30.04.2025

Türk Milliyetçiliğinde metot

Cemiyet birimleri arasında ter­cihimizi yaptık. Millet birimini ve Türk Milleti'ni seçtik. Daha sonra ga­yemizi ortaya koyduk: Türk Milleti’nin ebedî bekası... Nihayet sıra, bu gayeye varmak için tutacağımız yolun tespitine geldi.


Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından yazılan bu yazı

 1976 yılında TÖRE Dergisinin 62. Sayısında yayımlanmıştır.

Cemiyet birimleri arasında ter­cihimizi yaptık. Millet birimini ve Türk Milleti’ni seçtik. Daha sonra ga­yemizi ortaya koyduk: Türk Milleti’nin ebedî bekası… Nihayet sıra, bu gayeye varmak için tutacağımız yolun tespitine geldi. Fikir sistemle­rinde “metot” adını verdiğimiz bu yol Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi­nde “İlim Metodu”dur.

“İlimden yararlanarak Türk Milleti’nin ebedî bekasını temin”, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin en kı­sa ifadesidir.

Metot olarak ilmi seçmesi, Türk Milliyetçiliği’ni diğer ideolojilerden ayıran önemli unsurlardan biridir.

Türk Milliyetçiliği bu metot se­çiminin isbat edilemeyeceğini bilir. Bu biliş de aslında ilim metodunun bir gereğidir. Metot kendini isbat edemez. Dolayısıyla ilim metodunu seçmemiz, bu metotla gayemize ula­şacağımıza inanmamız bir “kabul”; bir postüladır. Gerçekten de Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin tek kabulü bu metot seçimindedir. Ka­buller isbat edilemeseler de kuvvet­li gerekçelere dayanırlar. İlim meto­dunu seçmemizin arkasında insanlı­ğın binlerce yıllık tecrübesi yatar. Bu tecrübe, denenen bir seri usul ve felsefeden sonra “dünyada hakikî mürşid”in gerçekten ilim olduğunu göstermiştir. Ve bunu öyle kuvvetli bir tarzda göstermiştir ki bugün ilimle uzak yakın bir ilgisi bulunma­yan, hattâ ilme düşman ideolojiler bile isimlerinin önüne bir “bilimsel” eklemekten fayda ummuşlardır, ilmin ismini almakla da kalmamış, ilim adamlarının ağzını açık bıra­kan bir dizi “bilim” tarifiyle propagandaya devam edilmiş ve sonuçta öyle bir gürültü yaratılmıştır ki ide­olojiler savaşında neyin ilim olduğu, neyin olmadığı birçok kafalarda içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir.

Halbuki ilim metodunun ifade­si son derece basittir: “Vakıalara dayanmak.” Eş manalı olarak “tec­rübeye dayanmak”, “ayağımızı ger­çek dünyaya basmak” da diyebili­riz… Bu kadar açık bir ifadenin na­sıl karıştırılabildiğini anlamak; ilim metodunu, yaratılan propaganda bu­lutları arasından ayırıp kavrayabil­mek için daha önce de başvurduğu­muz bir yolu seçelim ve ilim metodu­nun ne olduğundan önce ne olmadı­ğını inceleyelim.

İlim metodunun tam tersi bazen “ortaçağ düşüncesi”, bazen “skolas­tik metod” isimleriyle anılan tarzdır.

Biz, skolastik kelimesini tercih edeceğiz. Zira Avrupa için, batı dün­yası için “Ortaçağ karanlığı” sözü ne kadar doğruysa bizim için de o derece yanlıştır. Ortaçağ denilen ta­rih devresinde biz, Türkler ve bütün İslâm alemi parlak bir ilmin ve kül­türün kaynağını teşkil ediyorduk. Bir Avrupalı, “Bırak şu ortaçağ ka­fasını!” sözünden engizisyon papaz­larının kafasını anlar ve bırakmayı ister. Aynı sözü bir Türk’e söylemek, “Bilge Han’ın, Tonyukuk’un, İmam-ı Âzam’ın, İbn-i Sinâ’nın, Alparslan’ın, Uluğ Beğ’in, Fatih’in kafasını bı­rak…” demektir ki bizim o kafalara tekrar eriştiğimizde bırakmaya hiç niyetimiz yok. Skolastik düşüncenin hâkim olması anlamında “ortaçağ” bizde ortaçağ’da değil yakınçağ’da başladı ve içinde bulunduğumuz gün­lere kadar sürdü; hâlâ sürüyor…

Bugün ne kadar açık, ne kadar doğru ve basit görünürse görünsün, “vakıalara dayanmak” ilkesine insan­lık çok uzun ve zahmetli bir yoldan geçerek varmıştır. Bin yıllık bir or­taçağ boyunca batı, vakıalara dayan­manın tam tersini yapmış, göklere çıkarılan eski Yunan felsefesi de  —birkaç münferid pırıltıyı saymazsak— ilim metodunu bir türlü keş­fedememiştir.[1] Bu başarısızlığın bir sebebini eski Yunan ve Roma ce­miyetlerinin yapılarında arayabiliriz. Yunanistan’da “vatandaş”, Roma’da “patrisyen” denilen ve sayıca az olan imtiyazlı kesimler vardı. Hürriyet, serbest düşünce, demokrasi gibi çok sevilen haklar ancak bu kesimlere hastı. Yunan ve Roma medeniyetle­rini yaratan vatandaş ve patrisyenler bu özel haklarının farkındaydılar ve kendilerinden olmayanlara mah­sus davranışlardan dikkatle kaçınır­lardı. Elleriyle çalışmak, dolayısıyla deney yapmak bu aşağılık davranış­lar gurubuna girerdi ve imtiyazlara yakışmazdı. Değerli olan halis düşün­ce, mantık, bol bol düşünmek ve gü­zel konuşmaktı. Bu zihniyet edebi­yat, matematik ve felsefe hesabına çok yararlı, fakat ilim metodu ve müsbet ilimler açısından son derece zararlı olmuştur.[2] Bugünkü ilmin birçok sonucunun Yunan felsefesin­de bulunduğu söylenilerek bu görüş­lerimize itiraz edilebilir. Meselâ o çağın bir feylezofu “atomizm” adıy­la bir felsefe kurmuş, cisimlerin ta­neciklerden meydana geldiğini söyle­miştir (Demokritus). Dolayısıyla bu­günkü atom kavramının ilk defa es­ki Yunan’da ortaya atıldığı iddia edi­lebilir. Ancak şu da bir gerçektir ki; bugünkü ilim, maddenin tanecikler­den değil de sürekli ortamlardan meydana geldiğini gösterseydi, yani atom kavramının zıddını bulsaydı bu görüşün de ilk defa eski Yunan’da ortaya atıldığını görecektik. Aslında Yunan feylesofları her konuda söy­lenebilecek her şeyi söylemişlerdir. Dolayısıyla bugünkü ilmin herhangi bir genel görüşünün Yunan felsefe­sinde bulunmaması âdetâ imkânsız­dır. Fakat her şeyi söylemek aslın­da hiçbir şey söylememeğe eşdeğer­dir. 1939 yılında ikinci dünya harbini müttefiklerin kazanacağını tahmin etmek bir marifettir. Fakat, “Harbi müttefikler kazanacak…”, “Harbi müttefikler kaybedecek…”, “Hiç kimse kazanmayacak, ortada kala­cak…” tahminlerinin üçünü birden yapıp sonra bunlardan birinin doğ­rulanmasından pay çıkarmak saç­malıktır. Eski Yunan’da her şey, her şeyin zıddı ve varsa üçüncü, dördün­cü, beşinci, v.s. ihtimaller de söy­lenmiştir ve netice ne olursa olsun Yunanlıların haklı oldukları bir ta­raf mutlaka bulunacaktır. Ama bu­nun bir değeri olmadığı da âşikârdır.

Avrupa ortaçağı bir bakıma es­ki Yunan’ın hürriyet noksanıyla de­vamıdır. Hür insanların, birinci sınıf insanların deney yapmayıp sırf dü­şünceyle, mantıkla uğraşmaları gerektiği yanlışı Avrupa skolastisizminde bütün şiddetiyle hüküm sürer. O çağın Avrupa okullarında okutulan gramer, hitabet, diyalektik (mantık), hesap, hendese, astronomi ve musi­kîye “yedi hür sanat” denmesi ta­mamen Yunan ve Roma’daki hür ke­sim- ikinci sınıf kesim ayrılıklarının bir aksidir. Bugün bile bu ve buna benzer derslerle program düzenlenen bazı batı okullarına “hür sanatlar koleji” adı verilmektedir. (İngilizce­de: Liberal arts college.) Ortaçağda da Yunan ve Roma’daki gibi safî düşünceye, masa başı mantığına bü­yük değer verilmiş, deney horlanmış­tır. Deney yapanların, yapmaya te­şebbüs edenlerin başında “Büyücü!” ithamının korkusu, büyücü diye ya­kılma endişesi Demokles’in kılıcı gi­bi sallanmaktaydı. Çetrefil mantık oyunlarının, lâf lâbirentlerinin bir­çoğunu neticeye bağlayabilecek de­ney ve gözlem metotları mevcut ol­madığı için bu hakemlik görevini yanılmaz otoritelere yüklemek gere­kiyordu. Bir münakaşada kazanma­nın yolu söylediklerinin doğruluğu­nu tabiatta göstermek değil, söyle­diklerinin otoritelerin fikirlerinden hareketle ispatlanabileceğini göster­mekti. Bu yüzden mantık ve mantık oyunları Avrupa orta çağında altın çağlarını yaşadılar. Aristo en büyük otoritelerden biriydi. İncil ve bazı ün­lü papazlar, azizler, kilise babaları da otoriteler cuntasını tamamlıyordu. “Aristo der ki…” (“Kaale Aristo…”) en kesin ispat sayılırdı! “Araştırma”, tabiatı tetkik edip bazı sonuçlar çı­karmak değil, Aristo gibi otoritelerin yazdıklarını, tarih boyunca bir konuda otoritelerin söylediklerini tet­kik edip sonuç çıkarmaktı. Tabiatla bağ gerekiyorsa onun yolu da otori­telerin söylediklerinin tabiatta nasıl doğrulandığına dair mantıklı ve seç­me misaller vermekti. İlmin ana me­todu özelden genele gitmek, deney­lerden genel kanuna varmağa çalışmaktır (tümevarım); skolastikte ise genel zaten otoritelerce ortaya ko­nulmuştu, şimdi yapılacak iş bu ge­nel ve kesin doğruların özel uygula­malarını (tabiî düşünerek, masa ba­şında) bulmaktı. Genelden özele git­mekti (tümdengelim). Meselâ skolas­tiğin dev eseri sayılan Abelard’m “Sicetnon” (Evet ve Hayır) adlı ki­tabı otoritelerin iddialarını inceler, her iddianın lehine ve aleyhindeki münakaşaları toplar… ve zamanın büyük araştırmalarından biri sayılır.

Bin yıl batı insanının düşünce­sine hâkim olan bu yanlış şu üç mi­salde bütün çarpıcılığıyla ortaya çı­kar:

Bir papaz meclisinde atın ağzın­da kaç diş olduğu tartışılıyordu. Aris­to atın 28 dişi olduğunu yazmıştı ve Aristo böyle dediğine göre kimsenin bu konuda şüphe etmemesi gereki­yordu. Saatler, saatler süren müna­kaşadan belki biraz da sıkılan papaz­lardan en genci öteden otlayan bir atın yanına gidilip dişlerinin sayıl­masını teklif etti. Ne ayıp, ne ayıp­tı… Düşünce varken, mantık, diya­lektik varken pis atın pis dişleri sa­yılır mı? Bütün gürültülere rağmen biri gidip saydı ve hayret!… Atın 12 dişi vardı. Netice yüce papazlara bil­dirildiğinde dinlemek bile istemedi­ler ve sonunda Aristo’nun değil, atın yanıldığına karar verdiler.[3]

Aristo mantıkla şu neticeye var­mıştı: “Ağır cisimler, hafif cisimler­den hızlı düşer.” Bu fikir (o zaman sadece bir fikir değil, aksi düşünül­meyecek bir dogma idi.) Galile’nin hesaplarına ters geldi ve bir deney yapmağa karar verdi. Pisa kulesinin tepesine biri büyük, diğeri küçük iki taşla çıktı ve taşları kuleden aşağı bıraktı. Yine hayret! İki taş da aynı zamanda yere düştü. Deney çok muh­terem skolastik bilginler heyetinin önünde tekrarlandığında davetliler gözlerine inanamadılar ve sonunda gözlerinin yanıldığına karar verdi­ler. (Bugün fizik, bütün cisimlerin aynı hızla düştüğünü göstermiştir. Taşla pamuğun ayrı hızlarla düşme­sinin sebebi ağırlık farkı değil hava sürtünmesinin bu maddelere farklı tesirindendir. Yoğunlukları ve şe­killeri aynı olan cisimler aynı sürat­le düşerler. Havasız bir ortamda, me­selâ havası boşaltılmış bir kavanoz­da farklı yoğunluk ve şekle sahip cisimler de -meselâ bir taş ve bir tüy- aynı hızla düşer. Düşme hızı ağırlıktan tamamen bağımsızdır.)

