Yükleniyor...
Korona virüsün bütün dünyayı esir aldığı, beden ve ruh sağlığımızın tehdit edildiği bu mahkûmiyet günlerinde, biz yine düşünmeye, anlamaya, anlatmaya devam edeceğiz. Tıpkı başımızı belaya sokan, bugün savaştığımız virüsün kimliğini ve rolünü tespite çalıştığımız gibi. Tıpkı, yarın kıyamet kopacağını bilsek de elimizdeki fidanı toprağa dikmek görev ve azmimiz gibi.
Kâinatta her şeyin, her olayın, her zerrenin, her birimin bir statüsü, bir de rolü vardır. Bu statü ve rol o şeyin varlıktaki yerini, ne yaptığını ve kimliğini ifade eder. Kimdir, nedir? İnsan dışındaki ‘ne’lik, nicelik ve kimlikler, zorunlu olarak, kanunlara uyarak, alternatifsiz bir durumdadırlar. İnsan da aynı kanunlara tâbi, statü ve rol içinde bir kimliğe sahiptir. Kâinattaki kimliği insandır ve kendi içinde de topluluklar halinde ve teker teker birer kimlikleri vardır. İnsan, diğer yaratıklardan farklı olarak sorumludur. Çünkü sorumluluk, mutlak manada olmasa da, özgürlük, bağımsızlık, alternatif kullanmak, seçmecilik ister. Bu noktada insan sorumludur. Diğer varlıklara sorumluluk yüklenmemiştir. Bu bakımdan insanın kimliği de diğerlerinden farklıdır ve üç kademelidir. 1. Biyolojik, 2. Psikolojik, 3. Kültürel (toplumsal) kimlik. Üçü bir bütün teşkil eder. Boyu uzun-kısa, esmer-sarışın, mavi gözlü-siyah gözlü, parmak izleri farklı; aceleci, korkak-cesur, hevesi şu, bu… Sonra Türk, Arap, İngiliz, Müslüman, Hıristiyan vs. gibi kültürel kimlik insanın bir kez daha kâinattaki yerini belirlemiş olur.
Meseleye din açısından da bakacağımız için diyoruz ki, Allah’ ın kanunlarına ve O’nun ihdas ettiği tabiat kanunlarına bakarak, her varlık, farkında olarak-olmayarak, bilinçli-bilinçsiz devamlılığını ister, bu yöne yönelmiştir. Kaybolup gitmek istemez. Kimliğinin yok olmasını, başka bir kimliğe dönüşmesini istemez. Bu bakımdan insan, bulunduğu yere (arza, yeryüzüne), bulunduğu topluma, taşıdığı değerlere önem verir. Bu değerler boş şeylerse, bir anlamı yoksa, insanın tavrının da bir değeri yok demektir. İnsanın toplumsal kimliğinin sebebi, aidiyet/mensubiyet duygusuna sahip olmasıdır. Aidiyet nereye aitse, ona ait bir kimlik taşır. Köye, şehre, millete, derneğe, meslek kuruluşuna vb. ait bir kimlik. Aidiyet millete aitse, buradan milliyete yol bulacağız. Buradan da ister istemez milliyetçiliğe geçeceğiz ve milliyetçilik bunun üzerine inşa edilecektir.
Milliyetçiliğin temelinde şunlar bulunur:
Milliyetçilik ile ırkçılık aynı şey değildir. Milliyetçilik, içinde zımnen bir ırk meselesi taşısa da onu aşan bir farklılığa ve şümûle sahiptir. Farkı belirleyenler şunlardır:
Bir sosyal birim varsa, aidiyet ve mensubiyet bilinci var demektir. Millet varsa, bir sosyal gerçekse, milliyetçilik de olacaktır. Millet, tarihî, sosyolojik, kültürel bir sosyal varlıktır. Milletin yaşamakta olan kesitine halk denir. Devleti kuran halka millet denir ki bunun tarihi bir boyutu vardır. Milleti, tarihten, kültür birliğinden, sosyal kimlikten ayırdınız mı, geriye sürü kalır. Dünyada tek kültür olmadığına göre; dil, din, sanat, örf-adet gibi farklılıklar bulunduğuna göre, millet ve kültürel kimlikler oluşmuş olacaktır. Bunlar, müşterek olan insanlığa aykırı değil, bilakis bunu zenginleştiren şeylerdir. Bu farklılıklar, insanlık açısından değil, alışkanlık, yaşayış tarzı ve ifade ediş biçimi bakımındandır.
Dikkat edilirse, insanın bu dünyaya ait yönünden, bu dünya hayatından söz ediyoruz. Eğer bu dünya pistir, kötüdür, leştir, önem vermeye değmez dersek; toplum, millet, devlet, bunlar da neymiş, bu dünyanın masallarıdır dersek, doğal olarak birçok şey gibi milliyetçilik de lüzumsuz bir laftan ibaret kalır. İslam, bu dünya pistir, kötüdür demez. Çünkü onu Allah yaratmıştır. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık” (Sa‘d-27). “… Onları gerçek bir amaç için yarattık. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler” (Duhan-38, 39). “Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma” (Kasas-77). Hz. Peygamber şöyle der: “Hiç ölmeyeceğini, yalnızca ihtiyarlayacağını düşünen bir kimsenin ameli gibi amel et (işlerini buna göre yap). Yarın öleceğinden kaygı duyarak korkan bir kimseninki gibi dikkatli ve ihtiyatlı davran” (Beyhakî, Sünen-III, 28; Abdullah b. Mübarek, Zühd-I, 469). “Ne dünyası için ahretini, ne de ahireti için dünyasını terk eden, her ikisinden de nasibini almayan, sizin en hayırlınız değildir. Ahirete ulaşma yeri, dünyadır. İnsanlara yük olmayın (Ahireti için dünyadan el çeken, tabiatıyla diğer insanlara yük olur)” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal-III, 238). Kur’an buyurur ki: “… ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden, gizli-açık harcarlar” (İbrahim-3). Harcama başkalarına da dönük olacağına göre, rızkı paylaşacağımız bu dünya neden pis ve kötü olsun. Rızk, kötü bir şey midir ki, Allah’ın rızk verdiği bu dünya kötü olsun. “Allah da onlara dünya nimetini ve ahiret sevabının güzelliğini verir. Allah iyi davrananları sever” (Âl-i İmran-148). İslam’ın istediği, tercihi tersine çevirmemektir. Ahireti dünyaya tercih etmelidir. Fakat bu tercih, birini sıfırlamaz. Tercih, iyi-daha iyi, güzel-daha güzel arasında yapılacaktır.
