22.03.2023

Türk âlemi : Kavmiyetçilik

Türk aleminde görülen akımlardan biri olan kavmiyetçilik,sadece Türklere has bir akım değildir.Aynı akım diğer İslam alemi mesela Araplar,Farslar da aynı akıma kapılmıştır.Anlaşılan o ki milliyetçilik,kişinin kavmini-milletini sevmesi yaratılıştandır


Türk aleminde müşahede edilen ikinci cereyan kavmiyet cereyanıdır fakat bu cereyan yalnız Türklere mahsus olmayıp diğer akvam-ı İslamiye, mesela Araplar ve Farslar da ayni cereyana kapılmışlardır.

Biz şu kavmiyet cereyanını garptan, Avrupa’dan aldık: On dokuzuncu asr-ı Miladı umum akvam-ı İslamiye’nin, akvam-ı Hristiyaniye hücumu karşısında bir sukut devri olduğu gibi aynı zamanda da Garp ile Şark’ ın, akvam-ı Hristiyaniye ile akvam-ı İslamiye’nin birbirine yakınlaşması, birbiriyle daha ziyade irtibat peyda etmeleri devridir.

Avrupa’yı Şark’a doğru sürükleyen, Şark’ı ezip yıkmaya sevk eden amiller, o zamana kadar yek diğerine yabancı kalan Şark ile Garb’ın takarrubunu, birbirine hululünü de hazırlıyordu. Artık bundan sonra şark ve garp, yekdiğerine karşı yabancı kalamazdı. Birisinde husule gelen bir cereyan, mutlaka öbürüne de tesir edecekti. Binaenaleyh Avrupa misyonerlerini, top ve süngülerini, ticaret metalarını şarka doğru sürükleyen demiryollar, vapurlar; aynı zamanda Garb’ın efkar ve hissiyatını, kitaplarını da şarka naklediyordu.

Geçen makalemizde de söylediğimiz vechile, İslam meşahir-i ulema ve füzelası, akvam-ı İslamiye’nin sukutuna karşı ilaç ararken ve şu ilacı medeniyet ve hakayık-ı İslamiye’nin ihyası tarzında telakki ederken, ulum ve fünun ve sanayi-i cedidenin, Avrupalı menabiden iktisabı lüzumunu takdir ve İslam akvam ve hükumatını, Avrupa terakkiyat-ı cedidesine yabancı kalmamaya davet etmişlerdi. Şu teşvikat sayesinde kendi istiklal ve mevcudiyet-i siyasiyelerini henüz kaybetmemiş olan milel-i İslamiye arasında Avrupa’ya doğru bir teveccüh ve incizap husule geldi: Avrupa’dan muallimler, üstadlar celb edildi, Avrupa usulünde mektepler ve sair ilmi ve fenni müesseseler küşad olundu, Avrupa elsine-i muhtelifesinden bir çok eserler tercüme edildi, birçok gençler Avrupa merakiz-i ilmiye ve fenniyesinde talim ve terbiye görmeğe şitab eylediler.

Diğer taraftan, Avrupalıların taht-ı idarelerine geçmiş olan İslam memleketlerinde, Avrupalılar mekatip ve medaris tesis ettiler. Yerli ahali şu mekteplere karşı bir müddet lakayt hatta düşman kaldılar ise de bilahare terbiye ve talimin lüzumunu, hayat ve maişetin cebr ve sevki ile anladılar ve mezkur mekteplere sokulmaya mecbur oldular. İşte bu münasebetle Avrupa efkar ve hissiyatı, on dokuzuncu asr-i miladide yavaş yavaş akvam-ı İslamiye arasına nüfuza başladı.

On dokuzuncu asr-ı miladi bazı müverrihler tarafından “Kavmiyet-Nationalisme” namıyla tevsim edilmektedir. Fransız İnkılab-ı Kebiri’nden evvel Avrupa’da kavmiyet efkar ve cereyanı henüz pek münteşir değildi. Şu efkar ve cereyan, mezkur inkılabın neşr ve tamim ettiği bir esas-ı icazkardır. Hakimiyet-i milliye fikrini birinci defa prensip olarak kabul etmiş olan İnkılab-ı Kebir, bunun neticesi olmak üzere kavmiyet esasını da kabul etmiş oldu. Fransız inkılapçılarının fütuhatı sayesinde şu prensip ve efkar, bir yıldırım süratiyle bütün Avrupa’ya yayıldı, aynı ırka mensup, aynı lisanla mütekellim, aynı medeniyet ve tarz-ı hayatı haiz insanlar arasında bir kuvve-i cazibe, bir arzu-yı takarrub husulpezir oldu. Herkes öz atalarını, öz yurdunu, öz kardeşlerini, öz kanını aramaya başladı. İşte şu sayededir ki on dokuzuncu asrın birinci nısfında bütün Avrupa edip, alim ve fazılların büyük bir kısmı, maziye ait ve kavmiyete mahsus tetkikat ile iştigal ettiler, (Romantizm-Romantisme) namı altında meşhur olan şekl-i edebiyat da şu halet-i ruhiyenin neticesinden başka bir şey değildi. Yine bu sayededir ki on sekizinci asırca hemen hemen meçhul olan (beşerin tarih-i tabiisi), (ilm-i ensab-ı beşer) ethnologie, (tarif-i ahval-i milel) ethnographie, (mukayese-i elsine) linguistique kompare gibi yeni yeni şuubat-ı ilmiye keşf ve tesis edildi, bilhassa halk edebiyatına (litterature populaire) pek çok sarf-ı dikkat olundu. Edip ve fazıllar, mensup oldukları kavmin arasında dönüp dolaşan bütün masalları, efsaneleri, hikaye ve rivayetleri, durub-ı emsal-atalar sözlerini, halk şarkılarını ve sair bu gibi her kavmin öz kalbinden, öz ruhundan çıkmış ve binaenaleyh kavmin kalbi, ruhu, zekası için hakiki bir ma’kes addedilecek bediyi-i kavmiyeyi cem ve tasnif ve bunlar hakkında birçok asar-ı ilmiye telif etmekle iştigal ettiler. İşte şu vechiledir ki bir kavme mensup efradın, nerede bulunursa bulunsun ve hangi hükumetin taht-ı hükmünde olursa olsun, maddi ve manevi rabıtalara teayyün etti ve marifet-i kavmiye (Conscience Nationale) kendisini gösterdi.

Şimdiki Avrupa terakkiyat-ı siyasiyesini, teşkilat-ı kavmiyesini, hey’et-i milliyesini şu cereyana medyundur: Almanya’nın teşekkülü, İtalya’nın ihyası, Balkan akvamının kesb-i istiklali, Islav ittihadı, Cermen ittihadı, Latin ittihadı harekatının menşe ve mebdeleri işbu cereyanda aranmak lazım gelir.

Şark ile garp birbirine yaklaşınca, bittabi bu efkar ve hissiyat akvam-ı İslamiye arasına da aktı, kavmiyet hisleri ve fikirleri bunlarda da doğmaya neşv ü nüma bulmaya başladı.

Akvam-i İslamiye arasında şu cereyan henüz umumiyet kesbedemeyip Avrupa ile en ziyade rabıta ve alakada bulunan garp hissiyatına, edebiyat ve felsefesine en ziyade kesb-i vukuf eden gençler sınıfıyla mahdut gibidir. Gerçi umum ahali şu cereyanının tesir ve neticelerine maruz kalıyorsa da bunun neden ibaret olduğunu, nereye vardığını daha iyice anlayamadı, kendi kalbine, ruhuna henüz sindiremedi.

Türkler arasında da hal bu merkezdedir. Kavmiyet cereyanı, az çok Türk aleminin cihad-ı muhtelifesinde mevcut ise de en ziyade Rusya Türklerinde daha esaslı olarak görünmektedir. Zira Türklük cereyanını vücuda getirmiş olan -yukarıda saydığımız- amil ve sebeplerin kaffesi her yerden ziyade Rusya Türkleri içinde tesir edebilmiştir: Bugün Kafkasya’da, Kırım’da, Kazan’da, Orenburg’da yeni nesil, genç ve münevver sınıf, darülfünun ve sair mekatib-i aliye talebesi, gazete muharrirleri Türklüğün ileri gitmesine bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Gayet tabii olan kavmiyet efkar ve hissiyatı her yerde göstermiş olduğu füyuzatı az bir zaman içinde Rusya’nın Türkler ile meskun olan kıtalarında da gösterdi: Beş milyon Türk bulunan Kafkasya’da bundan on sene evvel Türklük namına hiçbir şey yoktu. Bu satırları yazan, henüz tahsil ile meşgul olduğu, gençlik zamanında Türk lisanı namına Fuzuli’nin “Leyla vü Mecnun”undan başka bir şey görmemiştir. Tedrisat hep Farisi ve Rus lisanlarının taliminden ibarettir. Halbuki bugün Kafkasya’nın şehir ve köylerinin kaffesinde müteaddit ve mükemmel Türk mektepleri mevcuttur. Bu mekteplerde tedrisat sırf Türk lisanında icra ediliyor. Aynı zamanda bu kıtada mükemmel bir Türk matbuatı,vücuda getirildi. Şu saiklerin neticesi olarak bir Türk edebiyatı tenemmüv etmektedir. Türklük cereyanı Kafkasya’da olduğu gibi Kırım, Kazan, Orenburg ve Hacı Tarhan (Ejderhan)’da da kendini gösterdi, sonra bu cereyan bir taraftan Azerbaycan’ı, diğer taraftan Türkistan ve Sibirya’vı da istila etti.

Kendisini bu suret ve eşkal-i muhtelifede ibraz etmiş olan Türklük cereyanı, muayyen bir gaye-i emel ve bir nokta-i istikbale doğru yürümektedir. Şu emel ve gaye bir taraftan Türkleri cehalet belasından halas ederek seviye-i irfanlarını yükseltmek, Türklüğü Türklere anlatmak, diğer taraftan Türk ırkına mensup kimseleri hissiyat ve efkar-ı kavmiye ile mütehassıs ve mütefekkir olarak kendi mevcudiyetlerini muhafaza ve müdafaaya ve kendi nevilerinin terakki ve tealisine çalışmaya sevk etmekten ibarettir.

Demek ki bugün Türk alemi içinde iki büyük cereyan mevcuttur. Birisi İslamiyet, diğeri ise Türklük cereyanıdır. Şu iki cereyan bazen birleşerek bazen ayrılarak, bazen imtizaç ve bazen de müsademe ederek aynı saha üzerinde yürümektedir. Bunların bahşetmekte olduğu füyuzat aynı derecede mühim ve nafi aynı derecede mübeccel ve mukaddesdir. Fakat netice ve gaye itibariyle aynı noktaya doğru yürümekte olan şu iki cereyan hadimleri arasında bazen su-i tefehhümler, ihtilaflar zuhuru nadir değildir. Acaba bu ihtilaflar bertaraf edilemez mi? İki cereyan arasında bir hatt-ı vasl veyahut bir takım nukat-ı ittisal bulunamaz mı? Bunların tevhid-i mesai etmeleri kabil değil midir? Bu suallere gelecek makalemizde cevap veririz.

Ahmet Ağayef [Ağaoğlu] Türk Alemi-4, Türk Yurdu, Sayı 5, [1911].

Yazar

MİSAK Editörü

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar