Yükleniyor...
Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından yazılan bu yazı
1976 yılında TÖRE Dergisinin 62. Sayısında yayımlanmıştır.
Cemiyet birimleri arasında tercihimizi yaptık. Millet birimini ve Türk Milleti’ni seçtik. Daha sonra gayemizi ortaya koyduk: Türk Milleti’nin ebedî bekası… Nihayet sıra, bu gayeye varmak için tutacağımız yolun tespitine geldi. Fikir sistemlerinde “metot” adını verdiğimiz bu yol Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminde “İlim Metodu”dur.
“İlimden yararlanarak Türk Milleti’nin ebedî bekasını temin”, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin en kısa ifadesidir.
Metot olarak ilmi seçmesi, Türk Milliyetçiliği’ni diğer ideolojilerden ayıran önemli unsurlardan biridir.
Türk Milliyetçiliği bu metot seçiminin isbat edilemeyeceğini bilir. Bu biliş de aslında ilim metodunun bir gereğidir. Metot kendini isbat edemez. Dolayısıyla ilim metodunu seçmemiz, bu metotla gayemize ulaşacağımıza inanmamız bir “kabul”; bir postüladır. Gerçekten de Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin tek kabulü bu metot seçimindedir. Kabuller isbat edilemeseler de kuvvetli gerekçelere dayanırlar. İlim metodunu seçmemizin arkasında insanlığın binlerce yıllık tecrübesi yatar. Bu tecrübe, denenen bir seri usul ve felsefeden sonra “dünyada hakikî mürşid”in gerçekten ilim olduğunu göstermiştir. Ve bunu öyle kuvvetli bir tarzda göstermiştir ki bugün ilimle uzak yakın bir ilgisi bulunmayan, hattâ ilme düşman ideolojiler bile isimlerinin önüne bir “bilimsel” eklemekten fayda ummuşlardır, ilmin ismini almakla da kalmamış, ilim adamlarının ağzını açık bırakan bir dizi “bilim” tarifiyle propagandaya devam edilmiş ve sonuçta öyle bir gürültü yaratılmıştır ki ideolojiler savaşında neyin ilim olduğu, neyin olmadığı birçok kafalarda içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir.
Halbuki ilim metodunun ifadesi son derece basittir: “Vakıalara dayanmak.” Eş manalı olarak “tecrübeye dayanmak”, “ayağımızı gerçek dünyaya basmak” da diyebiliriz… Bu kadar açık bir ifadenin nasıl karıştırılabildiğini anlamak; ilim metodunu, yaratılan propaganda bulutları arasından ayırıp kavrayabilmek için daha önce de başvurduğumuz bir yolu seçelim ve ilim metodunun ne olduğundan önce ne olmadığını inceleyelim.
İlim metodunun tam tersi bazen “ortaçağ düşüncesi”, bazen “skolastik metod” isimleriyle anılan tarzdır.
Biz, skolastik kelimesini tercih edeceğiz. Zira Avrupa için, batı dünyası için “Ortaçağ karanlığı” sözü ne kadar doğruysa bizim için de o derece yanlıştır. Ortaçağ denilen tarih devresinde biz, Türkler ve bütün İslâm alemi parlak bir ilmin ve kültürün kaynağını teşkil ediyorduk. Bir Avrupalı, “Bırak şu ortaçağ kafasını!” sözünden engizisyon papazlarının kafasını anlar ve bırakmayı ister. Aynı sözü bir Türk’e söylemek, “Bilge Han’ın, Tonyukuk’un, İmam-ı Âzam’ın, İbn-i Sinâ’nın, Alparslan’ın, Uluğ Beğ’in, Fatih’in kafasını bırak…” demektir ki bizim o kafalara tekrar eriştiğimizde bırakmaya hiç niyetimiz yok. Skolastik düşüncenin hâkim olması anlamında “ortaçağ” bizde ortaçağ’da değil yakınçağ’da başladı ve içinde bulunduğumuz günlere kadar sürdü; hâlâ sürüyor…