Ahiret için ekini ektiğimiz bu dünya üzerinde, ahiret için yapılan bu sınav yerinde, varlık ve kimliğimizin bir tavrı olan milliyetçilik gerçeğine, İslâm açısından bakabiliriz. Konumuz doğrudan ve başlı başına milliyetçilik duygusunun, ideolojisinin bir analizi olmadığı; İslâm ile ilgisini anlamak olduğu için, milliyetçiliğin, İslam’la ilgi ve ilişkisini, uyum ve uyumsuzluğunu müzakere edebiliriz. Milliyetçilik İslâm’a uyar. Yeter ki biri birinin yerine konmasın. Yani İslam milliyetçiliğe hapsedilmesin ve milliyetçilik de İslam yerine geçmesin. Biri bana ait, diğeri hem bana, hem herkese ait olabilecek bir alandır. Diğer önemli bir şart da, milliyetçilik, ırkçılık olarak alınmamalıdır. Statü ve rolün, aidiyet duygusunun, kimlik meselesinin, sorumluluğun İslam’a uymayan hiçbir tarafı yoktur. Allah’ın yaratmış olduğu farklılıkları, kimlik ve şahsiyetleri ortadan kaldırabilecek değiliz. Esasen bunları bize yalnızca ilim değil, ilme olanca yer veren İslam da öğretmiştir. İslam, milliyetçiliğe karşı çıkan dış-iç açık engeller, düşmanlıklar dışında bir de algı yanılmasından ve yanlış anlayıştan, bir bu kadar istismardan doğan gizli engeller vardır. Bunlar dine ve onun manevî dünyasına sığınarak bu karşıtlığı yapmaktadırlar. Yine aynı yanılsamalı veya kasıtlı anlayıştan hareketle sûfi tarikatlar, cemaatler, onların yuvaları tekkeler, dergâhlar, bunların yarattığı şeyh tipi, bu karşıtlığın mümessili olmuşlardır. Olumlularını olumsuzlarından ayırabilecek imkânı vermeyecek derecede bir baskı ve saptırma hareketi içinde olmuşlardır. Türk milliyetçiliğine, gerçekte milliyetçilik anlayışına, karşı çıkanlardan biri de sûret-i haktan görünen siyaset-din ilişkisidir. Bu, bin üç yüz yıldır yaşanan bir husustur ama son yüzyıldaki adı, İslamcılıktır. Batılının deyişiyle İslâmîzm. Diğerinden farkları; sûfi anlayış, dünyayı “hiç” kabul etmiş, İslamcılık dünyaya değer vermiştir. Ancak siyaset-din ilişkileri içinde değerlendirmiştir. İslamcılar dini siyasileştirmişler, siyaseti dinîleştirmişlerdir. Artık bu İslam değil, İslamcılıktır. İslamcılar milliyetçiliğe karşıdırlar ama Arap kültürünü İslam zanneden, bu kültürü İslam yerine koyan zımnî Arap milliyetçiliğine karşı kör ve sağırdırlar. İslam için Arap ve Arap kültürünün bir ilk sosyal laboratuvar olduğu, bir örnek kap niteliğinde bulunduğu doğrudur. Fakat başka kaplara oradan aktarılacak bir kaptır ve yeni kaplar, yeni kültür ve kimliklerdir. Ümeyye oğullarının din-siyaset ilişkisi gibi bir paralel süreci tepe noktaya çıkarıp, Hz. Peygamberin torununu ve etrafındaki Müslümanları katlederek kurdukları dinî ve siyasi saltanat, başka saltanatlara aktarılarak gelmiş; hatalar tekrarlanmış, İslâmî anlayış gerilemiş ve zihnî bir kafes içine hapsedilmiştir. İslâmî anlayış bu hale gelince doğal olarak dinin milli olanla ilgi ve ilişkisi toz duman içinde bırakılmıştır.*
Peki tasavvuf, bu dünyayı gerçekten istemiyor mu? Onu pis ve kötü mü gösteriyor? Yoksa biz mi onu doğru anlamıyoruz. Eğer tercihi bu noktaya götürüyorsa, bunu doğuran bir felsefesi, farklı bir anlayışı olmalıdır. Şimdi konumuzun temelini teşkil eden buraya bakacağız.
Bin üç yüz yıllık bir hikâyeden söz ediyoruz. En uygun İslâm yorumu diyorlar tasavvufa. Acaba öyle mi dir? Bana göre dinden hareket eden bir felsefe. Felsefe olunca, benimsenebilir de, tenkit de edilebilir. Zaten felsefe süreci, biri birini tenkit ede ede gelmiştir. Daha doğrusunu bulalım diye yola koyulmuştur. Eğer tasavvufu bir felsefe, varlık ve insan felsefesi olarak alırsak, doğru ve eğri taraflarını görmeye çalışmak yadırganmamalıdır. Yok eğer onu İslâm’ın kendisi olarak veya en uygun yorumu olarak alırsak, dogmatikleşir, tabulaşır, gelenekselleşir, merasimleşir; adeta ikinci bir din veya paralel bir din haline gelir. Nitekim öyle olmuştur.
Tasavvufla ilgili, şimdiye kadar, lehte- aleyhte çok şeyler yazıldı, çizildi, söylendi. Eleştirel bakanlar bazen ileri gittiler; küfürle, şirkle itham ettiler. Bunlar yanlıştır. Önce bu yanlışı söylemeliyiz. Hiçbir sûfi Allah’ı, Allah Hak ve Hakikatini inkâr etmiyor ki. Hakikati örtmüyor (küfür örtmek demektir). Aksine bahsettikleri tek şey Allah’tır. Kendini veya başka bir şeyi O’na ortak koşmuyor. Yani şirk de yok. Ben O’yum diyenler, kendi varlıklarını değil, kendilerinin O’nda yok olduğu Allah’ı söyletmiş oldukları iddiasındalar. Firavun ve benzerleri, “benden başka Allah diye bir şey yok, işte ben O’yum” diyorlardı. İyice düşünürsek ikisi aynı şey değil. Peki şirk de küfür de yoksa, problem nerede? İslâm açısından; felsefesinde ve yorum yanlışlıklarında, Kur’an’la örtüşüp örtüşmediğine dikkat etmemekte. Yorumlar çok yerde isabetsiz olmuş, aşırılıklar ve hezeyanlar oluşmuş, kendi içinde bolca çelişkiler yerleşmiştir. “Siz bunları anlamıyorsunuz, ham ruhlar bunu anlamaz” demek, anlamsız bir sığınmadır. Sadece felsefe iddiası olsaydı, anlamıyorsunuz denebilirdi. Ama aynı zamanda din yorumu iddiası olunca, anlaşılamayan veya birkaç “özel” kişinin anladığı şey din olmaz. Din yorumu da olmaz. Çünkü anlaşılmasını kolaylaştırmak için yorum/tefsir yapılmaktadır. Daha çok anlaşılmazlık, daha çok sübjektiflik yaratmak, sırf sembollere ve mecazlara boğmak, din yorumu olamaz.
Biz, rotayı tayin eden öncülerin ve tasavvuf önderlerinin ve onların aldığı dış etkilerin (Hint Mistisizmi, Plotin Felsefesi/Yeni Eflatunculuk vb.) ve Hıristiyanlığın sebep olduğu düşünce alanını masaya yatırıyoruz. Özellikle İslâm’ın ilke ve hedefleriyle, ayetlerle test etmeye çalışıyoruz. Bir yerlere kadar onlarla beraberiz. Buraya kadar İslâm’la da bir problem yok. Bir sınırdan sonra bağımsız bir felsefe başlıyor, onu tahlile çalışıyoruz. Yolumuz karanlık ve tehlikeli yollara sapmışsa (felsefe açısından değil, İslâm açısından), oraya dikkatimizi yoğunlaştırıyoruz. Tasavvufun derin bir hayat neşesi yaratmasına hayran olup, ona toz kondurmayanlar, yine de şunları göz ardı etmemelidirler:
