Atalarımızın asırlık deneyimlerinden süzülüp gelen bilge bakış açısının altında yatan hikmetlerin veciz ifadelerini bulduğu atasözlerimiz arasında en beğendiklerimden birisi şudur: “Yarım hekim candan, yarım hoca imandan eder.” Dolayısıyla, din gibi son derece hassas bir alanda kalem oynatmak şöyle dursun konuşurken bile elimden geldiğince dikkatli davranmaya çalışırım ki düşüncelerim yanlış anlaşılmaya yol açmasın.
Din konusundaki bu vazgeçilmez duyarlılığı besleyen en sağlıklı bakış açısının ise rahmetli Tarık Buğra’nın bir romancının taşıması gereken en temel yaklaşımı dile getiren sözlerinde rastlandığını düşünüyorum; “bir bilim adamı gibi, tam da o kadar objektif.” Böylesi bir ele alış biçimi öznel değerlendirmelerin gebe olduğu pek çok yanılgıdan bizleri koruyacaktır. Bu bakış açısı aynı zamanda din konusundaki bilimsel gerçeklerin ortaya konulmasıyla sağlam temeller üzerine atılmış uzun soluklu bir “teceddüt” (“yenilenme” kavramını burada geleneğe uygun biçimde eski dilde de yazmakta bağlamsal yarar var) hareketinin de tohumunu da oluşturacaktır. Ta ki, insanlığın ortak bahçesine rayihasını verecek denli derin ve köklü bir gül fidanını andıran Türk tasavvuru ile ruhanî mirasımızı bambaşka ufuklarla da tanıştıracak pırıl pırıl bir Anadolu/Horasan Müslümanlığı, hak ettiği görkemle sahneye çıkarılabilsin.
İşte bu yazımızda, tam da merhum yazarımızın yukarıda takınılmasını salık verdiği türden bir “çağdaş” tavrı yansıtan Stephen T. Asma’nın konuya ilişkin görüşlerine değinmek istiyorum. Kendisi din felsefesi üzerinde otorite kabul edilen saygın bir akademisyen. Asma’nın düşünceleri ve değerlendirmelerini dikkate sunarken temel amacım, işbu sağlıklı ölçütlerin mihenginde kendi öz dinî değerlerimizin tartılmasının beraberinde getireceği düşünce gücüne dikkat çekmek.
Asma’nın – benim de yürekten katıldığım – iddiası, bilimin bizlere sunmaktan aciz kalıp ancak din sayesinde ulaşılabilen bazı yaşamsal üst değerlerin var olduğu. Bu savını ortaya koyarken göz önüne serip altını çizdiği ana hususlar ise özetle şunlar:
- Dinin gerekliliği hakkındaki tezini öne sürmeden önce Asma’nın da altını çizdiği güncel bir gerçeğin altını çizmek lazım. Başına derin ve düşündürücü bir “maalesef” ekleyerek ifade etmek gerekir ki bir kavram olarak din günümüz dünyasında ve hemen hemen dünya genelinde en itibarlı dönemini yaşamaktan bir hayli uzak. Bunda; şiddetten başka kendini ifade aracı bulamayan aşırı uçların, sözde din adamlarının kurumsallaştırdığı türden yüz kızartıcı tacizlerin, maddi zenginliğin daha hakça paylaşılmasına kaş çatan ve yönetilebilir yoksulluğu hedefleyen adaletsiz ve çarpık bir nevzuhur neokapitalist inanç sistemi gibi pek çok hususun etkisi var. Dolayısıyla, özellikle genç kuşaklara, dinden bahsederken Meiji Dönemi Japonya’sında olduğu gibi “Kutsal Metinlere/Öze Dönüş” tarzı bir hareketin gündeme getirilip anlatılan/olması gereken din ile mevcut din anlayışının farkının altının özellikle çizilmesi gerekiyor.
- Öncelikle din fizyonomimiz açısından yadsınamaz bir işlevselliğe sahip. İnsan beyni özünde farklı işletim sistemlerinin muhteşem uyumuyla çalışan bir uzuv. En altta “amigdala” da denilen ve motor becerilerimizi, hayatta kalma ve fiziksel korunma reflekslerimizi yöneten beyin yapımız var. Onun üzerinde yer alan limbik/memeli beynimiz duygularımızı, en gelişmiş neokorteks beynimizse düşüncelerimizi oluşturmakta ve yönetmekte. İşte din neokorteks/akılcı beynimizi uyararak yaratıcılığın esas kaynağını canlı ve diri tutarken öte yandan da memeli beynimizin doğurduğu korku, ümit, merak gibi sayısız insani duygumuza yapısal bir düzen kazandırıyor. Bunun sonucunda aidiyet duygusu, temel varoluş sorularına yanıt bulmanın verdiği psikolojik dinginlik gibi ihtiyaçlar piramidimizde üstlerde yer alan pek çok gereksinimimize yanıt verecek en önemli araç hala ve sadece din. Değinilen bilimsel gerçekliğin kanıtı olarak önde gelen nörobilimcilerden Jaak Panksepp, Antonio Damasio ve Kent Berridge’in bu alandaki çalışmalarını sıralamak mümkün.
