Yükleniyor...
Yazıdan önce ortaya çıktığı için kesin olarak tarihlenemiyor ama antropologlara göre ilk kent devletleri, yaklaşık 4-5 bin yıl önce kuruldular. Devletlerin kurulmasıyla birlikte toplumlar tabakalı hale geldi ve krallar/sultanlar ortaya çıktı.
Kralların, sultanların vb. kendilerine atfedilen kutsallaştırılmış, karizmatik bir siyasi statüleri vardı. 16-17. yüzyıllara kadar, kesintili istisnalar hariç bu konumlanmaları icabı ülkelerini yüzyıllarca tartışmasız tek siyasal velayet/otorite “geçerli tek akıl” olarak yönettiler.
Hâl böyle olunca, ülkeleri yöneten hükümdarların kişisel iradeleri, kaderleri sorgusuz sualsiz yüzbinlerin, milyonların akıbetini belirledi.
Zaman içerisinde toplumların çevresi ve çehresi değişti. Bilgi ve hakikat tekelleri kırıldı. İnsan madden ve ahlâken değişti, gelişti.
Toprağa/tarıma dayalı devlet yönetimleri ve toplumsal hayat, iletişimin yaygınlaşması, kentlerin ve tekniğin gelişmesiyle, hem yapısal hem de yönetimsel olarak; ekonomik, sosyal siyasi ve idari yönden farklılaştı.
İktidar sahipleri; değişen bu şartlar altında meşruiyetlerini, “karşılıklı uygun bulma inancını” korumak için, uzmanlaşmış sıradan insanları yönetimlerine ortak ederek (yaygın bürokrasi) yetkilerini yasal olarak paylaşmak zorunda kaldılar.
Gene bu dönemde; tarihin çok eski çağlarından bu yana sosyal bir gerçeklik olarak ilk formlarıyla var olan etnisitelerin/milletlerin siyasal meşruiyetin temel kaynağı haline geldiklerini görüyoruz.
Söz konusu dönemde toplumsal hayatın refleksleri değişmiştir artık. Siyasi yapıda kimi zaman, yığın olarak görülenlerin artık ne düşündükleri önemlidir. Devlet ve toplum, değişen bu iklimde, mecburen farklı kurumlarla organize olmaya başlamıştır.
Anayasalar/toplum sözleşmeleri ile birlikte Etnisiteler, klişe olarak ifade edecek olursak; hükümdarların kulluğundan, Allah’ın kulluğuna; millete, vatandaşlığa, cumhuriyete terfi etmişlerdir…
Diğer bir deyişle millet egemenliği siyaseten “modern biçimiyle” merkeze oturmuş ve milliyetçilik fikri hür insani gelişmenin taşıyıcısı/motoru olmuştur.
Tabi ki insanlar modern devlete ve topluma; Sir Henry Maine’ın meşhur formülü ile ifade edecek olursak; “statüden sözleşmeye’’ kolay geçemedi. Büyük bedeller ödediler. Bu akışkan insanlık hâlleri, kültür değişmeleri olarak adlandırılıyor.
İnsanlık, bu rasyonel ilerlemeleri ve aşamaları; fizik ve mantık olarak topyekûn gerçekleştiremedi. Tarihten, hatta içinde yaşadığımız dünyadan da gayet iyi biliyoruz ki, toplumlar eş zamanlı yaşadıkları çağlarda bile, birbirlerinden çok farklı medeniyet seviyelerinde ve sistemlerinde aymazca yaşadılar, yaşayabiliyorlar… Mesela, hâlihazırda içinde bulunduğumuz dijital çağda “üçüncü dünya” ülkelerinin ilkel ve çarpıcı sefaletleri bize bu durumun somut örneklerini verirler.
Özetle ve genel bir bakış açısıyla, kabataslak izah etmeye çalıştığımız insanlığın Yakın Çağ’a kadar olan değişimi ve gelişimi; serencamı böyle.
Yalnız burada bize özel tarihî bir kırılmaya dikkat çekmek istiyorum:
16-17 yy.dan sonra, (Bir eponim olarak Kanuni’nin ölümü milat sayılabilir) Osmanlı imparatorluğu ve dolayısıyla Müslüman toplumların, gelişen Yeni Dünya düzenine, yani cari olana ayak uyduramadıkları için düşüşe geçmesi.