Tasavvufun ne olduğunu anlamak için, iç içe üç alandan söz edeceğiz. Allah-Alem-İnsan. Bu üçünün ilişkisine ait anlayış, idrak ve kanaat, dini de felsefeyi de ortaya koyar. Üçünün bir ve birlikte, yahut ayrı ayrı anlaşılması ve açıklanması, birbirine göre durumları, dinde de, felsefede de ana konudur. Dinlerin ve felsefelerin farklılığını veya benzerliğini burada arayacağız. İnsan ve alem, var kabul edilir ve fakat Allah’a göre, O’na dayanarak alınırsa, din olur (İslâmı kastediyoruz). İnsanı ve Allah’ı, âlem (kâinat, evren, tabiat) içine gizlenmiş güç olarak kabul edip, alem içinde içselleştirirsek, yani herşeyi bir iç güce bağlarsak, şu anlayışlar ortaya çıkar: Panteizm, Vahdet-i Vücûd, Vahdet-i şuhûd. Aralarında ince farklar vardır ama genel karakter, üstün-aşağı her şeyin varlık içinde gizlenmiş olması söz konusu olur. Bu durumda tabiatın/âlemin/evrenin sınırsız olduğunu, yani onun dışı ve kenarı, sonu ve bitişi olmadığını kabul etmiş oluruz. Eğer varlığın/tabiatın/evrenin özünü madde olarak alıp, maddeyi tek gerçek olarak kabul edip, Allah’ı devre dışı bırakırsak, yani Allah’ı kabul etmez isek, her şeyi maddenin kendi kendine oluşan dinamizmine, maddenin kanunlarına bağlarsak, başka bir iç güç veya dış güç görmezsek, materyalizm (maddeci felsefe) olur. Tasavvuf bunlardan hangisine benziyor? Özellikle Vahdet-i Vücud (Varlık Birliği) İnsanı ve âlemi, yani her şeyi Allah’a göre alır ama, Allah’a göre aldıkları her şeyi, sonuçta bir gölge veya aynada görünen bir yansıma (Allah’ın yansıması), bir tecelli, Allah’ın açılışı, Allah’ın aşağı inen bir zuhuru (açığa çıkışı) olarak alır, birer gerçek olarak kabul etmezler. Ayrı birer gerçek olarak kabul edilmesini, ikilik, şirk olarak görürler. Bu yönüyle Panteizmi andırır. Elbette bazı farklar taşır. Sûfiye göre Zatî Varlık, açılır, kapanır, başka bir şey yoktur. Yaratma kavramına bu manayı vermişlerdir. Allah her ân bir iştedir, ayetini buna dayanak alırlar. Fakat bunu her an yaratmaktadır şeklinde anlamak mümkün değil midir? Sûfi yaratmayı laf olsun diye bazı kere kullanır ama bu kavramdan kaçmışlardır. Oysa Kur’an, fatara, halaka, caele, bedee, enşee gibi çeşitli kavramları kullanır ve yok iken var etmekten, başlatmaktan, bir şeyden bir şeyi yaratmaktan, diriltmekten söz eder. Bir varlığın geçici de olsa varoluşu, sonra yaratıcısına dönüşü başkadır; yok olduğu halde varmış gibi algılanması (illüzyon), Asıl Varlığın/Mutlak Varlığın gölgesi, yansıması olarak alınması başkadır. Kaldı ki var olanlar içinde insan geçici de kılınmamış, orada (cennette) ebediyen kalırlar denmiştir. Evet, bu ebedilik Allah’ın zatına nazaran (vechullah) izafidir ama ahiret yer ve gökleri durdukça denilir ve insan ölçüsüne göre uzun bir varoluştur. Her şeyi gölge ve yansıma olarak alırsak; ben O’yum (Allah’ım), Allah benim cübbemin içindedir, demek kolaylaşıyor. Bunları bir felsefe olarak alıp, geliştirebilir, yorumlayabiliriz. Fakat işte İslâm budur demek, işi değiştirir. Gerçekten İslâm böyle mi diyor? Bir konuyu derinleştirmek başkadır, başkalaştırmak başka bir şeydir.
Yaratılmış olma, Allah’a ikinci, eş varlıklar olma anlamında değil, bilakis yaratıcının Mutlak Kudretini ifade eder. Bu varlıklar O’na dönerler ama var olmuşlardır ki O’na dönerler. Tevhidi doğru anlamalıdır. Yaratıcı, Mutlak Kuvvet ve Kudret sahibi olan Allah’ın Tekliği, eşsizliği, ortağının olmayışıdır. Tevhid budur. Yaratılanların var oluş hakikati; insan gerçeğini kucaklamıyorsa, kuşatmıyorsa, insana, topluma ve dine yer olmayacaktır. Doğru ve yanlışa, iyi ve kötüye, Hak ve Bâtıla, adalete yer olmayacaktır. Bunlar kandırmaca, oyalama veya zandan ibaret kalacaktır. Her şey bir illüzyon olup çıkar. Halbuki insan yaratılır, yaşatılır, üretilir, ölür, diriltilir, kim olursa olsun sorguya çekilir. Sorumluluklarının muhasebesi yapılır. Kur’an ne diyor: “Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorgulayacağız” (A‘raf-6). Sûfi anlayışı ile biz ne diyeceğiz? “Ben Senim, Sen de bensin, öyleyse sorgudan muafız” mı diyeceğiz? Vecd ve istiğrak durumuna geçmiş, manevi manada da olsa, sarhoşluğu buna eklemiş biri için, böyle olması, böyle denmesi gerekir. Sorumluluk kalkmıştır. Eğer bu sadece “seçkinler” içinse, o zaman iki tip insandan bahsedeceğiz demektir. O’na ulaşmış seçkinler, diğeri ayak takımı.
Biz “hal” i ret ve inkâr etmiyoruz. Hal felsefesi ile bunu manevî sarhoşlukla da birleştirerek İslâm’ın bir tavrı gibi göstermeyi reddediyoruz.
Vahdet-i Vücûd’ da Allah’ın sıfatları (O’na ait özellikler) adeta atıl kalıyor. Rahman ve Rahim; kime merhamet, kendi kendine mi? Esirgeyen ve bağışlayan; Kimi?
Yok iken yaratma, başlatma, inşa etme, öldürme, diriltme, bunların yerine, açılma, açılıp kapanma, açığa çıkma (zuhur), yansıma (tecelli) kavramlarını tercih etmişlerdir. Biz onların vurgu yaptıkları kavramları ortadan kaldıracak değiliz ama bunları yorumlarken bir hayli çıkmaz yol olmuştur. Verdikleri misaller isabetsizdir. Meselâ, aynada yansımadan söz edeceksek, ayna nedir? Onun da yaratılmış olması gerekir. Ayna, Zatın kendinin bir durumu ise, yansıma kime karşı? Kim seyrediyor? Zat kendi kendini mi seyrediyor? Büyük filozof Plotin, ki sûfilerin entellektüellerinin istifade ettiği biridir, temaşadan bahseder. Fakat ondaki temaşa, Allah’tan gayrılarının, kendi yarattığı gayrıların O’nu temaşasıdır. Plotin’ e göre, hareket, temaşanın azalmasıdır. Temaşa azaldıkça madde ve hareket başlar. Bergson’ a göre de madde hayatın azalmışlığıdır. Kaynaktan “hayat fışkırması” azaldıkça madde, alem ve hareket başlar. Bunlar felsefedir; anlarız, anlamayız, benimseriz, benimsemeyiz o kadar. Hiçbirini Kur’an ilke ve hedefleri yerine koyamayız. Kur’an’ı anlamada bize yardımcı olsalar bile, bunlar birer insan düşüncesidir, vahiy değildir.
Sûfi, “Allah’tan başka ilah yoktur” un (lâ ilahe illallah) üstüne “lâ mevcude illallah’ı” (Allah’tan başka mevcut yoktur) koymuştur. İslâm’ın hiçbir yerinde böyle bir ifade yoktur. Bunu söylemeyi İslâm bilmiyor muydu? M. İbn Arabî şöyle der: “Bilirsen eğer, ben O’ndan başkası değilim.” (Fütûhat-ı Mekkiye, VII, 250). Mevlana farklı şey söylemez: “Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücûdumda Sen’den başka bir varlık yok” (Mesnevî, V, 2022). Oysa Kur’an der ki: “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” (Kaf-16). Yakınlık, aynîlik (özdeşlik) değildir. Yarattığı için bizi en iyi bilen anlamında yakınlıktır. Aynı (özdeş) olsa yakınlık kavramını neden kullansın? Aynı olan, kimi öldürecek, kimi diriltecek, kimi sorgulayacak, kimi sorumlu tutacak, kime karşılık verecek? Allah kendi kendine bir tiyatro oyunu mu oynuyor? Gölgelerini mi kandırıyor? Yoksa dedikodu mu yapıyor? Sûfi bunu da söylemiştir! Din dedikodudan ibarettir, demiştir.
Komşu, arkadaş yolcular, hepsi O,
Fakir kisvesinde Sultan tamam O,
Celvet farkında, halvet ceminde O,
Vallahi hepsi o, billahi hepsi O.
Bunu İbn Arabî’den nakleden İmam Rabbanî, reddeder. Fakat o da arı duru bir şey söyleyemez. Ayrıntıları geçersek, iki ekol görüyoruz: Abdülkadir Geylanî ile Muhyiddin İbn Arabî. Aralarındaki fark şudur: Geylanî’ de: Sen seni kaybettiğin an O’sun. Arabî’de: Sen seni kaybetsen de kaybetmesen de O’sun. Birinde O’na dönüş yolunda kendini yok ederek (fenafillah) O oluyorsun. O’na ulaştıran vecd ve sarhoşluktur. Diğerinde sen zaten O’sun, yani sen yoksun O var.
