hatta bununla da yetinmeyip Cumhuriyeti dönüştürmeye ve Atatürk’ün izlerini silme çabasına girmiştir. İç politikada siyasal İslamcılığı dış politikada ise Yeni Osmanlıcılığı öne çıkaran AKP siyaseti ise neredeyse tıkanma noktasına gelmiştir. Hem Oliver Roy’un ”Siyasal İslamın iflası” adlı müthiş kitabında belirttiği küresel gelişmeler nedeniyle artık siyasal islamın acentası olması zorlaşmakta hem de ekonomi de hâlâ yirmi yılın sonunda kendi özgün modelini oluşturamaması işleri zorlaştırmaktadır. “Peki bu çıkmazı gören AKP ve Erdoğan nasıl bir çözüm geliştireceklerdir?” diye sorduğumuzda bir seçenek karşımıza çıkıyor, o seçenek ise demokrasi sınırlarını zorlayan bir otoriterleşme ve onun sonunda Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılını dönüştürerek yerine Erdoğan’ın kurucu lideri olduğu bir sözde ”İslamcı monarşi”.
Yeni Anayasa değişikliği çalışmaları bu niyetin kamufle edilmiş hâlidir ve Türk milleti, içinde bulunduğumuz süreçte tercihinin Cumhuriyetten mi yoksa Monarşiden mi yana olacağına karar verecektir. Ancak hangi kararı verirse versin sancılı bir dönem yaşayacağız.
(Gelecek yazımızda Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında hangi siyasi akımın iktidara yakın olduğunu ele alacağız.)