Kodaman’ın ifadesiyle; “Osmanlı için tarihî süreç tersine işlemeye başlamıştır…’’ E.Gellner’in ifadesiyle; “Osmanlılar Modernite’nin mağduru olmuştur.’’
Yazımızın özel konusu olmadığı için; Osmanlı’da yaşanan bu gerilemenin ve bozulmanın, dekadansın nedenlerini genişletmiyoruz lakin İ. Kafesoğlu’nun da belirttiği gibi: “Töre, Türklerde hükümdarın sınırlarını belirleyen yegâne unsurdu.’’
Tarihi hareketleri kronolojik olarak göz önüne aldığımızda, siyasi nedenlerden biri olarak, Türklerde çok eski çağlardan beri “Büyük Hun Hükümdarı Mete (MÖ 209 – MÖ 174)’’ Etkili bir yasama kurumu olarak kullanılan Toy/ Kengeş/ Kurultay töresinin; Çin, Hint, Fars, Arap, Bizans kültür hastalıklarının bulaşması nedeniyle, yozlaştırılmış ve geliştirilememiş olmasını sayabiliriz diye düşünüyorum!
Din, genel olarak toplumların hayatında temel isteklendirme kaynaklarından biri olarak işlev görür.
“Tarihte olduğu gibi günümüzde de din, toplumları etkilemekte, yönlendirmekte, toplumların değişim süreçlerinde görece olumlu veya olumsuz roller oynamaktadır.’’ (Toplumsal Değişme Ve Din; E. Okumuş )
Burada bizim mesele ettiğimiz; Müslüman toplumların, daha da özelde Türk-İslam toplumlarının üç asrı aşan bir zaman dilimi içinde, çağları, “zamanın ruhunu” neden geriden takip ettikleri ile ilgilidir.
Bizim gözlemimiz; Müslüman toplumların hâlihazırdaki bu geriliklerinin önemli sebeplerinden birisi, “neredeyse mekanik olarak işlettikleri” abartılı liderlik ve buna bağlı yönetim anlayışlarıdır.
Liderlik ve sistem neredeyse eşanlamlı algılanıyor ve bu akıl erdirme de, tabii olarak ‘işleyişe bir olgu/sonuç olarak yansıyor!
Allah(cc) Al-i İmran suresi 159. ayette, Peygambere bile “Yapacağın işlerde onlarla istişare et/ onlara danış/müşavere et/ reylerini al.” diye buyururken! Şura suresi 38. ayette “Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.’’ derken! (www.Kuranmeali.com)
Müslüman toplumların (özellikle Arap kabilelerinin) bu değeri işittikleri hâlde, üstünde yeterince düşünmedikleri “akıl etmedikleri’’ veya “işlerine gelmediği” anlaşılıyor.
Birçok araştırmacının da ifade ettiği gibi: Bilhassa, erken dönem İslam tarihinde, İslam hukuku/fıkhı (bilgisi veya bilimi) üzerinde, yerel Arap kültürü kaynaklı olumsuz yansımalar görülüyor! (ki, bir bölümü müktesebat içinde günümüze kadar taşınmışlardır.)
Sosyal ve siyasi din referanslı yapıların inşa edilmeye başlandığı bu erken dönemde, İslam öncesi klasikleşmiş/gelenekselleşmiş olan bir takım “özürlü” siyasal normların ve uygulamaların, daha sonra, resmî siyasetin ve riyasetin değerleri içine dâhil edildiklerini görüyoruz.
Özelikle; Emevi ve Abbasi dönemi Hilafetlerinin/Saltanatlarının kimi icraatları; (Bir kısım siyasi Fakih/Ulemanın onayı İle beraber) bu olumsuz etkilerin en bariz delillerini verirler.
Döneme ait tarihî kaynakların büyük bölümünde de belirtildiği üzere; Peygamberin ölümünden kısa bir süre sonra -yaklaşık 15 yıl- halife/lider Hz. Osman döneminde siyasi organizasyonlarda ciddi yozlaşmalar baş göstermiştir!
“Bu dönemde yaşanan siyasi ve sosyal olaylar, alınan hukuki kararlar, din/iman bağlamında değerlendirilmiştir. Bu düşünce, dini, olaylara meşruluk kazandırma aracı kılmıştır’’ (F. Akdemir)
Sosyo-politik düzen kurulurken değişen şartları yönetmek için ilkeler kurallar oluşturmak gerektiğinde: Toplum nezdinde “kültleştirilen” halifeler/sultanların kimi kişisel istekleri ve bakışları temel etkenlerden biri olarak belirleyici olmuştur. İktidara referans “eşlikçi’’ olan siyasi ulemadan kişilerin “mişnaları” aracılığıyla meşruiyet sağlanmaya çalışılmış, meseleler tarif edilmiştir.
