Yükleniyor...
Hükümetimizin “Çılgın Proje” nitelemesi ile kamuoyuna sunduğu “Kanal İstanbul” projesinden söz etmek istiyorum. “Çılgın” sıfatının sözlük anlamı: aklını kaçırmış, deli demektir. Gerçi hükümetimiz metafor yaparak muhteşem, olağanüstü proje anlamında sunsa da bu proje sözlük anlamına uygun düşecek şekilde, ismiyle müsemma “çılgınca” bir projedir.
Bu proje için ana hatlarıyla, şu sakıncaları ileri sürülmektedir;
Böyle büyük çapta bir yatırımı gerektiren ve bir dizi değişimi öngören projenin ilgili kurumlarda, üniversitelerde yeterince tartışılıp bir ortak aklın ürünü olarak ortaya çıkması umulurdu. Bu şekilde gündeme getirilmesi, hangi amaca, kime veya kimlere hizmet edeceği konusunda spekülasyonlara neden olmaktadır.
Montrö Sözleşmesinin Boğazlarla ilgili bağlayıcı hükümlerine rağmen, projenin öngörülen amacına ulaşılamaz. Montrö’nün masaya yatırılması ise sözleşmeden doğan kazanımlarımızın kaybedilmesi ile sonuçlanır.
Proje kara ve deniz ekosistemlerinde bir dizi çevre sorununa neden olacaktır.
Dünyada böyle kanallar genellikle deniz ulaşımını önemli ölçüde kısaltarak büyük ekonomik kazançlar sağlarlar. Örneğin; Deniz ulaşımını, Panama kanalı 22500 Km. ve Yunanistan’daki Corint kanalı 700 Km. kısaltmaktadır. Proje bu yönüyle hiçbir avantaj sağlamıyor. Üstelik kanalı kullanmaya zorlama gücünüz yok ise, hiç kimse 1700-4000m. genişliğinde bir Boğaz dururken, 150m. genişliğindeki bir kanalı kullanmaz.
Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik koşullarda, hiçbir ivediliği ve önceliği olmayan 65 milyar dolarlık bu yatırımın, ekonomimizi çok olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır.
“Çılgın Proje” nin her gün medyada yazılan, söylenen yukardaki mahzurlarına kısaca değindikten sonra, zaten yeterinden fazla büyüdüğü için bir dizi kentsel sorunla boğuşan İstanbul’un, bu proje ile büyümesinin ivme kazanarak, mevcut sorunlarını içinden çıkılmaz hale getireceğine dikkat çekmek istiyorum.
İstanbul, orta çağda Doğu Roma’nın, yeniçağda Osmanlı’nın başkenti ve 95 yıldan beri de Türkiye Cumhuriyetinin en büyük kentidir. Çağları aşan tarihi kimliği ile eşsiz kültürel mirasa sahip bir kent olmakla kalmayıp, Boğazı (Bosphorous) ve Haliç’i (Altın boynuz-Golden horn) ile tüm dünyanın hayran olduğu, harika doğal güzelliklere ve eşsiz kültür mirasına sahip bir kenttir. Ortodoks İstanbul, 1204 yılında dördüncü haçlı seferi ile Katolik Hıristiyanlar tarafından işgal edildi. Katolikler 57 yıl kalarak kenti talan ve harap ettiler. Bizans’ın çöküş dönemi olduğu için tekrar imar edilemedi. Kent 1453 te Türkler tarafından fethedildiğinde harap halde idi. Daha sonra yapılan imar çalışmaları ile İstanbul’a “DÜNYANIN EN GÜZEL TÜRK KENTİ” kimliği kazandırılmıştır. Bu özellikleri ile de yüzyıllardır Türk kültür ve sanatının merkezi olma özelliğini sürdürmüştür. Türkçenin birçok ağız ve lehçelerin konuşulduğu ülkemizde, örnek alınacak ideal Türkçe “İstanbul Türkçesi” dir. Türk edebiyatının, Türk tiyatrosunun, Türk müziği ve resim sanatının, Türk mimarisinin, Türk sinemasının, Türk modasının merkezi hep İstanbul olmuştur. “Yüksek Türk Kültürü” dendiği zaman da İstanbul’da yaşanan ve gözlenen kültürel yapı akla gelirdi.
Bilindiği gibi İstanbul denince akla gelen en yetkin kişi Yahya Kemal Beyatlı’dır. “Bir semtini sevmek bile bir ömre bedel” dediği İstanbul için, aşağıdaki şiirinde de şöyle der;(kısaltarak);
“Gelmek’çün ikinci bir hayata,
Bir gün dönüş olsa ahiretten;…………
İstanbul’a dönmek isterim ben.”
