Yükleniyor...
Din, bütün evreni içten ve dıştan kuşatan Allah’ın, insanı yaratılış gayesi içinde eğitmek ve yüceltmek için yine insana bahşettiği ilâhî bir mevhibedir. İnsana kendi varlığını bütün derinliği ile yaşatarak onu, kendi kendisinin sahîbi yapan, şahsiyet bütünlüğünü sağlayan değerler manzumesidir. İnsan yaratılışının tabiî gereği olan bu duyguya, toplumları oluşturan maddî ve manevî değer hükümlerinin yaratıcı, birleştirici ve koruyucu temeli denebilir. Dinin konusu, bütün iç dünyası ve her türlü davranış ve problemleriyle insandır. Dine göre, evrende asıl olan insandır. Her şey insanda başlar, insanda biter. Din insanı,sadece yaşayan, yani doğan, büyüyen ve ölen, yiyip-içen canlı bir yaratık olmaktan ötede, hayatta iken de sonra da var olacağı bir anlayışa yöneltir; kısaca onu gerçek anlamda insan yapmaya çalışır. İnsanın kendini bulmasını, bilmesini ve tanımasını ister. Onu maddenin ve her türlü izafî değerlerin üstüne yükselmeye ve bunlar üzerinde egemen olmaya çağırır. İnsan bunu yapacak güçtedir; çünkü dine göre o, “yaratılmışların en şereflisi”dir. Ancak insanın bu “şeref”e kavuşması ve sahip olması da kendine bağlıdır. Bunun için onun, her şeyden önce kendi kendine karşı samimî olması gerekir. Yaratılış gayesine bağlanması, başka bir ifadeyle kendini Yaratan’ı tanıması ve O’nunla biliş tutması icap eder. Bu ise, tam bir akıl ve vicdan şuuru içinde samimiyetle inanma ve bağlanma demektir. Zaten dinin ilk anda istediği de budur. Bilgi, dinde bundan sonra gelen şeydir.
İnsanın kendi kendine karşı samimî olması, iç dünyasında zıtlık ve çelişkilerden kurtulması, vicdan hürlüğüne kavuşması demektir. Bu anlayışa ulaşan kişi, dini parça parça şekil ve tezahürleri ve bilgi yığını ile temsile kalkışmaz;dinin birlikçi ve birleştirici yönünü bozmaya, vicdanlara ve ruhlara el uzatmaya yanaşmaz. Onun işi, dini, bütün bir hayat görüşü içinde topluca ortaya koymak; insanı kendi ruhu ve vicdanı ile karşı karşıya kalacağı bir anlayışa getirmek; “vahy”in yüce esaslarına göre Tanrı’yı görür gibi yaşamanın yollarını ve sırlarını göstermektir. Onun ana amacı, kütleleri yalnız devlete, millete, kanuna ya da kendinden üst veya kendi seviyesindeki kişilere hesap vermek mecburiyeti ve anlayışıyla değil, kendi vicdanına ve kendini Yaratan’a hesap verecek bir sorumluluk duygusuna kavuşturmaktır. Aslında bu, Türk’ün tarihî ve geleneksel terbiye anlayış ve felsefesine de oldukça uygundur.
Nitekim milletimiz, müslümanlığı din olarak seçtiği zaman, anlayışı ve felsefesi de bu istikameti esas alan düşünceleri tercih eder bir tavrın içinde olmuştur. Hayatını, her yönüyle, “Allah’ın adının yüceltilmesi” anlayışına göre düzenlemeye; bütün müessese ve fikirlerini bu anlayışa göre şekillendirmeye çalışmıştır. Diğer taraftan bizim milletimiz, dini, birtakım merasimlerden ve şekillerden ibaret kuru bilgiler, buyruklar ve yasaklar toplamı olarak görmeyip, onu bir öz, bir samimî inanış ve bağlanış, insanın şahsiyet bütünlüğünü sağlayan bir cevher, candan yaşanan bir ahlâk ve müşterek değerlerin kaynağı olduğuna inandığı içindir ki, daha başlangıçtan itibaren ve yakın denebilecek zamanlara kadar, yapıcı, yaratıcı, birleştirici ve kütlelere ruh ve huzur veren bir kaynak olarak ele almıştır.
Kaldı ki bu tarzda anlaşılan İslâmiyet ile Türklerin eski dinî inanışları arasında birtakım önemli benzerlikler olduğu gibi, Türk millî ruhu ile bu din esaslı bir uyum göstermektedir.