Bugün ne kadar açık, ne kadar doğru ve basit görünürse görünsün, “vakıalara dayanmak” ilkesine insanlık çok uzun ve zahmetli bir yoldan geçerek varmıştır. Bin yıllık bir ortaçağ boyunca batı, vakıalara dayanmanın tam tersini yapmış, göklere çıkarılan eski Yunan felsefesi de —birkaç münferid pırıltıyı saymazsak— ilim metodunu bir türlü keşfedememiştir.[1] Bu başarısızlığın bir sebebini eski Yunan ve Roma cemiyetlerinin yapılarında arayabiliriz. Yunanistan’da “vatandaş”, Roma’da “patrisyen” denilen ve sayıca az olan imtiyazlı kesimler vardı. Hürriyet, serbest düşünce, demokrasi gibi çok sevilen haklar ancak bu kesimlere hastı. Yunan ve Roma medeniyetlerini yaratan vatandaş ve patrisyenler bu özel haklarının farkındaydılar ve kendilerinden olmayanlara mahsus davranışlardan dikkatle kaçınırlardı. Elleriyle çalışmak, dolayısıyla deney yapmak bu aşağılık davranışlar gurubuna girerdi ve imtiyazlara yakışmazdı. Değerli olan halis düşünce, mantık, bol bol düşünmek ve güzel konuşmaktı. Bu zihniyet edebiyat, matematik ve felsefe hesabına çok yararlı, fakat ilim metodu ve müsbet ilimler açısından son derece zararlı olmuştur.[2] Bugünkü ilmin birçok sonucunun Yunan felsefesinde bulunduğu söylenilerek bu görüşlerimize itiraz edilebilir. Meselâ o çağın bir feylezofu “atomizm” adıyla bir felsefe kurmuş, cisimlerin taneciklerden meydana geldiğini söylemiştir (Demokritus). Dolayısıyla bugünkü atom kavramının ilk defa eski Yunan’da ortaya atıldığı iddia edilebilir. Ancak şu da bir gerçektir ki; bugünkü ilim, maddenin taneciklerden değil de sürekli ortamlardan meydana geldiğini gösterseydi, yani atom kavramının zıddını bulsaydı bu görüşün de ilk defa eski Yunan’da ortaya atıldığını görecektik. Aslında Yunan feylesofları her konuda söylenebilecek her şeyi söylemişlerdir. Dolayısıyla bugünkü ilmin herhangi bir genel görüşünün Yunan felsefesinde bulunmaması âdetâ imkânsızdır. Fakat her şeyi söylemek aslında hiçbir şey söylememeğe eşdeğerdir. 1939 yılında ikinci dünya harbini müttefiklerin kazanacağını tahmin etmek bir marifettir. Fakat, “Harbi müttefikler kazanacak…”, “Harbi müttefikler kaybedecek…”, “Hiç kimse kazanmayacak, ortada kalacak…” tahminlerinin üçünü birden yapıp sonra bunlardan birinin doğrulanmasından pay çıkarmak saçmalıktır. Eski Yunan’da her şey, her şeyin zıddı ve varsa üçüncü, dördüncü, beşinci, v.s. ihtimaller de söylenmiştir ve netice ne olursa olsun Yunanlıların haklı oldukları bir taraf mutlaka bulunacaktır. Ama bunun bir değeri olmadığı da âşikârdır.