Dalga ve köpük benzetmeleri yaparlar. Dalga, denizin, yani suyun kendisidir. Onun hareketleridir. Hep ona dönüp durur. O halde denizden, yani Allah’tan başka bir şey yoktur. Köpük benzetmesi Kur’an’da olumsuz manada Hak ve Batıl ilişkisi örneği için kullanılmıştır. “Allah gökten bir su indirdi ve vâdiler, kendi ölçülerince sel oldu, ardından sel, üste çıkan köpüğü taşır hale geldi. Bir süs eşyası veya alet yapmak isteğiyle ateşte körükledikleri şeylerde de benzeri bir köpük vardır. Allah hakla bâtılı işte böyle örneklendiriyor. Köpük atılır gider, insanlara yararlı olansa toprakta kalır. Allah işte bu şekilde örnekler verir” (Ra‘d-17).
Yok iken var etme, başlatma, inşa etme (enşee), bir şeyden bir şeyi yaratma, öldürme, diriltme tabirlerini kullanan İslam’a göre bunlar Allah’ın emridir (işidir); yansıması, Kendisinin (Zatının) açılışı kapanışı, zuhuru açığa çıkması değildir. Sûfi ise şöyle diyor: “Hak Kendi Zatını, Kendi Zatı ile, Kendi Zatından, Kendi Zatına gönderdi.” Gönderen, gönderilen, kendisine gönderilen hep aynıdır, farklılıkları yoktur. Kendisi kendisine kendisi için açılmış, kapanmıştır. Kulağımıza, gönlümüze güzel geliyor bu sözler. Ama İslâm bunu söylüyor, bunu öğretiyor mu? Bunlar güzel bir edebiyat olabilir, hatta bunu şiirleştirebilir, musıkileştirebilirsiniz. Ama İslâm’ın Hakikati bu mudur? Geçici de olsa O’nun yaptığı “şeyler”, O’nun Zati Varlığına zarar verir mi? O’nun Zatını perdeler mi? Biz de her şey gibi O’nun Zatının içinde, bizatihi O isek; din nedir, kimin içindir? Adalet, akıbet, sorgu-sual, karşılık kimin içindir? Zat kendi kendini mi sorguluyor? Sonuçta şunu da düşünmek zorunda kalıyoruz. Cebrail-Vahiy-Elçi üçü de birdir aralarında fark yoktur, aynı şeydirler. Bunları biz farklıymış gibi algılıyoruz. Öyle midir?
Sûfiye göre, peygamberlerin vücudu, Allah’ ın vücudu olduğundan başka, haber getiren demek olan nebi (nebee’den) ve enbiya (çoğulu) harflerinin vücudu da, Hak Teala’ nın vücududur. Haktan başkası değildirler. Haktan başkası için vücûd olmadı. Böyle diyorlar. Başka yerde İnsan-ı Kâmili, yani veliyi, Allah’ ın vücudu dedikleri peygamberden öne geçirdikleri çelişkisini de göz önünde tutmalıyız.
Zâhir ve Bâtın (Dış ve İç, kabuk ve öz) üzerinde durulur. Normaldir. Kur’an da zâhir ve bâtından söz eder. Allah zâhirdir ve bâtındır. Fakat sûfi bunu kendi mecrasında bırakmamış, ileri götürmüş; dışı beden, taş, kabuk, deri, mevki, fışkı diye hor görmüştür. Madem Allah, aynı zamanda zâhirdir (zuhur eden, açığa çıkandır) görünen, artık bizce bilinen Allah’ı fışkı diye hor görmek olur mu? Yine diyecekler ki, siz bunu anlamıyorsunuz. Ruhunuz ham. Şöyle denir: “İçi görmek, bütün bedeni hor görmek içe aşık olmaktır (Mesnevî, V, 1943-1950). Zâhir denilen ve hor görülen bu dış, Allah’ın zuhuru değil de yahut Allah’tan gelmedi de başka bir yaratıcıdan mı geldi? Yoksa bu dış, gerçekte yok da, biz mi onu var gibi görüyoruz? İllüzyon mu? O zaman da olmayan şeye neden kızıyor, gerçekte olmayan şeyi neden hor görüyorsunuz?”
Bâtın (iç) bizim için Gayb’ın esintileridir. Onu ancak Allah bilir. Fakat sûfi de bunu bildiği iddiasındadır. Peygamberlerin ve Hz. Peygamberin bilmediğini, sûfi biliyor. Oysa gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilmez deniyor (Bkz. En‘am-50; A‘raf-199). Hz. Musa ve yanındaki kul kıssasında da anlatılan, gaybı ancak Allah’ın bildiğidir. Sûfi bu konuyu da istismar etmiş; Musa’nın, yani peygamberin yanındakinin veli olduğu şeklinde yorumlamış; velâyeti (veliliği), kerameti buraya dayandırmak istemiş; bunu tasavvufun temel felsefesi yerine oturtmuştur. Hz. Musa’nın yanındaki, Kur’an deyişiyle bir kuldur ki Allah ona Musa peygamberin bilmediği, bilemeyeceği şeyleri bildirmiş, peygamber sınava tabi tutulmuştur. O andaki bir iştir. Şimdi bu kulun yerine tutup en yüksek makam dedikleri İnsan-ı Kâmili mi koyalım? Böyle kabul edersek, İnsan-ı Kâmili peygamberden öne geçirmiş olmaz mıyız? İnsan-ı Kâmil, diğer tipleriyle; ârif, gavs, kutup, kutupların kutbu (hepsini veli kavramında toplayabiliriz) bu gizli işleri bilir. Çünkü bunlar âşıktırlar. İman-güven-sevgi-teslimiyet aşılmış, aşk olmuş, aşk aşılmış sarhoşluk olmuş, sarhoşluk ilerletilmiş, ancak kendisinin bildiği gaybı bilene yükselinmiş ve fenâfillah ile yok olarak Allah haline gelinmiştir.
Sûfiye göre ikilik denen şey ortadan kalkmalıdır. Allah’ın ortağı yoktur, bu tamam da; yaratılmışlar iki de olur, çok da olur, bu aynı şey değildir ki. Tevhid, çokları Teke, ikiyi Bire indirmek değil, Allah’ın Tek olduğuna inanmak, O’na teslim olmaktır. Allah her şeyi çift yarattığını söylüyor: Erkek-Dişi, Artı-Eksi, Büyük-Küçük, Işık-Karanlık, Doğru-Yanlış, İyi-Kötü, Uzun-Kısa, Hak-Bâtıl. Bunların bir kısmı zaten izafidir. Zıtların ortadan kalkması, tevhidi doğurmaz; oluş, varoluş, hareket diyalektiğini doğuran bu zıtlar zaten Teke bağlıdırlar. Sûfi ikilik ortadan ‘kalkmalıdır’ ın içine Allah’ı ve Peygamberini de sokmuştur. Tevhid kendi ekseninden saptırılmış, sûfi düşünceye indirgenmiştir. Şuna bakınız: “Cenab-ı Hak gözle görülmediği için peygamberler O’nun naibleridir. Hayır yanlış söyledim, naib ile menûb (vekil ile asil), bunları iki zannedersen hoş olmaz. Hayır sen şekilperest kaldıkça vekil ile asil ikidir. Şekilden kurtulan kimse için ise bir olmuştur. Zâhiren bakarsan senin gözün ikidir. Fakat sen onlardaki bakış nûruna bak ki birdir.” (Mesnevî, I, 408, 670, 673). Tevhid öyle bir alana çekilir ki, imanla küfür de bir olur. Şöyle denir: “İslâm’ ın güzelliği ile küfrün çirkinliğinde imtiyaz yoktur. Birbirlerine üstünlükleri olamaz. İkisi de güzeldir. İkisi de Allah’ın birer isminin (Mü’min ve Mudill) mazharıdırlar.” (Mesnevî, I, 408, 673). Peki İslâm’ın bahsettiği Hak ve Bâtıl nedir? Her şey Allah’tandır ama bize bunları seçme, sıraya koyma, ilişki ve hikmetlerini anlama imkânı ve sorumluluğu verilmiştir. Sapma, şiirleştirilerek devam eder:
Küfrettim Allah’ın dinine ki küfür vaciptir bence,
Amma Müslümanların katında çirkindir (İ. Arabî).
