Yükleniyor...
Felsefesiz olmuyor, n’eyleyim?
Siyaset dediğimiz okey mezesinde ise felsefe hiç tat vermiyor, değil mi? Ben de öyle hissediyorum. Ama bir kere sırtınızı sağlam bir hocaya dayayıp da bir torpil kaptınız mı da tadından yenmiyor mübarek yani!
Gene her şeyi ortalığa saçarak başladık söze…
Umula ki düşmandan yana gelmeyin göze!
Hay-i hak!
Bu sefer lâfı fazla uzatmayalım da sabrınızı zorlamayalım.
Şu reel politik meselesini artık bitireyim diyorum. Neden derseniz; biz sonuç ilgili bir toplumuz. Üzümü yer, bağını sormayız. Dolayısıyla pek gerçekçi davranıp duran mesela “merkez sağın”, memleketi getirdiği noktayı görür fakat hâllere nasıl düştüğümüzü bir türlü anlayamayız.
Eh.. Madem gerçek gerçektir… Neden bunca gerçekçi siyasetçiye rağmen memleket yazılım hatası vermiş “Matrix” gibi teklemektedir? (Nasıl? Araya iyi bir sinemasever olduğumu da sokuşturup entellektüelliğimi şey ettirdim mi?)
Hiç uzatmadan ahkâm keseceğim. (Şimdilerde buna sosyal medyada “yargı dağıtmak” diyorlar ya hani… Tövbe tövbe!)
İki tip gerçekçilik vardır: Edilgen gerçekçilik, etkin gerçekçilik.
Edilgen gerçekçilik, kendisine bir mevzu sorulduğunda meselâ “ En iyisi Amerikalılara soralım, onlar en iyisini bilir..” diyen eski cumhurbaşkanlarımızdan Abdullah Gül’ün tavrında ortaya çıkan gerçekçiliktir. Böylece, herhangi bir soruna “gerçekçi” bir çözüm bulma yetkisini, başkalarına devretmek tutumu ortaya çıkar. Bu gerçekçilik midir? Hem de sonuna kadar! Amma ve lâkin… Amerikan gerçekleri bizimkilerle aynı mıdır? “Canım insan her yerde insandır. Terörün ırkı, rengi, dini, dili yok! Türk, Kürt fark etmez, insan olsun yeter!” falan gibisinden işporta aydınlığına soyunacak olursak; Sayın Gül’ün gerçekçiliği eşsiz bir tutumdur.
Ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü felsefi gerçekle toplumsal gerçeklik bambaşka şeylerdir.
Amerikan vergi mükelleflerinin zenginliği, bir başka ülkenin doğal kaynaklarını ucuza kullanmakla sağlanabilirse, Amerikan hükümeti, o ülkenin huzuruyla ya da adaletiyle falan ilgilenmez. İngilizlerin meşhur “Hindistan’ın kaderi artık bizi ilgilendirmiyor…” mealindeki beyanları, aslında bunun nefis bir açıklamasıdır. (Sanki daha önce İngilizler Hintli çocukların nasıl daha iyi yetiştirileceğiyle falan çok ilgilenmişlerdir de…)
Dolayısıyla Amerikan hükümeti, kendi menfaatlerinin ve ihtiyaçlarının “göz önüne alınması gereken” gerçekler olduğunu, ilgili ülkelere kabul ettirmeye çalışır.“ Aaa! “Ama ABD Türkmeneli ile sınır kapısı açmamıza izin vermiyor ki!” diye zırlayan biriyseniz Amerikan etkin gerçekçiliğinin karşısında edinilmiş çaresizliğinizle edilgen bir gerçekçiliği benimsiyorsunuz demektir.
Demek ki etkin gerçekçilik, uluslararası ilişkilerde kendi gerçekliğini ortaya koyarak başkalarının bu gerçekliği benimsemesini sağlamak demek.
Edilgen gerçekçilik ise, başkalarının kendisine dayattığı gerçekliği olduğu gibi kabul ederek kendi gerçeklerini, dayatılan gerçeklik penceresinden görmek, bu gerçekleri göz ardı etmek ve hıyanet seviyesinde ise artık bu gerçekleri inkâr etmek anlamına gelir. (Sen “Ne mutlu Türküm diyene!” dersen o da çıkıp “Hayır Kürtüm diyene!” derse ne yapacaksın?” diye soran zevzekler vardı ya… Hatırladınız mı?)
Basında sürekli bir şeylerin “ıskalandığı” hissine kapılıyorsanız… İşte o ıskalama, Türk’ün gerçekliğinden ayrı, başkalarının dayattığı gündemlerle ve bakış açılarıyla düşünmeniz için sürdürülen işbirlikçiliğin eseridir.
Dolayısıyla kahvede okey kabinesi kurduğunuzda, memleketi yeniden inşa edecekseniz, kumunuzun, çimentonuzun, demirinizin hangi topraklardan temin edildiğini anlamadan bence inşaata başlamayın. Bak, benim rahmetli babam inşaat mühendisiydi, bir şey biliyoruz da konuşuyoruz! Çaktın?
Kalın sağlıcakla!
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!