İstanbul sevgisi ve bilgisiyle yüklü bu değerli insan, 6 Şubat 1935 te İstanbul şehir meclisinde bir konuşma yaparak, özetle: “Şehrin büyümesini yönlendirirken turizm, ticaret, sanayi sektörlerinden hangisine ağırlık verilmesi gerektiği konusunda düşüncelerimizi netleştirip, buna uygun olarak da uzun vadeli(50 yıllık) bir perspektif oluşturmak gerektiğine ..” dikkat çeker. O tarihte İstanbul’un nüfusu 741 bin idi. Büyük şairin söylediklerine tekrar dönmek üzere, İstanbul’un o günden sonraki gelişimine bir bakalım.
Maalesef o günlerden günümüze, ülkeyi ve İstanbul’u yönetenlerimiz, kentin gelişimi konusunda bağlayıcı veya yönlendirici politikalar uygulayamadılar. 1960 larda başlayan sanayileşme ile birlikte tesisler İstanbul’un içine, hatta Boğazın kıyısına kurulmaya başlayınca, işgücü talebini karşılamak üzere İstanbul’a doğru bir iç göç başladı. Artık en büyük sanayi kentimiz İstanbul’un önlenemez hormonlu büyümesi başlamıştı. İlk göçenlerin peşinden önce yakınları, sonra hemşerileri geldiler. İstanbul’un her semtinde bir Anadolu kasabası oluştu. İstanbul fiziki bakımdan megapol olurken, “İstanbul Kültürü”, yoz bir varoş kültürüne teslim oldu. 1990 larda nüfus 6-7 milyonlarda iken, kentin belediye başkanı Sn. Erdoğan’ın, “İstanbul’a göçün sınırlandırılması gerekir” sözü, nasıl yapılacağını tartışma dışı bırakırsak, belki de siyasi hayatının en doğru söylemi idi. Ama nedense, büyümeyi ve göçü caydırıcı ve önleyici bir dizi önlem almak yerine tam aksine, rant için, imar değişiklikleri ile sivri binaları özendirerek, büyümenin getirdiği tüm sorunları kat be kat arttırdılar. Bunun da kente ihanet olduğu gene kendilerince itiraf edildi.
Ülkemiz ortakuşak tabir edilen ekvator ile kuzey kutbunun ortasında yer alan ve iklim yönünden her türlü tarımsal faaliyetin yapılabileceği, bu nedenle de nispeten dengeli bir nüfus dağılımına imkan veren, eşsiz bir coğrafi konuma sahiptir. Bu kadar büyük bir coğrafyada 80 milyonluk nüfusun neredeyse beşte birini, üstelik deprem riski taşıyan bir kentte toplamak büyük hatadır. Tüm sektörlerdeki politikalarımız bundan olumsuz etkilenmektedir.
İstanbul büyük bir kent olmaktan öte bir megapoldür. Büyük kentler dört, beş milyon gibi bir nüfusu geçip megapol olduklarında, sorunlar geometrik olarak artmakta ve çözümler de çok daha pahalı olmaktadır. Onun için birçok ülke bir dizi önlem alarak, mümkün olduğunca çok büyük kentlerin oluşmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Nüfus bakımından bizim 17 kat büyüklüğümüze sahip Çin’de 15 milyondan büyük kent olarak, Şanghay ve Pekin var, 13 kat daha büyük Hindistan’da Yeni Delhi ve Bombay var, bizden dört kat büyük ABD de sadece Newyork var.
Bir organizmadaki bir ur nasıl bir olumsuzluk ifade ediyorsa, çok büyük bir kent de o coğrafya için bir ur durumundadır.
Bir zamanlar tarımsal üretimi kendine yeterli yedi ülkeden biri olmakla övünürdük. Bugün birçok tarım ürününü ithal ediyorsak, bunun nedenlerinden biri, üretici nüfusun yerinden koparak, büyük kentlere doluşup, tüketici duruma düşürülmesidir.
Megapoller sadece kentsel sorunlar yaratmaz. İçinde tarımsal sorunlar, beslenme sorunları, ulaşım sorunları, işsizlik sorunları, yeterli eğitim alamama sorunları, terör örgütlerinin barınmasını kolaylaştırarak güvenlik sorunları da yaratırlar. Kent büyüdükçe toplumsal bağlar gevşer, zayıflar. Dini, etnik, mezhepsel illegal yapılanmalar kent varoşlarında geniş bir hayat alanı bulurlar.