Şathiyatta cümleler devam eder:
– Enel-Hak (Ben Hakkım, Allah’ım)
– Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur.
– Sübhanım. Şânım ne kadar büyük.
Sûfinin ve avukatlarının savunma ve sığınma dayanakları malûmdur ve aynıdır. Ham ervah bunları anlamaz. Ehli anlar. Biz de diyoruz ki, anlaşılmayan şey din olmaz. Din herkese açıktır ve anlaşılır. Din, sırlar düzeni değildir. Elbette onun bir derinliği vardır, ama o sübjektif olan hal” ile değil, akıl ve ilim ile kazanılır. Anlaşılmayanlar ûlu’l-elbaba (akıl ve ilim sahiplerine) sorulur, öğrenilir. Kur’an’a göre ûlu’l-elbab, akıl ve ilim sahipleridir; sûfiye göre “hal” sahipleridir (Bkz. Âl-i İmran-7). Hal sahipleri şibihli (benzetmeli), mecazlı ayetleri, aşırı bir te’vile tâbi tutup, fitneye sebep olabilirler diye hiç hesap edilmemiştir (Bkz. Âl-i İmran-7).
Din sübjektif bir felsefe alanı değil, bir müessesedir ve toplum-insan içindir, dolayısıyla anlaşılmalıdır. Zaten Kur’an kendine “öğüt” diyor. Anlaşılmayan şey öğüt olur mu? “Anlayıp, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” (Nahl-90) deniyor.
Sûfi, “olmazsa olmaz” olan “Allah rızası” kavramını da kaosa sürüklemiştir. İnkarcı ya da mümin, hepsinden razı olunmuştur (Fütûhat-ı Mekkiye, I, 341). Allah rızası kavramı, bir çırpıda ortadan kaldırılmıştır. Çünkü sûfide; kâfir veya mümin, suçlu veya suçsuz, günahsız veya günahkâr, hepsinden zaten râzıdır. Müminsen seni aramada, kâfirsen seni çağırmada. Bu yana yürü doğru bir er kesil, o yana yürü kâfir ol. İkisi de bir O’nca (Divan-ı Kebîr, I, 1545-1560).
Sûfide meseleleri kolaylaştıran, vecd, aşk, manevî sarhoşluk, kendinden geçmedir. Fakat bu konu da problemlere gömülüdür. Hali inkâr etmiyoruz; halin istismarına, hali illa Hak ve Hakikate bağlamaya karşıyız, demiştik. İslâm, Hakikate ulaşmak için aklı, bilgiyi, delilleri araya koyar. Vahiyle de bunu destekler. Sûfideki Hakikat yolculuğu süreci ise şöyledir: İlimden irfana, oradan zühde, zühdden aşk ve vecde, manevi sarhoşluğa, buradan doğruca Allah’a. Sarhoşluk vuslatı sağlar. Vecd nedir? Sûfiye göre kendinden fani olmaktır. Kalbe ansızın gelen, kişiyi kendinden geçiren ve yanında bulunanlardan ve her şeyden habersiz hale getiren hallerdir. Vecd vahiy benzeri bir haldir” (Fütûhat-ı Mekkiye, IX, 351). Bu vecd, sarhoşlukla gelişir. Kur’an’da belirtilir ki, “Allah sarhoşu huzuruna kabul etmiyor. Namaz Allah’ın huzuru olduğuna göre, ne söylediğini bilinceye kadar sarhoşken namaza yaklaşmayın” diyor (Nisan-43). Ne söylediğini bil, öyle gel, diyor. Ölçüt, ne söylediğini bilmektir. Bilinci yerinde, aklı işler halde olmak. Bu durum ister alkol, eroin vb. gibi maddi bir şeyle olsun; ister aşk, tutku, bağlanma şeklinde kendinden geçme olarak olsun, fark etmez. Sarhoşluk, sarhoşluktur. Ne düşündüğünü, ne söylediğini, kiminle muhatap olduğunu bilmek gerekir. Mecazları abartarak buraya sığınmak, ciddiyeti bozar. Aşkı, vecdi, sarhoşluğu, akıldan da ilimden de üstün tuttuk mu; dinin de, Allah Kelâmının da, peygamberin de ciddiyeti ortadan kalkar. Mesele şizofrenik bir hale gelebilir. Aşk sarhoşluğu Mevlâna’da bir örneğe, Allah yerine konan bir sembole yönelmiştir. Tebrizli Şems ile Allah mecazen birbirinin yerine konarak aşk sarhoşluğu ile bir duygu ve düşünce yaşanmıştır. Yedi ciltlik Divân-ı Kebir bu aşk sarhoşluğuna aittir.
Kader anlayışına gelelim. Burada da büyük sıkıntı vardır. Mevlâna, yer yer doğru düzgün bir kader anlayışından söz eder. Cebriyeciliği tenkit eder. Fakat bu uzun sürmez, cebriyeciliğin en koyusuna kapılır. Mevlâna’ dan başkaları da. Yeri gelmişken tekrar belirtelim ki sûfilerin her söylediği, yanlış, isabetsiz ve haddi aşar durumda değildir. Birçoğu İslâm’ ın ilke ve hedeflerine uygundur, onlarla çatışmaz. Fakat hepsi öyle midir? Hayır. Biz de bunlar üzerinde duruyoruz. İlke ve hedeflere uymayanları ve sınırı aşanları kurcalıyoruz. Çelişki ve tenakuzlar, doğru ve yanlışın harmanlanması, sûfilerin de kaderi olmuştur. Tasavvuf savunucuları bu çelişkilerin farkındadır ve vaziyeti kurtarmak için bir yorum denemesi yaparlar. Derler ki; çelişkileri görmek, makamlara göre olanı görmemekten ve bilmemekten gelir. Bir kuş ile bir araba ters istikamette giderlerse çarpışmazlar. Biri aşağı makamdadır, diğeri yukarı. Mertebeler aşıldıkça çelişkiler kalkar. Sûfideki çelişkilere bakınca, bunların makamla izah edilemeyeceğini anlarız. Aynı makamda, aynı kişinin çelişkilerini nasıl izah edeceğiz? Aynı kişi, hızla makam mı değiştiriyor?