Tam da burada, halife/hilafet kavramını biraz açmamız gerektiğini düşünüyorum: Halife/hilafet sözlük anlamı olarak Arapça; ‘yerine geçen’ demektir sonradan İslami devleti vurgulamak için kullanılan bir terim olduğu ortak bir görüştür.
Kur’an-ı Kerim’de hilafet kelimesi yer almadığı gibi halife de terim anlamıyla geçmez; ancak halife ve halaif ve hulefa kelimeleri kullanılarak insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu sıkça tekrarlanır. (el-Bakara 2/30; el-Enam 6/165; Yunus 10/73; en-Neml 27/62; Fatır 35/39; Sad 38/26, Türkiye Diyanet Vakfı, İslamansiklopedisi.org.tr/hilafet)
Evet, Müslüman toplumlar siyasal olarak sistem/düzen yapılarının kurumsal işleyişlerine kafa yormaktan ziyade, lider/kişi odaklı olarak, liderlerin taraftarları, bendeleri olarak siyasal iktidara eklemlenmişler/ eklemlenmekteler…
Burada, Foucault’u bir ifadesini, kendisinin vasiyetnamesi gereği, yani daimi bir doğru kabul etmeden kıymetlendirirsek: “Bilgi, iktidar araçlarınca şekillendirilerek yayılıyor.’’ Ki, bu durumda; iktidarda bulunan abartılı lider/kişilik kültünün yani toplum üstündeki bu büyük nüfuzun her şartta olmasa da, birçok vahim sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmek zor değil.
Halen 2021’de bile, Müslüman toplumlar, yaygın bir kuruntu olarak liderlere ölçüsüz/hadsiz bir güç yakıştırması yapıyorlar. Zihinlerinde, mistik ve mutlak olan bu siyasi liderlik anlayışına bağlı yönetim tasarımları uyumlanıyor ve şekilleniyor…
Kitleler, mehdilik, halifelik, saltanat, şeyhlik kavramlarını modern/sözleşmeli siyasi liderlikle beraber algılıyor, hatta eşdeğer görüyorlar. Şartlanmışlar! Tabii kültürel engelli bu tarihî miras çoğunluğa hâkim ve düzeyde zihinlere yerleşmişse! Ne yazık ki çözümü de sanıldığı kadar kolay olmuyor.
Evet, bu kaba anlayış, İslam dünyasında kurulmaya çalışılan sistemlerin kimyasını bozan “aklı baştan çıkaran” asli nedenlerden biridir!
İslam ülkelerinde yaklaşık üç yüzyılı aşkın bir süredir yoğun olarak yaşanan ve artık alışılmış “kadermiş gibi’’ yaşanmaya devam eden adaletsizliklerin, yolsuzlukların, yoksunlukların yani bu uğursuz sefilliklerinin sebebi halk oylamasında milletlere sorulsa; şüphesiz müştereken birinciliği kötü liderler ve yönetimler şıkkı alırdı.
Tabii bu kadim ve lanetli durum ortaya çıktıktan sonra bu olguya bağlı olarak diğer yorgun sorular da hemen ardından geliyor!
Peki… O hâlde hâlâ bu çağda, bu aymaz keyfi yönetimler neden kullar/vatandaşlar tarafından layıkıyla sorgulan(a)maz? Niçin normal karşılanır?
Hangi sebeplerden ötürü doğal irade geliştiril(e)mez?
Geliştirilemiyor!
Çünkü, teşbihte hata olmazsa eğer, Godot’u bekler gibiler… Siyasi veya uhrevi birinin “liderin’’ çıkıp kendilerini kurtarmalarını bekliyorlar! Adeta determinist ilke işliyor; yöneten isimler değişse de bozuk düzenleri, tekrar edip duruyor…
Türkiye, 21.yy’ın ilk çeyreğinde; BM üyesi 57 bağımsız İslam devleti arasında sosyo-politik olarak, demokratik hukuk devleti kimliği taşımaya niyetli bir ülke ama henüz iktidar ile toplum arasında siyaseten sağlıklı bir etkileşimden bahsedemiyoruz…
Siyasi liderlik ile ilgili, anlamlı bir idrakten yoksunuz. Bunun doğal sonucu olarak; siyasal bünyedeki davranışlarda suiistimaller sıradanlaşıyor. Anayasal ilk belge olarak 1808’deki Sened-i İttifak’ı başlangıç kabul edersek; 1923’de Atatürk’ün “tepeden’’ bir yaklaşımı ‘’feraseti’’ olarak, Cumhuriyetin kurulmasıyla köklendirilmeye çalışılan demokratik sistemimizin; iki asrı aşan bunca zaman zarfında henüz tavanda ve tabanda yeterince olgunlaşmadığına dair genele malum olan niteliksel örnekler vermemize sanırım gerek yok.