Avrupa ortaçağı bir bakıma eski Yunan’ın hürriyet noksanıyla devamıdır. Hür insanların, birinci sınıf insanların deney yapmayıp sırf düşünceyle, mantıkla uğraşmaları gerektiği yanlışı Avrupa skolastisizminde bütün şiddetiyle hüküm sürer. O çağın Avrupa okullarında okutulan gramer, hitabet, diyalektik (mantık), hesap, hendese, astronomi ve musikîye “yedi hür sanat” denmesi tamamen Yunan ve Roma’daki hür kesim- ikinci sınıf kesim ayrılıklarının bir aksidir. Bugün bile bu ve buna benzer derslerle program düzenlenen bazı batı okullarına “hür sanatlar koleji” adı verilmektedir. (İngilizcede: Liberal arts college.) Ortaçağda da Yunan ve Roma’daki gibi safî düşünceye, masa başı mantığına büyük değer verilmiş, deney horlanmıştır. Deney yapanların, yapmaya teşebbüs edenlerin başında “Büyücü!” ithamının korkusu, büyücü diye yakılma endişesi Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktaydı. Çetrefil mantık oyunlarının, lâf lâbirentlerinin birçoğunu neticeye bağlayabilecek deney ve gözlem metotları mevcut olmadığı için bu hakemlik görevini yanılmaz otoritelere yüklemek gerekiyordu. Bir münakaşada kazanmanın yolu söylediklerinin doğruluğunu tabiatta göstermek değil, söylediklerinin otoritelerin fikirlerinden hareketle ispatlanabileceğini göstermekti. Bu yüzden mantık ve mantık oyunları Avrupa orta çağında altın çağlarını yaşadılar. Aristo en büyük otoritelerden biriydi. İncil ve bazı ünlü papazlar, azizler, kilise babaları da otoriteler cuntasını tamamlıyordu. “Aristo der ki…” (“Kaale Aristo…”) en kesin ispat sayılırdı! “Araştırma”, tabiatı tetkik edip bazı sonuçlar çıkarmak değil, Aristo gibi otoritelerin yazdıklarını, tarih boyunca bir konuda otoritelerin söylediklerini tetkik edip sonuç çıkarmaktı. Tabiatla bağ gerekiyorsa onun yolu da otoritelerin söylediklerinin tabiatta nasıl doğrulandığına dair mantıklı ve seçme misaller vermekti. İlmin ana metodu özelden genele gitmek, deneylerden genel kanuna varmağa çalışmaktır (tümevarım); skolastikte ise genel zaten otoritelerce ortaya konulmuştu, şimdi yapılacak iş bu genel ve kesin doğruların özel uygulamalarını (tabiî düşünerek, masa başında) bulmaktı. Genelden özele gitmekti (tümdengelim). Meselâ skolastiğin dev eseri sayılan Abelard’m “Sicetnon” (Evet ve Hayır) adlı kitabı otoritelerin iddialarını inceler, her iddianın lehine ve aleyhindeki münakaşaları toplar… ve zamanın büyük araştırmalarından biri sayılır.
Bin yıl batı insanının düşüncesine hâkim olan bu yanlış şu üç misalde bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkar:
Bir papaz meclisinde atın ağzında kaç diş olduğu tartışılıyordu. Aristo atın 28 dişi olduğunu yazmıştı ve Aristo böyle dediğine göre kimsenin bu konuda şüphe etmemesi gerekiyordu. Saatler, saatler süren münakaşadan belki biraz da sıkılan papazlardan en genci öteden otlayan bir atın yanına gidilip dişlerinin sayılmasını teklif etti. Ne ayıp, ne ayıptı… Düşünce varken, mantık, diyalektik varken pis atın pis dişleri sayılır mı? Bütün gürültülere rağmen biri gidip saydı ve hayret!… Atın 12 dişi vardı. Netice yüce papazlara bildirildiğinde dinlemek bile istemediler ve sonunda Aristo’nun değil, atın yanıldığına karar verdiler.[3]
Aristo mantıkla şu neticeye varmıştı: “Ağır cisimler, hafif cisimlerden hızlı düşer.” Bu fikir (o zaman sadece bir fikir değil, aksi düşünülmeyecek bir dogma idi.) Galile’nin hesaplarına ters geldi ve bir deney yapmağa karar verdi. Pisa kulesinin tepesine biri büyük, diğeri küçük iki taşla çıktı ve taşları kuleden aşağı bıraktı. Yine hayret! İki taş da aynı zamanda yere düştü. Deney çok muhterem skolastik bilginler heyetinin önünde tekrarlandığında davetliler gözlerine inanamadılar ve sonunda gözlerinin yanıldığına karar verdiler. (Bugün fizik, bütün cisimlerin aynı hızla düştüğünü göstermiştir. Taşla pamuğun ayrı hızlarla düşmesinin sebebi ağırlık farkı değil hava sürtünmesinin bu maddelere farklı tesirindendir. Yoğunlukları ve şekilleri aynı olan cisimler aynı süratle düşerler. Havasız bir ortamda, meselâ havası boşaltılmış bir kavanozda farklı yoğunluk ve şekle sahip cisimler de -meselâ bir taş ve bir tüy- aynı hızla düşer. Düşme hızı ağırlıktan tamamen bağımsızdır.)