Kader konusuna devam edelim. Cebriyeyi tenkit eden Mevlâna’ya göre; insan ve onun hareketleri, bayrak üzerine çizilmiş arslan resmine benzer. Rüzgârın etkisiyle dalgalanan bayraktaki arslan resmi gibidir. “Biz yoklarız, yokluklarız… Hepimiz arslanlarız, ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlar. Onların saldırışları esen yeldendir.” “Güzel ve çirkin iki resim de O’nun ustalığının eseridir.” (Mevnevî, II, 2539-2545). Hareket var ama bu, rüzgârın etkisiyle hareket eden resimden ibarettir. İnsan bir resimdir. Resmin yerine kukla da koyabilir, robot da diyebilirsiniz. Peki sorumluluk yok mudur? Resim, robot, kukla sorumlu tutulabilir mi? Cezalandırılabilir veya mükâfat verilebilir mi? Yoksa bu iş oyuncunun bir “aldatmacası”, bir oyalama veya bir hayal yaratma mıdır? Gerçekte sorumluluk ve karşılık diye bir şey yok mudur? Resimleri yapanın, karagöz oyununu oynatanın yarattığı bir illüzyon mudur? Kukla oynatan veya ressam, kuklaların veya resimlerin bazısını kırıyor veya yırtıyor mu? Allah kendisi için “zalim değildir” diyor. İnsanın gözetlenmesinden, denetlenmesinden bahsediyor. Yaptıklarımızı kayda geçiren meleklerden söz ediyor. Ahirette herkesin yaptıklarının kaydedildiği bir kitabı önümüze koyacağını söylüyor. İnsan iradesinden, onu uyarmaktan dem vuruyor. Kelamının, tutalım diye bir öğüt olduğunu söylüyor. İrademize yer verdiğini belirtmek için Kur’an’da geçen “belki”, “umulur ki”, “eğer”, “keşki” kavramlarının anlamı nedir? Şart koşuluyor. Şöyle olsaydı böyle olacaktı, deniyor. İhtilaflardan bahsediyor: “İnat ve ısrara sahip olanlar” deniyor. Gafletten, unutmaktan söz ediliyor. Yan çizmeyi, kaçınmayı dile getiriyor. Bunlar hep insan ve fiilleri için kullanılmıştır. İnsanın iradesinin işin içinde olduğunu belirtmek içindir bunlar. Sözü edilen pişmanlık, tövbe, dua nedir? İnsan bunlara başvurmuyor mu, başvurmayacak mı? “Kur’an bir öğüttür” deniyor. Öğüt kime yapılır, niçin yapılır? Resme, kuklaya, robota öğüt yapılır mı? Hayale, yansıyana, gölgeye öğüt yapılır mı? Gerçekte olmayan, varmış gibi görünene öğüt yapılır mı? Söylenenlerin hepsi sadece laftan mı ibarettir? Allah’ın iradesi ile insan iradesi arasında, sûfi doğru bir ilişki kuramamıştır. Bu durum elbette sadece tasavvufa ait bir yanlışlık değildir. Kader ve kazanın doğru anlaşılması, doğru algılanması, oldukça zordur ama bu İslâm’ın değil, Müslümanın ve İslâm dünyasının bir belâsıdır. Sûfi de bundan kurtulamadığı gibi, daha da koyulaştırmıştır. Ölüyü terbiye eder hale gelen bir şeyh tipi yaratmıştır. Şeyhin karşısında ölü gibi itaatkar, ona tabi bir insan nasıl terbiye edilebilir, ona hakikat nasıl anlatılabilir? Ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmanın Şeyh ve mürit tipi budur. İtaatin istismar edildiği son nokta. Ölünün kötü düşünce ve davranışları olabilir mi, düzeltilebilir mi? Kur’an’da Allah Resûlune şöyle denmiştir: “Bil ki sen ölülere işittiremezsin …” (Neml-80). Bu din; Allah’ın peygamberini bile bazen azarladığı bir dindir. Bu din; insanın ancak sa’yi (işi, emeği, yaptığı) vardır, diyen bir dindir. Bu din; salih amelden, bu ameli Allah’a ve ahiret gününe imanla birlikte kullanan bir dindir. İnkârdan, zalimlikten bahseden bir dindir. Adaleti başa alan bir dindir. Her şey Allah’ın takdiriyle, yani koyduğu kanunlarla, ölçülerle, miktarlarla olur, düzenlenir; her şey O’nun kudretiyle oluşur. Ama insanın kendine düşeni yapacak kabiliyette, sorumluluk yüklenecek durumda, seçecek, değişecek, değiştirecek, vazgeçecek, ümit edecek, korkacak, pişman olacak, isteyecek özelliklerde yaratılmış olması, Allah’ın kudretine giremez mi? Allah bunları yapacak birini var edecek güçte değil midir ki insana resim veya kukla muamelesi yapalım. Sonunda kendisine sorumluluk yüklenecek inanç ve işleri yapmak, insanın hür olduğunu gösterir. Kısacası Allah zalim değildir, insan da kukla değildir.
Sûfi ne diyor? “Alemde senin dışında olan bir şey yoktur. Her istediğini kendinden iste, çünkü her şey sensin.” (Fihî-Mâ-Fih [Meliha Ülken çevirisi], 121).
Dünyanın, toplumun, halkın değeri, sûfide başlı başına problemdir. Önce nefs ile dünyayı birlikte mütalaa etmiş, birinde gördüğü kötülüğü diğerinde de görmüş, değerlendirmeyi buna göre yapmıştır. Sûfiye göre nefs devamlı yiyip içen öküze benzer (Bkz. Divan-ı Kebir, VI, 90). Kur’anda ise nefs üç merhaleli addedilir. Nefsi emmâre, nefsi levvâme, nefsi mutmainne. Biri aşağı nefs (psikolojide id: Alt-Ben) sonra levvâme; kendi kendini kınayan nefs (psikolojide ben-ego), daha sonra mutmainne; tatmin olmuş, mutlu nefis (psikolojide süperego). Son merhale için, o Allah’tan, Allah da ondan razı der. Demek ki Kur’anda ve hadislerde nefsi yok etmekten bahsedilmez. Hatta nefsin, kişinin üzerinde hakkı olduğu bildirilir (Buhari, Savm). Nefsi de yaratan Allah’tır ve şöyle denir: “Nefse ve onu düzenleyene and olsun ki…” (Şems-7). “Yine hayır! Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyame-2). “İnsanların ufuklarda ve kendi nefislerinde (dışında ve içinde) ayetlerimizi (delillerimizi) göstereceğiz ki onun (Kur’anın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinizin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet-53). “Ey mutmain olmuş nefs! Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut olarak Rabbine dön” (Fecr, 27, 28). Sûfi bunlara hiç bakmaz ve der ki: “Nûr, ruhun özeti demektir. Zulmet de (karanlık) nefistir.” (İ. Rabbanî, Mektubat, 22/75). Sûfinin toptan kötülediği nefs terbiye edilebilir mi edilemez mi? Allah edilir diyor. Akıl, ilim, tecrübe edilir diyor. Sûfi edilemez diyor. “Nefsin ıslahı noksan sayılır. Mevla yola getirse bile. Vuslat için nefsin ölümü gerekir.” (Fütûhu’l-Gayb, 41). Hem kendi kendini kınama gibi insanın yetki ve iradesi elinden alınmış, hem onu terbiye etmemizi isteyen Allah’ın irade ve işi hiçe sayılmıştır. Bir bakıma biyolojik ve psikolojik varlığımız ve kimliğimiz olan nefs, sûfiye göre yok edilmelidir ki, Allah’ta yok olmak (fenâfillah) gerçekleşebilsin. Vahdet-i Vücûd felsefesine uygundur ama İslâm gerçeğine uygun değildir. Nefse eşdeğer olan bu dünya da kötüdür, ona bağlılık yok edilmelidir. “Dünya hakikatte öldürücü bir zehirdir, boş bir matahtır. Dünyaya yönelen hüsrana uğrar. Dünyanın hükmü, altın kaplı necasettir.” (İ. Rabbanî, Mektubat, Mektup, 152). Nefsin yeri dünya olduğuna göre, dünya pistir, leştir. Şöyle denir: “Dünyaya ihanet ediniz.” Oysa Kur’an şöyle der: “Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında, içinizden iki adil kişi aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başına ölüm musibeti gelince, sizden olmayan başka iki kişi şahit olsun…” (Maide-106). İki şahidin yemin etmesi de istenir. Nedendir bunlar? Dünya menfaatleri, geride kalanlara aktarılacaktır. Hele yetimler kalmışsa, bu dünyada yaşayacaklardır. Burada önemli olan, Kur’an’ ın çeşitli uyarıları karşısında; dünyanın kötü, pis, değersiz olduğunu nasıl söyleyebileceğimizdir. Şöyle denseydi yetmez miydi ve İslâmi olmaz mıydı? Dünyaya taparcasına ona bağlanmamalı, yaşama gerekleri yeterince yerine getirilmekle beraber ahiret tercih edilmelidir. Gel gör ki sûfi ahireti de reddetmemizi ister. “Dünyayı ve ahireti terk et” (Fütûhu’l-Gayb, 113). Allah’ta yok olmak için, O’ndan başka bir şey olmadığını anlatmak için Allah’ın yarattığı her şey küçümsenmiş, hatta yok farz edilmiştir. Sûfiye göre gaye Allah’ı bulmak ise, O’nun yol üzerine serpiştirdiklerini kötü kabul etmek niye? Bu dünya nimetleri için bile O’nu hamd etmez (övmez) miyiz? O’na şükretmez (teşekkür etmez) miyiz? Dünyayı kabul etmemek veya hor görmek, reddetmek, teşekkür yerine nankörlüğü koymak olmaz mı? Halbuki yine kendileri “nimeti az görmek, iyiliği kabul etmemek, sahibine hakarettir.” (Fütûhu’l-Gayb, 113) demiyorlar mı? Bu kanaatlerinde neden istikrar yok. Çelişkiler, makam farklarından oluyordu ya… Makamdan makama inip inip çıkıyorlar demek ki. Kur’an der ki. “Kim dünya sevabını/mükâfatını isterse, bilsin ki dünyanın da, ahiretin de sevabı/mükâfatı Allah katındadır” (Nisa-134). Ama sûfide nefs dünya demektir ve ikisi de kötüdür. Nefsi ve dünyayı anlatmak için sûfi, erkek-kadın-eşek hikâyesi anlatır. Nefis kadını temsil etmektedir. Hikâyede kadın-nefs-eşek birleşir, bütünleşir. “… eşeği kendi keyfine bırakma. Çünkü onun aşkı, çayırlığa çimenliğedir… Yolu bilmiyorsan, eşek neyi istiyorsa onun aksini yap… Ey yolcu, yolcuyla danış, kadınla değil. Çünkü kadının reyi seni topal eder.” “Kadınlarla danışın, sonra da ne dedilerse aksini yapın. Onlara asi olmayanlar helak oldu. Nefisle dostluğun seni Allah yolundan azdırır.” “Nefsini kadın bil, hatta kadından da beter.” “Bil ki aklı ve ruhu zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir.” (Bkz. Mesnevî, I, 2628-2634, 2969; Mesnevî, II, 2266-2673; Mesnevî, VI, 432). Bunları söyleyen Mevlâna, makamları çok hızla değiştirdiği için çelişki içinde şunları söylemiştir: “Kadın Allah ışığıdır, sevgili değil; kadın sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.” (Mesnevî, I, 2446). Sûfi avukatlarının dediği gibi, herhalde bizim anlayamadığımız bir şey var.