Şöyle ki, Türkler bu yeni dini benimsemeye başladıkları zaman şamanilikteki tek tanrı inancı ile İslâm’ın Allah’ı arasında dikkat çekici bir yakınlığın varlığını müşahede etmişlerdi. Bu yakınlık sebebiyledir ki, bizim tarihîmiz boyunca, “Allah” adı kadar “Tanrı” adı da aynı rahatlıkla kullanılmıştır. Öte yandan eski Türk inancındaki ruhun bekaası, ahîret hayatı, cennet ve cehennem, Gök Tanrı’ya ve atalara kurban inançları da İslâmiyette daha gelişmiş olarak vardı. En önemlisi Türklerin keramet sahibi, her derde devâ bulan, gaipten haber veren “kam”ları yerine, İslâm evliya ve şeyhleri, Türklerle bu yeni din arasında esaslı bir kaynaşma unsuru oluyordu. Artık Türklerin “alp”i, “alp-eren” şekli ile kutluluk kazanıyordu. Nitekim bugün de ermek, ermiş ve eren kelimeleri, hâlâ bu dinî mânaları muhafaza eder.[1]
İnançlardaki bu benzerlik yüzünden, İslâmiyet Türkler tarafından sanki millî bir din imiş gibi görülmüştür. Nitekim müslümanlıktan önceki hayatımızı şekillendiren gelenek ve göreneklerimiz, davranışlarımız ve düşüncelerimiz, artık İslâmî bir muhteva kazanmış; milletimizin bütünüyle paylaştığı ve gönül verdiği müşterek değerler haline gelmiştir. Söz gelişi, Oğuzname’nin İslâmlaştırılmasıyla başlayan bu anlayış, Türklerin değer hükümlerini ve özelliklerini ifade eden namus, doğruluk, adâlet, hoşgörü, devlete bağlılık, vatan sevgisi ve hürriyet gibi tamamen manevî unsurlar ile örf ve âdetlerinde açıkça göze çarpıyordu. Eğlenceler, doğum ve evlenme törenleri, hastalıklar, yağmur ve benzeri hususlarla ilgili âdetler hep İslâmî bir muhteva kazanarak canlılıklarını bugün bile, hiç değilse kültür yozlaşmasına en az maruz kalmış köylerimiz ve kasabalarımızda sürdürmektedir.[2]
Yine milletimiz, gelenek ve göreneklerini, yaşadıkları devrin ihtiyaç ve icaplarına göre geliştiren ve kütlelerin müşterek değeri kılan toplulukların, sadece huzurlu bir hayatı devam ettirmekle kalmayıp aynı zamanda bütün insanlığa manevî değerlerin en yücelerini saçacağını iyi bilmiş ve hayatını da hayat anlayışını İnsanın doğumundan ölümüne kadarki bütün hayatını ve toplumu içine alan bu düzende dinin ve dinî anlayışın örgüleştirdiği değerler ve örfümüz, milleti tam anlamıyla birbirine kaynaştırma gayretinde olmuştur. Ülkede yaşayan herkes, inancı, dili, mezhep ve soyu ne olursa olsun, manevî değerlerin doğurduğu anlayış ve hoşgörü ortamında, kendi haklarına sahip olarak yaşayabilmiştir. Öte yandan yönetici kadro da bu hususta oldukça titizlik göstermiştir. Nitekim Sultan Melikşah bu konuda şöyle söylemiştir: “Biz Nizamiye Medresesini bir mezhebi korumak için değil, ilmi yükseltmek maksadı ile kurduk. Mezhepler arası bir ayırım istemiyoruz.”[3] Böylece çeşitli inanış, soy ve mezhebe mensup insanlar, kütlenin müşterek değerlerinin sağladığı anlayış sayesinde hoşa giden veya gitmeyen davranışlar karşısında aynı tepkiyi veya bağlılığı gösterir olmuştu.
Ayrıca toplum, idareci-din görevlisi-ilim adamı üçlüsünü devletin temelleri için vazgeçilmez unsurlar olarak görmüştür. Nitekim ta baştan itibaren her yöneticinin, yanına bir din ve ilim adamını danışman olarak alışı, hattâ padişahların, ilim ve din adamlarını ayakta karşılayıp yanında oturtmasına karşılık idareci zümre ile kumandanların ayakta tutulup oturmalarına izin verilmeyişi, kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki bu fevkalâde derin ve önemli anlayışın tezahürleridir.
Bu anlayış öylesine yaygın idi ki, devletin bütün müesseselerinde göze çarpıyordu. Söz gelişi devleti bütünüyle kucaklayan ordu, medrese ve tekke kuruluşlarından birer örnek vererek durumu belirtmeye çalışalım.
Milletimizin tarihinde ordu, nizam ve otoriteyi; medrese ilmi; tekke de yaşanan ahlâkı temsil eden üç ana kuruluştur. Ordu, ordu mensupları ile devlet ve idare adamlarını; medrese aydınları; tekke de halkı yetiştiriyor ve hepsi de dinden kaynaklanıyordu. Başka bir ifadeyle İslâm, Anadolu insanının, Türk devletinin hücrelerine kadar işlemiş; günlük hayatından tutunuz da devlet felsefesine varıncaya kadar her kademede, belki şekil olarak değil, ama ruh ve anlayış olarak yaşanır olmuştu.