Problemi çözümlemeli bir bakışla anlamaya çalıştığımızda; işin temelinde kültürel kodlanmalarla (zihniyet hatalarıyla) yüz yüze geliyoruz.
Öncelikle, güncel siyasi kavramların zihnimizde çağrıştırdığı tanım ve tarifini yaparken anakronizme düşüyoruz. Liderliğe bakışımız: Sosyo-politik açıdan bir ”mit” anlatımı dâhilinde zihinlere nakşedilmiş.
Kitlelerin, liderlik algısı adeta dogma olarak fikren hapsedilmiş, çerçevelenmiş. Halk nezdinde; makam uygulamalarındaki hukuk dışı hezeyanlı davranışların esas meşruiyetini ve rızasını da bu anlayış sağlıyor.
Güncel bir okuma ve anlama bilgisine sahip değiliz veya hiç böyle bir kaygımız yok.
Bu bağlamda sorunlu yapıyı besleyen faktörleri ortaya koyabilmemiz için refleksif bir bakışla; tarihi siyasal süreçleri, teolojik müktesebattaki yanılgıları, jeopolitiği, kültürel kodlanmaları derinlemesine tartışmamız ve analiz etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Ortaya çıkacak veriler, bilgiler ile kamuoyu aydınlatılarak kararlar, kurallar oluşturulmalı diye düşünüyoruz!
Yıl 2021… Padişahlık/monarşi, ordu komutanlığı, devlet başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, parti liderliği vs. farklı kavramlar değil mi? Bunların, birbirinden ayrı otorite, temsil konumları olduğunu günümüzde aklı başında kimse tartışmıyor. Türkiye’de bu kavramların henüz kitlelerin zihninde berraklaştığını söyleyebiliyor muyuz?
Bugün, hâlâ siyasi parti liderleri halkın içinde yarı tanrı gibi dolaşıyorlar. Tarikat şeyhleri gibi davranıyorlar. Her şeyler ve her şeyi mutlak biliyorlar!
Toplumun muhafazakâr addedilen bir bölümünde, teoride olmasa da pratikte tıpkı paganlar/putperestler gibi; kutsal saydıklarını cisimleştirme /ortak bulma eğilimleri bir olgu olarak var. soyut düşünmede zorlanıyorlar! Şirk kokuyor değil mi? Maalesef, fiili durum budur.
“Ahmaklaşarak” yaşanan bu modern putperestliği, inanç noktasında çözecek olan -artık peygamberler de gelmeyeceğine göre- irfan sahibi sağduyulu milletin kendisidir, onun iradesi, talebidir, hâlihazırdaki siyasi mekanizmalardır…
Çözüm; siyasi partiler kanununu “adam akıllı’’ düzenlemekten geçiyor: Denge denetleme sisteminin kurulması ve işletilmesi gereken öncelikli kurum, siyasi partilerdir!
Kuramsal/Teorik olarak anayasadaki siyasi partiler kanunu antidemokratik ve problemlidir! Liderlere kör biati desteklemektedir ve fiilî olarak Türkiye’de liderler oligarşisi yaratmıştır.
Sözde seçimle, uyduruk delege sistemiyle başa gelen “vatandaş lider” görevinde zaman sınırlaması olmaması nedeniyle süresiz, ölene kadar makamı resmen işgal edebiliyor ve tüzük oyunlarıyla adeta sultan haline dönüşüyor!
Partilerini/davalarını, demokratik olarak yönetmek istemeyen ve yönetmeyen liderlerin, iktidara geldiklerinde devleti demokratik kurallara, usullere, teamüllere göre yöneteceklerini düşünmek mümkün müdür? Bunu düşünmek abesle iştigal değil midir?