Kadınların ve nefsinin dediğinin aksini yapın diye peygamberler ve Hz. Peygamberimizin bir sözü yoktur. Tersine örnekler vardır.
Sûfi nefs ve dünya pisliğine devam eder. “Bir hak yolcusu için evlenmek haramdır. Hak yolcusu bir seyyahtır; bugün burada, yarın başka yerde. Maksadına vardığı zaman, yolculuğu bitmiş olur.” (Fethurrabbâni, 121, 124). Hz. peygamber, hak yolcusu değil miydi? Evlendi. Sûfiye göre ayak takımı evlensin, çünkü insanoğlu üreyip devam edecek. Hak yolcuları da bu ayak takımından üreyenler arasından çıkacak…
Veli ve peygamber meselesine, daha doğrusu yarışına gelelim. Sûfi “Allahın veli kulları” kavramını istismar ederek, aslından koparıp başkalaştırdığı bir veli tipi koymuştur. Veli teriminde toplayacağımız bu tipin çeşitli adları vardır. Pîr, ârif, eren, gavs, kutup, kutupların kutbu, insan-ı kâmil. Bunlar arasındaki farklar üzerinde durmak gereksizdir. İstismar ve sapma için bol örnek vardır.
Sınır ötesine geçilmeye devam edilir ve şöyle denir: “Nebilik ve Resullük (peygamberlik ve elçilik) belirli şartlarda sınırlı bir görevdir. Velilik (velâyet) Allah’ın el-Velî ismine dayanır. Risalet ise vahiyi ve ilahi haberi ulaştırmayla sınırlı bir görevdir. Onun için Allah’ın herhangi bir ismine dayanmaz” (Fütûhat-ı Mekkiye, son notlar, 47). Denmek istenen, yer yer açıkça denen, şudur: Nebi ve Resul, sadece vahiy alır ve bize haber verir. Onlar habercidir. Posta memuru gibi. Gerçek şu ki, vahiy gayb aleminden bir parçadır, sızdırılan bir kısımdır. Bütün değildir. Onun için peygamberler bunun dışında gaybı bilmez. Oysa veli gaybı bilir. Sûfiye göre peygamber ve hatta Kur’an, aklı ve delili öne çıkarmıştır. Oysa “Zatın Hakikati akıl yoluyla değil keşif yoluyla olur.” (Fûsûsu’l-Hikem, 133, 134). “Arif bir şeyi delilin dışında bilendir.” (Fihî-Mâ-Fih, 46). Peygamber, bu duruma göre, keşifle, Zatı Hakikate ulaşmamış; kendisine bildirilen kadar bilir ve nakleder. Onun için de Kur’an’da, de ki: “Ben gaybı bilmem” dedirtilmiştir.
İslâm
Tasavvuf
Vardır. Bunları başta söyledik. Ama bir sınıra kadar. Sûfileri sevenler problemlerin farkında olmamış veya görmezlikten gelmişlerdir. Meselâ denir ki; Mevlâna eserlerindeki ilhamı Kur’an’dan almıştır. Doğrudur. Ama Kur’an’ın tamamından değil. Uymayan yerleri görmezlikten gelemeyiz. İkincisi, Eflatun’u, Plotin’i, Hind’in Beydeba’sını, Hint Mistisizmini vb. ilhamın dışında tutamayız. Haydi bunları örneklendirmek için kullandı diyelim. Fakat sonunda İslâm-Kur’an’ı adeta yetersiz buluştan mıdır, yoksa başka sebeplerden midir, Kur’an’la yer yer çatışmıştır. Bu farklı görüş ve yorumların ilhamını, Mevlâna nereden almıştır? Hal ve keşif felsefesini bir an için bırakalım, bizler onun ilhamını aldığı Kur’an’ı mı tam bilmiyoruz ki problemler üretiyoruz? Biz de sûfilerden ilham alarak, öylesine geniş bir hoşgörüde, öylesine bir hikmet deryası içinde bulunabiliriz ki problem diye gördüklerimiz, hikmet olarak görülür yahut problem gördüklerimiz, bizim kuruntularımız olur. Böyle mi düşünelim? Mademki sûfi Kur’an’dan ilhamını almış, biz artık Kur’an’dan değil de sûfiden ilhamımızı alarak, yorumlarımızı yapmalıyız. Böyle midir? Peki bugünkü sınırsız yetkili şeyh tipini ve öğretisini nereye bağlayacağız? Sadece İslâm’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını mı söylemeliyiz? Yoksa bu tipler de mi, Kur’an’ ın ve İslâm’ ın yetersizliğini fark ettiler ve onu tamamlamaya çalışıyorlar? Bu kadar pervasızlıklar nedir?
Mevlâna aşıklarına şu soruyu sormuş, tatminkâr, bir cevap alamamışımdır. Mevlâna’yı seven ve onu öven bir kısım Avrupalı aydın, neden Hz. Peygamberi ve İslâm’ ı sevmez, hatta aynı aydınlar İslâm’a ve özellikle peygamberine karşı çıkarlar? İftiraları da esirgemezler. Neden? Mevlâna’yı anlıyorlar da İslâm’ ı mı anlamıyorlar? Yoksa İslâm’ ın eksiklerini Mevlâna’nın tamamladığına mı, İslâm’ ın kabalık ve hamlığını Mevlâna’nın giderdiğine mi inanıyorlar? Yahut da Mevlâna felsefesini, İslâm’ dan ayrı bir felsefe, hatta din gibi mi görüyorlar?