Nitekim tarihî belgelere göre bugün bir efsane olarak kabul edilse bile, ordunun temeline bir din ulusunun, Hacı Bektaş Velî’nin yerleştirilmiş olması fevkalâde anlamlıdır. Buna göre “ak börklü” askerler, Hacı Bektaş tarafından kutlulanır ve kendilerine “yeniçeri” adı verilir. Her yeniçerinin yanında taşıdığı künye tezkerelerinde yazılı olanlar da bu durumu göstermektedir: “Mü’miniz kaalu-belâ’dan beri. Hakkın birliğine eyledik ikrar. Bu yolda vermişiz başı. Evvelden beri mestâneleriz. Nur-i İlâhî’de pervâneleriz. Bu cihanda bir bölük serseri divâneleriz. Sayılmayız parmakla. Tükenmeyiz kırmakla. Taşramızdan sormakla, kimse bilmez halimizi. Oniki İmam, oniki tarikat, cümlesine dedik ‘beli’. Üçler, beşler, yediler, Nur-i Nebî, Kerem-i İmam-ı Ali, Pirimiz Sultanımız Hacı Bektaş-ı Velî…”
Böylece ordu, daha kuruluşunda ve “Gülbank”inde bir din ulusunun ruh ve dinamizmi ile şekillendirilmiştir. İlim ise, medrese tarafından temsil edilmiştir. Gerileme dönemlerindeki yanlış uygulama bir yana, medrese daha başlangıcından itibaren ilmin, ilmî araştırma ve ilme saygının ocağı olmuştur. İslâm kültürü, Auguste Comte’un Batı dünyası için geçerli olabilecek dinî, felsefî ve ilmî dereceleri ayrı ayrı geçirmeksizin, bu üç dereceyi iç içe ve birlikte ele almış ve öylece uygulamıştır; çünkü Kur’an’a göre, tabiatın ve varlığın kanunlarını ve sırlarını çözmeye çalışmak, nazarî ve amelî yönden önemlidir ve mutlaka yapılması gereken bir iştir; çünkü her şey insan için yaratılmıştır.
Bu anlayışla işe başlayan Türk-İslâm ilim hayatı, ilmî düşüncenin ilk işaretlerini Farabî, Matüridî ve Beyrûnî’den itibaren başarıyla ortaya koymuştur. İlim faaliyeti ve bu faaliyet sonucu ortaya konan gerçekler, gerek idareciler gerek halk tarafından daima desteklenmiş ve itirazsız kabul görmüştür. Dursun Fakı’nın Osman Gazi ve halk katındaki itibarı ve Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye bu yoldaki şu öğüdü dikkat çekicidir: “Bir kimse sana Tanrı’nın buyurmadığı sözü söylese, sen onu kabul etme. Eğer bilmezsen Tanrı ilmini bilene sor.”[4]
İlmin yaygınlaşması hususunda gösterilen gayretler de dikkat çekicidir. Her yerde kurulan medreseler, bugünün yüksekokulları ayarındaki kuruluşlar olarak, ilmin bir merkezde toplanmamasını ve yurt çapında dağılmasını sağlamıştır. Meselâ meşhur Kaamus tercümesi sahibi Mütercim Asım Efendi, kendi memleketi Gaziantep’ten hiç ayrılmamış, bütün bilgilerini orada edinmiştir.
Kuruluş ve yükseliş dönemlerinde ilmin ve ilim adamının devletin en üst kademesindeki şahıs veya şahıslar ile bütün bir kütle tarafından baş tacı edilişi sebepsiz değildi. Kaynağı yine dindi. Kur’an-ı Kerîm, insanı araştırmaya, değişmez sebep-netice münasebetlerinin kaynağı demek olan “hikmet”i bulmaya çağırıyordu. Hikmetin araştırılması, İslâm’a göre, kutlu bir iş olduğu kadar, dinî bir görevdir. Hikmet sahibi olanlar, seçkin bilginler olup, hem tabiat kanunlarını keşfederler, hem de dine göre “tevhîd”, sosyal ilimlere göre ise “birlik” ve “bütünlük” prensibinin gerçeğini ortaya çıkarırlar. Böylece de milletin bütün fertlerinin, zümrelerin ve müesseselerin bütünlüğünün devam ve kalıcılık için ne derecede önemli olduğunu göstermiş olurlar. Öte yandan hikmetin peşinde olmak, her hangi bir menfaat gözetmeksizin sırf ilim yapma ve manevî tatmin için, insanın kendi gerçeğini görebilmek için çalışmanın da ifadesidir.