Türkiye’de demokratik ilkeler kimi zaman (genelde seçim öncesi) gayri ciddi söz dalaşlarında sığ ve afaki laflarla mevzu edilir. İktidar için yapılan mücadelelerde, ortak akıldan, şeffaf yönetimden, hesap verebilirlikten, ortaya karışık söz edilir…
İlginçtir! Seçim dönemi sona erince, iktidar erkini yakalayan lider ve şürekâsı ‘’sosyal İllüzyonistler’’ bu konuda adeta amnezi yaşarlar!
Evet, başlarken millet iradesinden dem vuranlar, “hukuksuzluğa, her türlü vesayete karşıyız!” diyenler; iktidarı kapınca, şahsi çıkar ve vesayet bloklarını, kırk dereden su getirip kuruyorlar.
Vesselam… İnsanlığın evrensel temel meşru ortak değerlerini, milli sosyal-psikolojik değerler ile harmanlayarak, karar alıcı verimli mekanizmaları, milliyetçi-demokrat yapıları bir türlü kuramıyoruz; örgütleyemiyoruz!
Devam edelim…
Türkiye sosyolojisinde “lider” dediniz mi birine cin şişeden çıkıyor. Kelime, sanki tılsımlıymış gibi, koltuğa oturan vatandaş âdeta başkalaşıyor, hatta beraber yürüdüğü yönetim kurulu ve diğer yan organlardaki şahsiyetler bile liderin gözünde iğreti birer figürana dönüşüyorlar!
Milletin geneli de saplantılı halde buradan yürüyor ve horoz dövüşü havasında başlıyorlar cebelleşmeye, çekişmeye…
Hâlbuki hayatları hepimiz gibi sınırlı ’’pamuk ipliğine bağlı’’ bu fanilerin uzun boylarını, kısa boylarını, genelde retorik olarak tasarlanmış itirazlarını ve öngörülmüş cevaplarını, özetle; sahnelerini, holigan taraftarlar olarak tartışmak yerine, siyasi uygulamalarında (parti içi ve dışı) adil olup olmadıklarına, birikimlerine, vaat ettiklerini gerçekleştirip gerçekleştirmediklerine, bakmamız gerekmez mi?
Milletin yaşam standartlarını yükselteceklerini iddia ettikleri, söz verdikleri, parti programlarına odaklanmamız ve tartışmamız gerekmez mi?
Dürüst, temiz, “hakça pakça” bir yönetim için hangi demokratik mekanizmaları kuracaklarını, hangi organizasyonları yapacaklarını incelememiz ve -eğer güveniyorsak- diğer siyasi guruplarla; bu anlayışı, bu tavrı, bu iddiaları ve uygulayıcı bu kadroları bir bütünlük içinde tartışmamız akabinde de yarıştırmamız gerekmez mi?
Böyle oluyor mu? Üzücüdür, olmuyor!
Ve… Bu durum, sonun başlangıcı oluyor.
İlk düğme yanlış iliklenince, buna bağlı olarak alt yapılarda iş, domino etkisiyle, ta köydeki muhtara kadar kopya ediliyor.
Tekrar ediyoruz, siyasi partiler kurumsallaştırılmadan (Liderlerin partileri değil, partilerin liderleri oluşturulmadan) diğer yönetim yapılarının fonksiyonlarını (yasama, yargı, yürütme) revize etmek, çok net ifade ediyoruz; züğürt tesellisi olur. Türkiye eğer sivil siyasi partiler eliyle yönetilecekse işin püf noktası kesinlikle burasıdır.
Zamanımızın, liderlik algısı ve buna bağlı yönetim anlayışı, şartlar gereği değişmiştir ki daha da değişecektir. Bu açık gerçeği görememenin; Türk milleti ve Türk devleti için süreç içerisinde yüksek maliyetler oluşturacağını da anlamak zorundayız.
Gerçekte, artık dünya, algoritmaların, yapay zekâların dünyasını yaşıyor ama tabi ki burada önemli olan bizim Türk Milleti olarak, bunun ne kadar farkında olduğumuzdur!
Evet, bizim açımızdan, özetle ifade etmeye çalıştığımız genel durum budur.
Tasamızı burada, bu kısa makalede derinleştirmemiz mümkün değil. Temeli kültürel ve çıkar odaklı olan bu çapraşık meselenin geçmişi ve bugünü arasındaki ilişkiye de temas etmeye çalışarak, bir akış dâhilinde, kapısını aralamaya çalıştık.