- İşte tam da bu noktada, dinin fizyonomik yapımızın ötesine uzanıp sosyolojik yararları tartışılmaz bir kavram haline yükselmesinin temel nedeninden söz etmekte fayda var. İnsan türü olarak diğer türdeşlerimize muhtaç olan sosyal varlıklarız. Yukarıda bahsedilen duygu ve düşünce dünyamızın aynı kültürü paylaştığımız diğer bireylerle paylaşılıp toplumsal dayanışmanın pekiştirildiği bir ortama taşınmasının zemini olarak dinî törenler (toplu ibadet, dua, bayramlar ve kutsal geceler, vb) hayatî bir öneme sahip ve öyle de olmaya devam edecek görünüyor. Zira küreselleşme denilen olgunun doğurduğu temel sonuçlardan birisi de ilk kez karşılıklı etkileşime bu denli yoğun biçimde geçen değişik insan topluluklarının kendilerine ait farkındalık oldu. Bir başka ifadeyle, ulusların dünya sahnesinde kendi kendini yenileme yeteneğini haiz uzun soluklu yapısal birimler olarak varlıklarını sürdürmelerinde din en önemli “yerli ve milli” değer olmaya devam ediyor. Bu bağlamda Asma’nın katıldığım görüşüne bize ilişkin küçük bir not iliştirerek bu noktada dini ele alış bakımından en sağlıklı fikirlerin hala Ziya Gökalp’e ait olduğunu belirtmek isterim.
- Dinin sosyal boyutunun bireysel yansımasıysa psikolojik sağlığa olan olumlu katkısı noktasında belirginleşiyor. Ölüm gibi kaçınılmaz ve başa çıkılması en zor durumlarda daha da görünür hale geldiği üzere din bize bilimsel kabul edilen yöntemlerin sağlamaktan aciz kaldığı türden ve daha da önemlisi yastaki kişinin çevresindekiler tarafından da paylaşıldığı için daha etkin olan bir sağaltım (terapi) süreci sağlıyor. Bunun kanıtı olarak sevdiklerimizi kaybettiğimizde katıldığımız dini törenlerin (cenaze, anma, Mevlitli hayır, vb) insan bünyesinde oktosin, içsel opioid, dopamin, vb. olumlu salınımlarını arttırıcı birincil etken olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır.
- Tanrıtanımaz bilim insanı ve aydınların – Richard Dawkins, E.O. Wilson ya da Sam Harris gibi- gözden kaçırdığı veya bilerek/bilmeyerek çarpıtıp dinin zayıflığı olduğunu öne sürdükleri bir husus aslında tam aksine dinin gücünü ve vazgeçilmezliğini gösteriyor. Anılan isimler ve benzerleri dine katı akılcılık açısından bakarak bu hususta dinin eksikliği olduğunu iddia ettikleri yönlerin altını çiziyorlar. Oysa bunun bir testteki soruların sağlamasını yanlış cevap anahtarıyla yapıp insafsızca not kırmaktan hiçbir farkı yok. Çünkü özünde din, düşünceden ziyade duyguya bağlı ve dolayısıyla çok daha önceki dönemlerden taşıdığımız bir olgu. Korku, sevgi, öfke, merak gibi duygularımızı hayatta kalma adına yönetip eldeki sorularımıza en kısa yoldan en uygulanabilir yanıtı vermemizde din sahip olduğumuz en eski değerler bütünü.
Asma’nın görüşlerinin öne çıkanlarından bazıları işte bunlar… Bu bağlamda bizim kendi “mahallemizdeki” durumu işbu sağlam bilimsel temelin de verdiği güvenle ele almamız gerektiği kanısındayım. Mahalle demişken, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” deyiminde en olgun ifadesini bulduğunu düşündüğüm bir çarpıklıklar silsilesine de dikkat çekmek istiyorum. Şöyle ki; ülkemizin yaklaşık son yirmi yılında yaşanan -artık inkârı imkânsız hale gelmiş- ahlakî yozlaşma, beraberinde özellikle genç nüfusta geniş çapta karşılık bulan bir tehlikeyi de beraberinde getirdi. Yukarıdaki deyimdeki gibi bize ait olmayan bir din anlayışını, çoğunlukla siyasî güç devşirmenin bel altı aracı olarak kullanan bir yaklaşım insanımızla din kavramının arasını açtı. Düz Türkçesi, Neyzen Tevfik’in dediğine geldik; “Birileri yüzünden, millet dininden de soğudu.” Bu noktada gerçek dinin, başta da belirttiğimiz türden yapıcı bir yaklaşımla ve Türk Tasavvufu/Anadolu-Rumeli Müslümanlığı ekseninde geniş kitlelere seferberlik düzeyinde bir yoğunlukla anlatılması, konuya ilişkin acil ve ertelenmeye gelmeyecek bir görev olarak öne çıkıyor.