Dinî hayatımızın üçüncü ve en önemli cephesi şüphesiz yaşanan ahlâktır ki, bu da geniş bir halk eğitimi anlayışıyla tekkenin üstlendiği bir iş olmuştur. Bugün sıkça kullanılan “halkla bütünleşme” problemine çözüm getirmiş bulunan tekke, kuruluş ve yükseliş dönemlerimizde, birer “okul, manevî tedavi ve sosyal yardım yerleri, mensupları için de misafirhane vazifesi görmüşlerdir. Tekkeler bir tür okul vazifesi görüyorlardı. Bunlardan edebiyata, felsefeye, musikiye önem verenler vardı. Ahîlerde ve Bayramîlerde görüldüğü gibi, mesleğe, çalışmaya dayanan, sporla uğraşan tarikatlar da mevcuttu. İstanbul’daki Okçular dergâhı, okçuluğun ilerlemesine yardım etti. Tekkeler hastaları tedaviye çalışırlar, fakirlerine yardım ederler.”[5]
Tekkeler, İslâm dininin sade, kolay ve temeli kula kul olmaktan uzaklık anlayışına dayalı ahlâkını kütlelere aşılayan ocaklardı. “Anadolu’nun Türkleşmesi ile başlayan iman hayatı, daha o zaman müesseseleşerek tekke ve zâviyelerin disiplini içine alınmış bulunuyordu. İçtimaî hayatın hem kurucusu hem koruyucusu olan bu merkezlerin faaliyeti neticesi olarak da, tasavvuf felsefesi, devlet ve millete şamîl aktif ve yaygın formunu bulmuş, netice itibariyle, içtimaî düzenin esaslarını kurmuştu. Devletin kuruluş ve yükseliş devirlerinde tekke ve zâviye demek, vazife şuuru ile zinde ve mes’uliyetlerini idrak etmiş toplulukların, müşterek bir idealde elele ve başbaşa verdikleri tasfiye ve terbiye ocakları demekti.”[6]
Müşterek terbiye, müşterek görgü ve müşterek imanın işlenip kütlelere aşılandığı bu kuruluşlar, yalnız mensuplarına değil yediden yetmişe herkese, yerliye yabancıya kayıtsız-şartsız açıktı. İmanı, yerine göre güzel sanatların, edebiyat, şiir, musikî, yazı ve benzeri şeylerin, tarih ve menkıbelerin aracılığı ile kütlenin bütününe seslenen örf, âdet, görenek ve gelenek şeklinde yaşanır hale sokan bu kuruluşlar, toplumun dil ve davranış birliğinin ötesinde, sosyal ve ekonomik hayatını da şekillendiriyordu.
“Fütüvvetnâme”lerde yazılı kaidelere göre çalışan Ahî zâviyeleri,Türk toplumunun esnaf ve san’atkâr topluluğunu, bütün ticarî ve iktisadî hayatını organize eden kuruluşlardı. Bu zâviyelere bağlı olmak zorunda olan esnaf ve san’atkâr sınıfına mensup insanlar, “dinle hayatı, aşkla ibadeti, dünya ile ahîreti birleştirmişlerdir. Müsamaha ve hürmet, iman ve hizmet düşüncesinin ortaya koyduğu diğergamlık ve kanaatkârlık duygusu, bu insanlara yeni ümit kapıları açmış; itimat telkin edici kuvvetleriyle, cemiyetin ahlâk ve ticaret hayatını düzene koymak için gayretler sarf etmişlerdir.”[7]
Orduda ve okulda olduğu gibi, İslâm kültürünün izlerini taşıyan kaideler, töreleşmiş davranışlarla iç içe olan çırak, kalfa ve usta, esnaf ve tüccar, işini ve mesleğini ahlâk esaslarına bağlı olarak yürütürken, aynı zamanda maddî olduğu kadar ruhî tatmine kavuşmanın zevki ve şevkini de duyuyordu. Öte yandan her meslek mensubunun bir peygamber veya veliyi, örnek kişi olarak seçip mesleğinin “pîr”i sayması ve mesleğini yerine getirirken yapacağı en küçük ihmal veya haksızlığın, hile veya kusurun, aslında “pîr”ine yönelmiş bir kötü davranış olduğunu idrak etmesi ve mesleğe girerken yapılan “Peştemal Kuşanma” törenindeki yeminine bağlı kalma endişesi, hep dinî formasyonun, dinî hayatın ve samimî inanışın berrak tezahürleri idi.