Üçüncü ve son misalimizi tarih açısından ilk ikisinden daha iyi biliyoruz. Galile, o güne kadar otoritelerin ve skolastiğin desteklediği Ptoleme (Batlamyus) sistemini tenkid etmişti. Bu sisteme göre güneş, yıldızlar ve bütün kâinat dünya etrafında dönüyordu. Galile tersini, Kepler’in görüşünü savunuyordu. Yazdığı «İki temel dünya sisteminin diyalogu» adlı eserde mümkün olduğu kadar tarafsız görünmeğe çalışarak Kopernik’i savundu. Engizisyon tarafından yargılandı ve bu fikirleri yaymamağa ve evinden çıkmamağa mahkûm edildi. Cezası ancak hastalanıp gözleri kör olduktan sonra kaldırıldı. Galile’nin yargılanırken fikirlerinden vazgeçtiğini, papazların haklı olduğunu ilân ettiğini biliyoruz. Bir rivayete göre, cezayı hafifletmek gayesiyle yaptığı bu ilândan sonra salondan çıkarken, “Ama yine de dönüyor…” demiş. Tabii bütün gürültü patırtı sırasında kimsenin aklına Ptoleme ve Kopernik görüşlerini ölçmelere, gözlemlere dayanarak kontrol etmek ve öyle karar vermek gelmemişti.
Bu üç skolastisizm misali bizim ortaçağımıza ait bir hikâye ile ne kadar zıddır: İmam-ı Âzam bir gün atıyla giderken birisi atının kaç ayağı olduğunu sormuş. Ebu Hanife atından inmiş, hayvanın ayaklarını saymış ve ancak ondan sonra “Dört!” cevabını vermiş.
Bir kısım tarihî gerçekten alınmış, bir kısmı ise uydurulmuş anektodlardan ibaret olmakla birlikte skolâstik zihniyeti çok güzel yansıtan bu üç hikâye vakıalara dayanmak fikrinin pek öyle kolay ve zahmetsiz doğmadığını gösterir. Gerçekten de ilim metodu ancak ortaçağdan sonra ağırlığını hissettirmeğe başlamış ve ancak son birkaç asırda hakimiyetini ortaya koyabilmiştir. Buna karşılık skolastik, kavgasız teslim olmamıştır ve kesin yenilgisi hâlâ söz konusu değildir. Bugün bile skolastiğin dünyanın en az yarısında saltanatını sürdürmekte olduğunu rahatça ifade edebiliriz. Türkiye, bu saltanatın sınırları dışında değildir.
Şimdi ortaçağ Avrupası’ndan günümüze atlayalım ve çağdaş skolastisizme, bu metodun günümüzdeki fikir sistemlerine yansımasına bir göz atalım.
Skolâstik metodu en belirgin tarzda taşıyan ideoloji Marksizm’dir. Bertrand Russel bu yüzden Marks’a “Son kilise babası” der… Diyalektik mantığa verdiği delice önemden haşin otoriteciliğine kadar âdetâ orta çağ Avrupası’nın 19. -20 asırlarda yeniden dirilişidir Marksizm. Bu ideolojinin devlet gücüyle savunulduğu SSCB’de 1937 – 1964 arasında cereyan eden Lizenko olayı yukarıda anlattığımız üç hikâyeden hiç de geri kalmaz. Olayın kahramanlarından Vavilov ile Galile arasında da benzerlik vardır. Fark, olayı anlatırken görülecek…
Biyolojide bir aralık denenip sonra terkedilen Lamarkçılık diye bir görüş vardı. Lamark’a göre hayat boyunca kazanılan karakterler nesilden nesile geçerdi. Meselâ oduncunun oğlu güçlü kuvvetli, buna karşılık rahat işlerde çalışan bir adamın çocuğu zayıf olurdu. Kullanılmayan organlar yavaş yavaş dumura uğrar ve nihayet ortadan kalkardı. Meselâ 30 nesil farenin kuyruğunu kesersek 31. nesil fare yavrulan kuyruksuz doğacaktı. Bu teori fazla denenmeden ortaya atılmış ve evrim kavramını desteklediği için çok taraftar bulmuştu. Fakat yukarıda kabaca anlatılan fare deneyine benzer tecrübe ve gözlemler Lamark’ı desteklemedi. Bu arada “genler” keşfedilmiş, “genetik” adıyla bir ilim dalı doğmuş, nesilden nesile aktarılan karakterlerin ömür boyunca çevreden, cemiyetten kazanılamayacağı, bunların genlerde şifrelenmiş bulunduğu, ırsiyete has olduğu anlaşılmıştı. Neticede biyolojide Lamarkizm tamamen terk edildi.