İslâm’ ın ilke ve hedefleri, gerçek bilgileri, İslâm ruhu, derinleşme ve öze yaklaşma istismar edilerek, vecd ve sarhoşluğa, ilahi aşk edebiyatına, Allahlaşma arzusuna, hatta bazen iddiasına, feda edilmiştir. Peki küfür ve şirk de işin içinde yoksa, bu olumsuz tavra sebep olan bilgi veya duygu ne? İslâm’ la karşılaştırmada sınav sağlam sonuç vermese de, bilgisizliğe dair bir delilimiz yoktur. Sınırı aşmaya yol açan coşkuyu, ben en iyi niyetle, en samimi yorumlamayla, üç tavırla çerçevelemek istiyorum. “İman şaşkınlığı”, “iman şımarıklığı”, “iman sarhoşluğu.” Bu duygular sûfileri esir almıştır.
İslam milletleri içinde en akıllı, en samimi, daha bilgili ve tecrübeli görünen Türk Milleti de bu sûfi anaforuna kapılmıştır. Kurduğu devlet ve medeniyetler buna engel olamamıştır. Halkıyla, aydınıyla içine düştüğü bu girdabı, düze çıkarmaya çalışmış, kendini kaybetmeyen yüksek basamaklara çıkarmış, evirip çevirmiş, güzel farklılıklar yaratmıştır, ama… Ahmed Yesevîler, Hacı Bektaşı Veliler ve daha birçok benzerleri ve bunların öğrencileri alperenler, bu yolun karakterinde olan pasifliğin aksine, İslâm’ı ve ahlakını yaymışlardır. Olumlu pratik sûfi hareketlerle, yanlış bir kadere razı gelme anlayışına yenik düşmemişlerdir. Anadolu’ da, belâlara sabır anlayışıyla geçici pasif bekleyişler, Türk Milletinin azim ve iradesini karartamamıştır. Aksi halde, ne Moğol istilasının def‘ini, ne İstanbul’un fethini, ne Çanakkale ve Kurtuluş zaferlerini izah edemeyiz. Anadolu, her şeye rağmen Orta Asya’ daki dinamizmin izlerini taşımıştır. Tarihi ve Anadolu tarihini, sûfinin çizip seyrettiği resim haline getirmemiştir bu millet.
Ancak Türk Milletinin tarzı, kendini yer yer kurtarmakla beraber, genel rotayı değiştirmeye gücü yetmedi. Bugün hepimizin bildiği “merdiven altı tekkeler ve şeyh saltanatları” haline düştü. “Türk yorumu İslâm” denilen Alevî çizgisi de yer yer bu rotaya mağlup oldu. “Gönül kalk gidelim sılaya doğru” ve benzeri güzel deyişlerle Allah’a doğru gidiş yolu, kalp-gönül istikameti, aşırılıklarla zedelendi. Bakalım:
Ayna tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Baktım kendi özüme
Ali göründü gözüme
İsâ-yı Ruhullah odur
Müminlere penah odur
İki alemde şah odur
Ali tayyib, Ali tâhir
Ali bâtın, Ali zâhir
Ali evvel, Ali âhir
Ali candır, Ali cânân
Ali dindir, Ali iman
Ali Rahim, Ali Rahman
Bir ismi Ali’dir, bir ismi Allah
İnkârım yoktur hem vallah, hem billah.
Bunlar bütün Alevîleri kapsamamakla beraber, bu kültüre dahil olmuştur. Ali artık bir beşerî gerçek değil, mitolojik bir varlıktır. Daha açıkçası M. İbn Arabî’nin İnsan-ı Kâmil’inin daha ileri, başka örneğidir. Sonuçta Vahdet-i Vücûd felsefesinin bir paragrafıdır.
Akıl, düşünce ve ilimden kalbe-gönüle, oradan iman ve teslimiyete giden yolda, ne biri atlanabilir, ne tersine çevrilebilir. Böyle olmalıyken, olmadı. İçe dönmekle yaşanan haller; tövbe, şükür, hamd, sabır, tevekkül gibi ruhi ölçüler durumun kötüleşmesine engel olamadı. Hatırlamaya çalışalım, sûfi düşünce ve hareket ne zaman niçin başlamıştı? Devlete ait veya özel muktedirlerin, sırmalı ulemanın baskıları artmış; fıkhın kılı kırk yaran şekilperestlikleri ve imanı zorlaştırmaları, sevap-günah arasını çok fazla açmaları, Müslümanları bezdirmiş; ahlak adeta dinden koparılmış, insanlar, bu dinin içinde ama yeni sığınaklar aramışlardı. Bu ihtiyaç, düşünceye ve yorumlara aksetmiş olarak üretim başlamıştı. İman, güven, ahlak, şükür, hamd, sabır, ittika, doğru tevekkül, ihsan, dürüstlük, felaketlere tahammül, hile ve sahtekârlıklardan sıyrılmak, nefsi terbiye, kin ve nefreti yenme, sevgi, dünyaya tapmama gibi düşünceleri, terbiye tarzını ifade eden irfan sahiplerine ve irfan yuvalarına sığınma başlamıştı. Bu kişiler ve bu yuvalar çok az gerçekleşti, olanlar da zamanla bozularak geldi, sonunda gerçekleşen, gelişen şu oldu: Şeyhin ruhanî otoriterliğine mutlak boyun eğmek. Çünkü temel fikir ve kanaat sapmıştı. Hoca-talebe, usta-çırak ilişkisi yerine şeyh-mürit ilişkileri geçmişti. İlişkide bilgi, delil, akıl, inceleme, araştırma, tecrübe kalkmış; bunların yerine sırlara vakıf olma, manevî yetki kullanma, bu yetkiye mutlak itaat gelmiştir. Her şeyi şeyh bilir, dinî de şeyh bilir. Çünkü ona gizli yoldan bildirilir. İç derinliği ve ahlakça arınma ve zühd ilerletildiğinde ve bu ferdî hareket, bir başkasına teslim edildiğinde, İslâm’ın karşı çıktığı ruhbanlık veya benzer bir durum ortaya çıkar. Böyle oldu. Bu iş, kutsallığa dönüşen ruhbanlık gibi ferdi bir hareket olarak da kalmadı, kurumsallaştı ve bugüne geldi. Tekkeler, dergâhlar, cemaatler, bunların başları, şeyhler nedir? İyilerini kötülerinden ayırt etme imkânı kalmış mıdır? On üç yüzyıl önce başlayan diyalektik süreç şöyle mi oldu: Şekil arttıkça öz kaybolmuştu, dış zenginleştikçe iç görünmez olmuştu, dış içi yönetiyordu, sonra yavaş yavaş, iç dışı yönetmeye başladı. Yani diyalektikteki tezin antitezi tez haline geldi. Nihayet bugün iç, şekilden, menfaatten ibaret hale geldi.*
Türk Milleti bunları yaşamış ve aralardaki silkinişlere rağmen bunları yaşamaktadır. Eğer Türk milliyetçiliğinden söz edeceksek bunun yolu, birçok duraktan geçer de önemli olanlardan biri, tasavvufun iyi değerlendirilmesidir. Dünya pis, kötü ve buna dayalı zühd oldukça, milliyetçiliği oluşturamayız. Dünyaya değer vermeyişle, hatta onu yok saymakla, milli kimliği, milletin geleceğini sağlayamazsınız. Dünyayı değersizleştirmek, toplumu da değersizleştirmek, yok saymak demektir. “Bunlar aşağıdaki meselelerdir, yukarıyı, yani sûfinin çıktığını iddia ettiği en üst basamakları niye karıştırıyorsunuz” deme hakkına sahip değilsiniz. Hakikat Tektir.
* Daha geniş bilgi için bkz. Yümni Sezen, İslamın Sosyolojik Yorumu, İstanbul 2000, 2004, 2018; Kültür ve Din, İstanbul 2011, 2015; Kapitalizmin Zulmü, İstanbul 2017; Aldatılmamak için Anlamak, İstanbul 2019 ve diğer ilgili eserler.
* Tasavvuf ve İslâm konusunda daha fazla bilgi için bkz. Yümni Sezen, Aşk Sarhoşu Dervişlerin Dini: Tasavvuf, İstanbul 2019.