Buralarda iş saatleri dışında, bugün görgü kuralları diyebileceğimiz örf ve âdetlerle ilgili ampîrik bilgiler yanında, din ve ahlâk, musıkî, tarih, tasavvuf, edebiyat, Türkçe, Arapça ve Farsça, tabiî bilimlerle ilgili bilgiler de okutuluyordu. Gündüz çalışmalarının verdiği yorgunluğu gidermek amacına yönelmiş bu öğretim sonunda, eser yazacak derecede ilerlemiş olanlara bile rastlanıyordu.”[8]
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün bu kuruluşların, medrese ve ordunun, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, dinî formasyon adına anlayıp anlattıkları, yaşayıp yaşattıkları prensip, kütleyi yalnız devlete, millete, kanuna ya da kendinden üst veya kendi seviyesindeki kişilere hesap vermek mecburiyeti ve anlayışıyla değil, kendi vicdanına ve kendini yaratana hesap verecek bir sorumluluk duygusuyla eğitmek ve iman şuuruna kavuşturmak idi. Bu anlayış, o zamanlar, insanımızı, hangi meslekte ve hangi düşüncede olursa olsun, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın diliyle, “El işte, gönül Hazrette” diyerek, hırstan, düşmanlıktan, kötü davranışlardan uzak kalmaya sevk ediyordu. Ayrıca İslâm’ın, insan-Allah ilişiğinden çok, insanın insanla ilgi ve ilişiğine önem verdiğinin şuuruna eren kütleler için her şey, Tanrı’nın hoşnutluğu düşüncesine göre ele alınıyordu. İnsanın sahip olduğu güçlerin sömürü aracı kılınmaması, kin ve ihtirasına alet edilmemesi için iradesi ile frenlenip hizmet ve yardımlaşmada kullanma anlayışı, toplumda yepyeni bir müesseseyi doğuruyor ve dayanışmayı kökleştiriyordu.
Ta Orta Asya Oğuz geleneğinde görülen yağmalı toylar ve şölenler; başka bir ifadeyle halkın insanca yaşaması, sosyal adaletin sağlanması için, kağanların halka karşı “babaca” davranması demek olan servet dağıtımı, yedirip-içirme şeklinde tezahür eden toylar ve şölenler, sonraki devirlerde, Selçuklular ve Osmanlılarda, yine aynı şekilde ve “Vakıf” kuruluşu olarak karşımıza çıkıyordu. Külliyeler, imaretler, çeşmeler, köprüler, medreseler, camiler, mescidler, tekkeler, hanlar, hamamlar, yoksul ve düşkünler evleri, halkın çok çeşitli ihtiyaçlarını gören daha nice vakıf kuruluşları şahsi teşebbüslerle yapılmıştı. Aşıkpaşa, meşhur Tarih’inde bu yoldaki ilk örneklerden övgüyle söz eder [9] Dinî bir anlayış ve alışkanlık haline gelen ve yarış şeklini alan bu faaliyetle, sokaktaki balgam ve tükürükleri sabahın erken saatlerinde kül ile örtmek, kuşların bakımını sağlamak, hizmetçilerin çalıştıkları yerlerde kırdıkları tabakları ödemek, muhtaçların ihtiyaçlarını sürekli karşılamak ve okumak isteyen delikanlıdan, çeyizini hazırlayamayan fakir kızlara kadar geniş bir dairenin maddî imkânlarını sağlamak üzere vakıflar kurulmuş oluyor ve bunlar, kütlenin huzur ve dayanışma desteği oluyordu.
Özetle ifade etmek gerekirse, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde Anadolu insanının hayatı sırf iman ve dinle örülü bir hüviyet kazanmıştı. Çocuğunun doğumunda ad koyma töreninden tutunuz da hayatının sonuna kadarki bütün davranışları bu ruh ve anlayışla şekillenmişti. Bu anlayış, toplumdaki birlik ve beraberliğin, dirlik ve düzenliğin, sosyal güvenliğin, iktisadî ve ticarî hayatın, güzel sanatların her dalının güvenilir kaynağı ve desteği olmuştu ama üzülerek kaydedelim ki, bu böyle devam edemedi. Medrese ve tekke birbirine düştü veya düşürüldü. Bu kuruluşlar, önceleri, aynı anlayışla bütünleşmiş ve insanımızı bütün yönleriyle eğitip güvenli kılmaya, birlik şuuru içinde tutmaya çalışmıştı. Sonraları ise, özellikle on sekizinci yüzyıldan bu yana, bu müesseseler, Batı’nın sanayi devrimini de göz önüne alarak el birliği ile insanımızı diri tutacak yerde, her biri bir tarafa çekmeye ve kendine mal etmeye başlamış; ortaklaşa davranmaları gerektiği halde, her biri kendisinin üstünlüğünü ileri süren bencil bir anlayışı benimser olmuşlar ve neticede de insanımızın çöküşünün ve çözülüşünün âmili durumuna düşmüşlerdir. Şüphesiz bu çözülüşte, kütleye yabancılaşma, fikir üretiminden kesilme, hayatla ve halkla irtibatı koparma, dinî formasyonu bilgiler yığını haline sokma, manevî değerleri bile maddîleştirme, Batı’nın sanayi devrimi ile gerçekleştirdiği ilmî ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramama ve hattâ farkında bile olmama yahut önemsememe gibi birçok iç ve dış sebep rol oynamıştır.