Fakat şanssızlığa bakın ki Marks ve Engels tam da Lamarkizm’in revaçta olduğu devrede geldiler. Bu teori onların da işine yaradı. Madem ki karakterler bir hayat boyunca kazanılıp sonra nesillere aktarılabiliniyordu, insanın birçok tabiî içgüdüsü de kolayca değiştirilebilirdi. Meselâ mülkiyet, aile bağlılığı hisleri… Bunlar herhâlde içinde yaşanılan cemiyet tarafından fertlere, onlardan da nesillere veriliyordu. Bunlar değişmez şeyler değildi ve komünist toplum kurulduğunda, birkaç nesil sonra mülkiyet duygusu, rekabet hissi, aile bağlılığı ortadan kalkacak, insanlar artık sahip olmağa çalışmayacak, birbiriyle yarış etmeyecek, kıskanmayacaklardı.
Marks da, Engels de öldü. Fakat hiç beklemedikleri yerde onların otoriteleri adına bir ihtilâl yaptı ve mantıkları orada yaşadı. 1937’ye gelindiğinde ilim dünyası için Lamarkizm tarihten bir yapraktı. Ama neo-skolastik Rusya’da çağdaş ilme “burjuva bilimi” deniyor, apayrı bir sosyalist bilim, hattâ sosyalist biyoloji gelişiyordu! Ölü Lamarkizm’in Marks’a, Marks’ın da Lamark’a uyması bu iki otoriteyi de Rus ilminin başına belâ etti. Lizenko (Lysenko) adlı biri Lamarkizm’in asla ölmediğini, sadece burjuvaların ve emperyalistlerin, kapitalistlerin hışmına uğradığını ilân etti. Stalin ve devlet de onu destekleyince Rusyanın ve biyolojisine hâkim oldu. Kışlık buğdaydan yazlık buğday yetiştirebileceğini, uygun ortamda yetiştirilen buğdayın çavdar tohumu vereceğini ileri sürdü ki bu, ormanda büyüyen köpeğin tilki doğuracağı iddiasına benzer… Gerçek ilim adamları Lizenko’ya karşı çıktılar. Fakat Komünist Partisi Engizisyondan da baskın çıktı. Kitle hâlinde tevkifler, mahkûmiyetler başladı. En çok direnenlerden genetikçi Vavilov yargılandı ve ölüme mahkûm edildi .Bu ceza sonradan hapse çevrildiyse de Vavilov yeraltı hücrelerine dayanamadı ve hapiste öldü.
Galile, Engizisyon karşısında fikirlerinden döndüğünü ilân etmişti. Vavilov öyle yapmadı, “Ateşe gideceğiz, yanacağız, fakat kanaatlerimizi değiştirmeyeceğiz.” diye haykırabildi. Vavilov, Galile’den cesurdur… Engizisyon, Galile’yi ev hapsine mahkûm etmişti. Bilimsel Sosyalizm ise Vavilov’u ölüme… Engizisyon herhâlde Bilimsel Sosyalizm’den daha yumuşak daha az skolastikti.
Gelecek yazıda, günümüz Türkiye’sindeki skolastisizmi inceleyecek sonra ilim metoduna ve Türk Milliyetçiliği’nin ilme bakışına döneceğiz.
[1] Arşimet bu münferit pırıltılardan biridir. Deney yapmış, elleriyle çalışmış, bulduklarını vatanının müdafaasında kullanmıştır. Suyun cisimleri kaldırma kuvvetini hesaplamakta kullanılan Arşimet prensibi kesinlikle müsbet ilimdir.
[2] Birçok kimsenin zannettiğinin aksine matematik müsbet ilim değildir. Sadece tecrübeye, gözleme dayanan, vakıalarla uğraşan ilimlere müsbet denir. Matematik ise tabiata değil mantığa dayanır. Kafalarda kurulan mücerret sistemlerle uğraşır. Ancak müsbet ilimlerin bir alet olarak matematiği kullandıkları ve matematiği kullandıkları ölçüde kesinlik kazandıkları doğrudur.
[3] Bu anekdotta gidip atın dişlerini saymayı teklif edenin Bacon olduğu da rivayet edilir.