İstanbul’un suyu Boğaz’ın 100-150 Km. batısındaki İstranca Dağlarındaki derelerden, doğuda ise gene 150 Km. uzaktaki Melen Çayından getirilmektedir. Çılgın proje ile ek yerleşimler nedeniyle, mevcut nüfusun %65 inin yaşadığı Avrupa yakasında ve buna bağlı olarak tüm Trakya’da ciddi su sıkıntısı doğacaktır. Trakya tarımı da zora girecektir.
1973 te birinci Boğaz Köprüsü yapıldığında İstanbul’un nüfusu 2,3 milyondu ve bir boğaz geçişi yetiyordu. Günümüzde Boğaz beş yerinden geçildi, buna rağmen trafik sorunu kat kat artmış durumda. Ayrıca, İstanbul’a her gün bir milyondan fazla İstanbul’da ikamet etmeyen insan geliyor. Gene binlerce kamyon sebze-meyve ve gıda maddesi geliyor. Bir o kadar da her gün İstanbul dışına gidiyor. İstanbul’da yaklaşık bir milyon araç var. Her gün bunun birkaç yüz bini trafiğe çıkıyor ve ortalama 40 dakika trafikte kalıyor. Kent büyüdükçe bu süre artacaktır. Bir hesaplamaya göre İstanbul’daki trafik sıkışıklığının bir yıllık maliyeti 6 milyar TL. dir.
Çok büyük kentlerin sorunları çok zor çözüme kavuşturulur ve hatta bazen çözümsüzlüğe doğru evrilirler. Halihazırda 15 milyonluk kentte yaşanan sorunlar, çılgın proje ile nüfus artışının ivme kazanmasıyla katlanacaktır. Bu durumda bir dizi ek yatırım da hızla yapılmak zorundadır. Nitekim İstanbul’daki raylı sistemler, otoyol ve tüp geçitlerin tamamının, yeni açılacak kanala doğru uzatılması, kanalın da iki altından, beş de üstünden olmak üzere şimdilik yedi yerinden geçiş öngörülmektedir.
Büyük şair Yahya Kemal’e dönecek olursak, yukardaki konuşmasında;
“ İltizam olunursa (gerekirse) Boğaziçi’nin altından tünel geçer. İnşallah köprü geçmez, temenni etmem “ demişti, ama biz üç köprü yaptık. Hele üçüncüsü ile İstanbul’un akciğerleri olan kuzey ormanlarını, o güzelim habitatları paramparça ettik. Şairin kemikleri sızlıyordur.
Şair konuşmasının aşağıdaki bölümünde günümüzdeki kente ihanetimizin nedenlerini anlamamıza yarayacak bir de ipucu vermektedir;
“İstanbul’un umran (canlandırma, bayındır kılma, imar) yetkisi kime verilmelidir? İstanbul’da bir halk var, bir de şehir var. İstanbul şehrinin umran kabiliyeti hudutsuzdur. Fakat halkın umran kudreti nedir?”
O gün şair, İstanbul’un gelecekteki imarı ile ilgili olarak, İstanbul halkının İstanbul’un tarihi ve kültürel mirasına uygun davranmayabileceği şüphesine düşmüştür. İstanbul’un sonradan aldığı göçlerin çok büyük bir kısmı, onun tarihi ve kültürel mirasını aklından bile geçirmeyen, geldiği gün kamu arazisini işgal etmekle işe başlayan, gecekonducu bir kitleden oluşmuştur. Bu süreç devletin gözü önünde “Gecekondu mafyaları” tarafından yönetilmiştir. Bu kitle önce “İstanbul kültürü” nü “Varoş kültürü” ne dönüştürerek, İstanbul’un kültürel kimliğini bozmuştur. Sonra da kimi az kimi çok, hangi siyasi parti yönetimde olursa olsun bu “yağmacı zihniyet” İstanbul siyasetinde de, belediyelerin kararlarında da her dönemde etkili olmuştur.
Geldiğimiz noktada, gecekondulaşma ile başlayıp, sivri yapılarla devam eden ve şimdi de “Kanal İstanbul” a uzanan İstanbul’un hormonlu büyüme sürecine hakim olan “Varoş kültürü”, seksen yıl önce halkın imar yeteneğinden şüphelenen Yahya Kemal’i haklı çıkarmıştır. O asla sezgisinde haklı çıkmayı dilemezdi, istemezdi. Sanırım, sonucun bu derecede kötü olacağını da aklından bile geçirmemişti. Nur içinde yatsın.
NOT: Y.K. Beyatlı’nın konuşmasının (tutanak katiplerinin yazdığı haliyle) tam metni “Aziz İstanbul” kitabındadır.(MEB 1000 temel eser serisi-1968)