Burada şu kadarını belirtelim ki, bu sonucun doğuşunda, halkın temel anlayış ve inanışından kaynaklanmayan bir kültür, düşünce, yaşayış ve teşkilat değişimi için, devleti kuran ve yoğuran kuruluşların esprilerini göz önünde bulundurmaksızın girişilen teşebbüsler esaslı bir yer tutar. Bu, kütlenin çözülmesi, devleti devlet kılan kuruluşların kütlenin inanç ve iradesine aldırmaksızın birbirine akord edilemeyişidir. Bu durumda kütlenin de devletin müesseselerinin de müşterek değerlerinden kesilip başlarının derdine düşmeleri kaçınılmaz olmuştur.
İşte şimdi böyle bir noktaya gelinmiştir. Bugün insanımıza değer verilmemektedir. Başı boş bırakılmıştır. İnsanımız da insanımızı gerçek insan yapan bütün manevî değerlerimiz kapanın elinde kalıp yağmalanmıştır. Dün gurur duyulan geleneksel aile bağları kopmuş; büyüğü küçüğe, küçüğü büyüğe bağlayan kutsal bağlar yok olmuştur. Sevgi ve şefkatle örülü sosyal yardımlaşma ve dayanışma şuuru kaybolmuş ve yerini sanki Cahiliye döneminin “kabilecilik” zihniyetine terk etmiştir. Türk ruhunu yoğurup yücelten ve insanımızın hayat felsefesi demek olan vecd ve iman anlayışı yok olup gitmiştir; ama giderken de, kendisine bağlı bütün değerleri de beraberinde götürmüştür. Nitekim dün, “Allah adı dillerde – Sevgisi gönüllerde” diyen insanımız, bugün Yaratan’ının adını da sevgisini de unutur olmuştur. Dün şefkat ve acıma ifade eden “yazık” kelimesini “günah” anlamında kullanan insanımız, bugün bunlardan kesilmiş ve katılaşıp kalmıştır. Dün, “Gönül Çalab’ın tahtı – Çalap gönüle baktı – İki cihan bedbahtı – Kim gönül yıkar ise” felsefesini yetişmesinde temel kılan insanımız, bugün “gönül yıkmak” şöyle dursun, kendi anlayışının dışında bir gönülün dahi varlığına katlanamayıp onu “küfür” ile itham etmekte, hattâ hayatına kastetmeyi bir “cihad” işi saymaktadır. Dün kazancını hak etmeyi, işinde doğru olmayı, başkalarının emeğini ve hayatını düşünmeyi bir iman borcu bilen tüccar, esnaf, iş adamı ve işçi, bugün sadece kendi çıkarının peşinde olmayı bir görev saymaktadır. Dün, “Ümmetin olduğumuz devlet yeter – Hizmetin kıldığımız izzet yeter” diyen ve dinî formasyonun bir ahlâk, bir doğruluk ve kendini tanıma olduğunun idrakinde olan dindarımız, bugün dindarlığını kıyafeti, gittiği hac sayısı, kafasına geçirdiği takkesi, tesbihinin boyu ile ortaya koymaya çalışacak kadar dinin ruhundan uzaklaşmakla göstermektedir. Ve en önemlisi, dün, en küçük canlıdan en büyüğüne kadar, “Sevelim – Sevilelim” anlayışı ile, kendinden başlayarak dalga dalga her varlığı sevgi ve saygı dolu bir gönülle kucaklayan insanımız ve müesseselerimiz, bugün kendine olan sevgi ve saygısını bile yitirmiştir. Kendine olan sevgi ve saygısını yitiren bir varlık ise, düzenin dışına çıkmış, yabancılaşmış; başka bir ifadeyle bizzat kendi içinde buhrana düşmüş ve anarşiye boğulmuş demektir.
Şüphe yok ki, millet olarak, devlet olarak, tarihteki varlığımızın temelinde, müşterek değerlerimizin ana kaynağı olan iman ve ahlâk anlayışımız yatmaktadır. Bundan uzaklaşmak, kendi varlığımızdan uzaklaşmak ve çözülmek demektir. Onun için, inanç, sevgi, saygı ve mutlak bağlılıktan ibaret müşterek manevî değerler kaynağımıza dönüş, kuruluş devirlerinin birlik ve beraberlik içindeki dirlik ve düzenlikli hayatına kavuşmanın esaslı şartıdır. Ancak bu, artık son derece küçülen ve moda tabiriyle “küreselleşen” dünyada henüz gündemindeki kavramlar üzerinde bile anlaşamayan ülkemizde nasıl gerçekleştirilebilecektir?