Üçüncü ve son misalimizi tarih açısından ilk ikisinden daha iyi bili­yoruz. Galile, o güne kadar otorite­lerin ve skolastiğin desteklediği Ptoleme (Batlamyus) sistemini tenkid etmişti. Bu sisteme göre güneş, yıldızlar ve bütün kâinat dünya etrafında dönüyor­du. Galile tersini, Kepler’in görüşü­nü savunuyordu. Yazdığı «İki temel dünya sisteminin diyalogu» adlı eser­de mümkün olduğu kadar tarafsız görünmeğe çalışarak Kopernik’i sa­vundu. Engizisyon tarafından yargı­landı ve bu fikirleri yaymamağa ve evinden çıkmamağa mahkûm edil­di. Cezası ancak hastalanıp gözleri kör olduktan sonra kaldırıldı. Galile’nin yargılanırken fikirlerinden vazgeçtiğini, papazların haklı olduğunu ilân ettiğini biliyoruz. Bir riva­yete göre, cezayı hafifletmek gayesiy­le yaptığı bu ilândan sonra salondan çıkarken, “Ama yine de dönüyor…” demiş. Tabii bütün gürültü patırtı sırasında kimsenin aklına Ptoleme ve Kopernik görüşlerini ölçmelere, gözlemlere dayanarak kontrol etmek ve öyle karar vermek gelmemişti.

Bu üç skolastisizm misali bizim ortaçağımıza ait bir hikâye ile ne ka­dar zıddır: İmam-ı Âzam bir gün atıyla giderken birisi atının kaç ayağı olduğunu sormuş. Ebu Hanife atın­dan inmiş, hayvanın ayaklarını say­mış ve ancak ondan sonra “Dört!” cevabını vermiş.

Bir kısım tarihî gerçekten alın­mış, bir kısmı ise uydurulmuş anektodlardan ibaret olmakla birlikte skolâstik zihniyeti çok güzel yansıtan bu üç hikâye vakıalara dayanmak fikrinin pek öyle kolay ve zahmetsiz doğmadığını gösterir. Gerçekten de ilim metodu ancak ortaçağdan sonra ağırlığını hissettirmeğe başlamış ve ancak son birkaç asırda hakimiyetini ortaya koyabilmiştir. Buna karşılık skolastik, kavgasız teslim olmamıştır ve kesin yenilgisi hâlâ söz konu­su değildir. Bugün bile skolastiğin dünyanın en az yarısında saltanatını sürdürmekte olduğunu rahatça ifade edebiliriz. Türkiye, bu saltanatın sınırları dışında değildir.

Şimdi ortaçağ Avrupası’ndan günümüze atlayalım ve çağdaş skolastisizme, bu metodun günümüzde­ki fikir sistemlerine yansımasına bir göz atalım.

Skolâstik metodu en belirgin tarzda taşıyan ideoloji Marksizm’dir. Bertrand Russel bu yüzden Marks’a “Son kilise babası” der… Diyalektik mantığa verdiği delice önemden ha­şin otoriteciliğine kadar âdetâ orta çağ Avrupası’nın 19. -20 asırlarda ye­niden dirilişidir Marksizm. Bu ideo­lojinin devlet gücüyle savunulduğu SSCB’de 1937 – 1964 arasında cere­yan eden Lizenko olayı yukarıda an­lattığımız üç hikâyeden hiç de geri kalmaz. Olayın kahramanlarından Vavilov ile Galile arasında da benzer­lik vardır. Fark, olayı anlatırken gö­rülecek…

Biyolojide bir aralık denenip sonra terkedilen Lamarkçılık diye bir görüş vardı. Lamark’a göre ha­yat boyunca kazanılan karakterler nesilden nesile geçerdi. Meselâ odun­cunun oğlu güçlü kuvvetli, buna kar­şılık rahat işlerde çalışan bir adamın çocuğu zayıf olurdu. Kullanılmayan organlar yavaş yavaş dumura uğrar ve nihayet ortadan kalkardı. Meselâ 30 nesil farenin kuyruğunu kesersek 31. nesil fare yavrulan kuyruksuz doğacaktı. Bu teori fazla denenme­den ortaya atılmış ve evrim kavramını desteklediği için çok taraftar bulmuştu. Fakat yukarıda kabaca anlatılan fare deneyine benzer tec­rübe ve gözlemler Lamark’ı destek­lemedi. Bu arada “genler” keşfedil­miş, “genetik” adıyla bir ilim dalı doğmuş, nesilden nesile aktarılan karakterlerin ömür boyunca çevre­den, cemiyetten kazanılamayacağı, bunların genlerde şifrelenmiş bu­lunduğu, ırsiyete has olduğu anlaşıl­mıştı. Neticede biyolojide Lamarkizm tamamen terk edildi.