Görünen o ki, bugün eğitimimiz de, din anlayışımız da, insanı sadece elle tutulan ve her şeyini maddeye göre çözmeye çalışan bir varlık olarak görmektedir. Tabiî ve sosyal bilimler alanını uzmanlarına bırakıp, din alanına bir göz atacak olursak, bugün gerek okullarda, gerek şu ya da bu ad altındaki kurslarda ve piyasada hâkim olan zihniyet, insanı ve dini en az kapitalizm ve marksizmdeki kadar maddeci ve çıkarcı bir anlayışla ele almaktadır.
Okullar ve kurslardaki, hattâ her seviye ve kesimdeki din ve ahlâk öğretiminde, Kur’an-ı Kerîm’in takip ettiği ve milletimizin tasavvuf süzgecinden geçirerek yüzyıllar boyu başarıyla temsil ettiği metot takip edilmediği ve insanların kalplerine, ruh dünyalarına önem verilmediği için, bir süre sonra din ilimlerini bilen; fakat imanın neş’esine, yaratıcı ve birleştirici gücüne ermemiş olan bir nesil doğdu. Bugün kurulu bir makina gibi, durmadan, Türk müslümanlığının değil ithal müslümanlığın kaidelerini, emirler ve yasaklarını öğretenler, kafalara doğru bilgi ve fikir, kalplere sevgi, iman ve tasavvuf neş’esi koymadıkları için, dini, dolayısıyla manevî değerleri “en aşağı idrak ve en basit hareketler ve şekiller seviyesine indirmişlerdir. Şekil ve hareketlere şeriat adını vererek, maddeye ve bedene bir nevi kudsiyet izafe etmişlerdir. Neticede ruh ve ruhî hazlar unutulmuş, onun yerine geçen bedenî hazlar, din ve ahlâkın kaynağını kurutmuştur.”[10]
Elbette diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de her alanda eğitimin yaygınlaşması, birtakım din eğitimi veren okul ve kursların açılması kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak da gelenekçi din anlayışında ciddî birtakım değişikliklerin meydana gelmesi; Batı’nın ve Batılılaşmanın ülke insanı ve kültür değerleri üzerinde doğurduğu müşahede edilen menfî tezahürlere karşı İslâm’ı bir bütünlük içinde siyasî ve sosyal hareket olarak ortaya koyup diğer ideolojilere karşı onun iktisadî, idarî, askerî, hattâ içtimaî ve siyasî teşkilatını yeniden düzenleme ihtiyacının duyulması tabiî idi. Ancak bu durumda karşımıza “müşrik toplum”, “dâru’l-harb” “kafirlerin düzeni” yahut en hafifi ile “bid’at” veya “dinden uzaklaşma” v.b. yeni bazı din adına olduğu söylenen anlayış biçimleri çıktı. Bunların fevkalâde tehlikeli sonuçlar doğurabilecek “dar zihniyet” belirtileri olduğunda şüphe yoktur.
Artık diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de gençlerimizin ve insanımızın bir kısmı, hasım bilinen güçlerin yani Doğu Bloku, A.B.D. veya Batı medeniyetini lânetleyen kavram ve sloganları heyecanla benimseyebiliyorlar.
Ancak şu nokta, sanıyorum ki ciddî biçimde ihmal edilmektedir: Berraklaşmış fikirler, tefekkür ve tarihî tecrübe ile olgunlaşmış bir aydınlar kadrosu olmadan ve sloganlar yerine ciddî ve köklü araştırmalarla akılcı bir şekilde tanzim edilmiş programları ortaya koymadan meseleleri çözebilmek mümkün görünmemektedir.
Özellikle genç İslâmcılar diyebileceğimiz zümre arasında taraftar bulan “selefiyeci” yani “radikal” akımların, İslâm öncesi kültür değerlerini İslâmlaştırarak asırlar boyu devam ve bekaası için temel kılmış milletimiz bünyesinde ciddî ve tehlikeli buhranlar doğurabileceği anlaşılmaktadır. Bu akıma göre, İslâm dünyasının ve ülkemizin içine düştüğü bu olumsuz durumun ve Batı karşısındaki hezimetin sebebi, tek kelime ile İslâm’ın özünden ayrılmış olmaktır. Bu zümreye göre, bugün İslâm ve dinî hayat dendiği zaman karşımıza çıkan şey, aslında İslâm’a sonradan karışmış ve dinin özü ve aslıyla bağdaşmayan bir sürü hurafe dolu uygulama ve inanışlarla örülü bir din, daha doğrusu dine benzer bir şeydir. Oysa İslâm, sadece ve ancak Hz.Peygamber (s.a.s.)’in kendi zamanında ve bir dereceye kadar da Hülefa-i Râşidun devrinde uygulanan dindir. Daha sonraki dönemlerde ise dine bir sürü yabancı unsur karışmıştır. O halde yapılacak şey, her şeyi doğuş dönemindeki şekline uydurmak ve o devirdeki gibi bir din hayatı yaşamaktır.
Bu anlayışı benimseyen ve savunanlara göre, eski nesiller uyuşuk, tavizci, samimî iman ve idealizmden mahrum oldukları için, dünyevî rahatlık uğruna dinin özünden pek çok taviz vermişler ve böylece müslüman olduklarını söyledikleri halde İslâm’dan uzaklaşmışlardır. Bu bakımdan, bunların yeniden müslümanlığı davet edilmeleri gerekir.
Öyle görünüyor ki, bu anlayışı benimseyen ve savunanların hemen hemen tamamı, bu görüş ve anlayışı, İslâm düşüncesi üzerindeki ciddî ve derin incelemeleri sonunda bulmuş ve benimsemiş değillerdir. Hattâ bunlar, Selefiye’nin belli başlı eserlerini görmüş de değillerdir. Ancak bunlar, kendilerinden önceki nesillerin her şeyi gibi dinî hayatlarını da beğenmemekte ve her şeyde köklü bir tasfiyeciliği benimsemektedirler.
Bu anlayışın sebepleri arasında 1950’lerden sonra bu görüşü propaganda eden eserlerin Türkçe’ye çevrilmiş olması da sayılabilir.
Gerçek şu ki bugün dinî hayatımızda önemli krizler yaşanmaktadır. Gerçi dün olduğu gibi, hattâ 30-40 yıl önceki dönemle kıyaslanmayacak şekilde, camilerimiz ağzına kadar dolmakta, ibadetler daha gösterişli bir biçimde eda edilmekte ve cemiyet içinde bunun çalımı satılmaktadır. Ancak İslâm cemaatını aydınlatacak, dinin her bakımdan canlı, dinamik ve aslî hüviyeti içinde yaşanan şartlara göre yorumunu ve felsefesini yapacak ehliyette iyi yetişmiş kadroların, yeni rehberlerin bulunmayışı durumu daha da vahim hale sokmaktadır.
Maamafih sahip olduğu inanç sistemi ile yaşadığı hayat arasında uyum sağlayacak ve bu hususta gerekli tedbirleri teklif edebilecek seviyede insanımız ve uzmanımız mevcuttur. Ancak bu sayıca az zümre, faraza yeni birtakım durumlar karşısında yeni yorumlarda bulunmuşlarsa, halk üzerinde daha tesirli olabilen kesim, derhal bunların cahilliğini, satılmışlığını, hâinliğini, hattâ kâfirliğini, reformculuğunu ve revizyonistliğini ilan etmekte gecikmemekte; onları bu nevi yeni yorumlara iten zaruretler üzerinde bir an için olsun düşünmeyi akıllarının ve vicdanlarının köşesine dahî getirmemektedirler.
Bunun tabiî neticesi olarak da bugün insanımızın imanı ile yaşadığı hayat arasında ciddî bir boşluk oluşmuştur. İnsan zihninin böyle bir boşluğa tahammülü olmadığı içindir ki, din ile hayatını uzlaştırmak için ya şahsî sezgisi ve akl-ı selimine dayanarak hareket etmekte yahut da ortak değerlerin kaybolması bahasına ferdî kararlarıyla kendi başına bir yol tutturup gitmektedir.
[1] Bk.: O.Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihî, İst. l969,1/151.
[2] Krş.: Şerafeddin Yaltkaya, “Eski Türk An’anelerinin Bazı Dinî Müesseselere Tesiri”, Türk Tarih Kongresi, 3/680-697; Abdulkadir İnan, Şamanizm, Ank. 1972,97-128; Nermin Erdentuğ, Sosyal Adet ve Gelenekler, Ank. 1977, 15-145; Mehmet Eröz, Türk Kültürü Araştırmaları, İst.1977, 174-182; Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İst. 1968, 51-58.
[3] O.Turan, aynı eser,1/195.
[4] Aşıkpaşaoğlu Tarihî, 35
[5] Fahri Belen, Tarih Işığında Devrimlerimiz, İst.1970, 45-50
[6] Samiha Ayverdi, Abide Şahsiyetler, İst.1976, 31
[7] Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler, İst. 1977, 87
[8] Krş.:Evliya Çelebi, 2/54; İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihî, Ank. 1964, 2/600-608
[9] Aşıkpaşaoğlu Tarihî, bk.:s.215 v.d.
[10] Emin Işık, Devleti Kuran İrade, İst.1971, 97