Fakat şanssızlığa bakın ki Marks ve Engels tam da Lamarkizm’in revaçta olduğu devrede geldiler. Bu teori onların da işine yaradı. Madem ki karakterler bir hayat boyunca ka­zanılıp sonra nesillere aktarılabiliniyordu, insanın birçok tabiî içgüdü­sü de kolayca değiştirilebilirdi. Me­selâ mülkiyet, aile bağlılığı hisleri… Bunlar herhâlde içinde yaşanılan cemiyet tarafından fertlere, onlar­dan da nesillere veriliyordu. Bunlar değişmez şeyler değildi ve komünist toplum kurulduğunda, birkaç nesil sonra mülkiyet duygusu, rekabet hissi, aile bağlılığı ortadan kalka­cak, insanlar artık sahip olmağa ça­lışmayacak, birbiriyle yarış etmeye­cek, kıskanmayacaklardı.

Marks da, Engels de öldü. Fa­kat hiç beklemedikleri yerde onla­rın otoriteleri adına bir ihtilâl yaptı  ve mantıkları orada yaşadı. 1937’ye gelindiğinde ilim dünyası için Lamarkizm tarihten bir yap­raktı. Ama neo-skolastik Rusya’da çağdaş ilme “burjuva bilimi” deni­yor, apayrı bir sosyalist bilim, hat­tâ sosyalist biyoloji gelişiyordu! Ölü Lamarkizm’in Marks’a, Marks’ın da Lamark’a uyması bu iki otoriteyi de Rus ilminin başına belâ etti. Lizenko (Lysenko) adlı biri Lamarkizm’in asla ölmediğini, sadece bur­juvaların ve emperyalistlerin, kapi­talistlerin hışmına uğradığını ilân etti. Stalin ve devlet de onu destek­leyince Rusyanın ve biyolojisine hâkim oldu. Kışlık buğdaydan yaz­lık buğday yetiştirebileceğini, uy­gun ortamda yetiştirilen buğdayın çavdar tohumu vereceğini ileri sür­dü ki bu, ormanda büyüyen köpe­ğin tilki doğuracağı iddiasına ben­zer… Gerçek ilim adamları Lizenko’ya karşı çıktılar. Fakat Komünist Partisi Engizisyondan da baskın çık­tı. Kitle hâlinde tevkifler, mahkûmi­yetler başladı. En çok direnenler­den genetikçi Vavilov yargılandı ve ölüme mahkûm edildi .Bu ceza son­radan hapse çevrildiyse de Vavilov yeraltı hücrelerine dayanamadı ve hapiste öldü.

Galile, Engizisyon karşısında fi­kirlerinden döndüğünü ilân etmişti. Vavilov öyle yapmadı, “Ateşe gide­ceğiz, yanacağız, fakat kanaatleri­mizi değiştirmeyeceğiz.” diye haykı­rabildi. Vavilov, Galile’den cesur­dur… Engizisyon, Galile’yi ev hap­sine mahkûm etmişti. Bilimsel Sos­yalizm ise Vavilov’u ölüme… Engi­zisyon herhâlde Bilimsel Sosyalizm’den daha yumuşak daha az skolas­tikti.

Gelecek yazıda, günümüz Tür­kiye’sindeki skolastisizmi inceleye­cek sonra ilim metoduna ve Türk Milliyetçiliği’nin ilme bakışına dö­neceğiz.

[1]  Arşimet bu münferit pırıltılardan biridir. Deney yapmış, elleriyle çalışmış, bulduklarını vatanının müdafaasında kullanmıştır. Suyun cisimleri kaldırma kuvvetini hesaplamakta kullanılan Arşimet prensibi kesinlikle müsbet ilimdir.

[2] Birçok kimsenin zannettiğinin aksine matematik müsbet ilim değildir. Sade­ce tecrübeye, gözleme dayanan, vakıalarla uğraşan ilimlere müsbet denir. Matematik ise tabiata değil mantığa dayanır. Kafalarda kurulan mücerret sis­temlerle uğraşır. Ancak müsbet ilimlerin bir alet olarak matematiği kullan­dıkları ve matematiği kullandıkları ölçüde kesinlik kazandıkları doğrudur.

[3] Bu anekdotta gidip atın dişlerini saymayı teklif edenin Bacon olduğu da riva­yet edilir.

 

Yazar

Töre Dergisi

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar