13.10.2024

Dünyanın yeni sömürgecilik düzeni ve Türkiye

Yeni sömürge düzeni yapısı içinde bize biçilen rolü kabullenip uşaklık mı edeceğiz, yoksa Türk dünyası içinde yer alıp kendimizin efendisi mi olacağız? Temel sorun budur. Bunu doğru belirleyip arkasında sarsılmaz biçimde durmamız ve çalışmamız gerek.


Eski dünyadan yeni dünya düzeni görünümü

Eski dünya üzerinde fetihler büyük ölçüde üç kıtanın oluşturduğu kara parçası üzerinde, karşılıklı orduların çarpışmaları biçiminde yapılan savaşlar ile olurdu. Katliamlar sivil halk üzerinde, sadece Hıristiyan Haçlı ordularınca gerçekleştirildi. Çünkü onların anlayışında Hıristiyan olmayanlar boğazlanması icap eden hayvan mertebesinde görülmekteydi, insan vasfı kazanmaları Hıristiyan olmaları hâlinde kabul görüyordu. Eski dünya üzerinde Türklerin din seçmede bir bağnazlıkları bulunmuyordu. İsteyen istediği dine girebilirdi, farklı inançları takip edebilirdi. Tengri inancı, Şamanizm, Musevilik, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm, İslamiyet gibi yaygın dinler bir arada yaşıyordu; bugün de öyledir. Türklerin arasında aynı dili konuşmanın, birbirlerinin böylece Türk olduğunu bilmenin yeterli olduğu anlaşılıyor.

Nitekim bu durumu tarihte gösteren en güzel örnek XI. yüzyılda 200.000 kişilik Doğu Roma ve 60.000 kişilik Selçuklu Türkleri ordularının arasında geçen çarpışmadır. Romen Diogenes’in 200.000 kişilik ordusunu bırakıp Selçuklu tarafına geçen Türkler, vaftiz edilerek Rumeli ve Sakarya ırmağı ile Adalar Denizi arasına, Doğu Karadeniz, Kars ve çevresi, Eskişehir-Konya ile Balıkesir-Muğla eksenleri ile Hatay yöresine yerleştirilen Türklerdi. Türklerin tarihî süreç içinde Rumeli ve Anadolu topraklarına yerleşmesi V.-X. yüzyıllar arasında Doğu Roma tarafından izlenmiş olan, ıssız toprakların şenlendirilmesi yolunda uygulanan, bir iskân ve din politikası sonucudur. Vaftiz edilmiş Türkler dil aracılığı sayesinde yer değiştirince hep birlikte Önavrasya üzerinde Türklerin kalıcı yurt tutma harekâtını başlatmış olurlar.

XV. yüzyılda; ana çizgileri ile az çok, din ve ideoloji dışında benzerlik taşıyan kara devletlerinin özelliklerini değiştirmeye zorlayıcı, sarsıcı, devrim olur. Doğu Roma, Fâtih Sultan Mehmed tarafından ortadan kaldırılınca Avrupa Hıristiyanlık dünyası, Okyanusya ile Türkler arasında kendilerini sıkışmış hisseder. Açık deniz yolları aramaya, Türklere bulaşmadan Hindistan’a varıp ipek ve baharat yollarına erişmeye çalışırlar. O sırada henüz Avrupa, Türkler ile başa çıkacak bir zenginliğe ve teknolojiye, ordu gücüne sahip değildir. Avrupa’nın denizci ülkelerini, dünya üzerinde yeni bir düşünce tarzının oluşmasının ve rekabet yolunun, yarışın önünü açmaya biz zorlamış olduk. Sonuç, yeni kıtaların, toplumların ve yeni toprakların keşfini ve ele geçirilmesini, Avrupa devletlerinin önüne koydu. Türkler, kendileri ile uğraşmaya vakti olmayan Avrupalılar diye düşünse gerektir. Bu yüzden Fâtih’in medreselere kazandırdığı aklî ve fennî ilimleri medreselerden kovdular. Fâtih’in bıraktığı mirası yiyip tüketmeyi becerenlerin akılsızlığını, Sevr’i imzalayarak çok pahalı ödemek zorunda kaldık. Dünya düzeni kuruculuğundan düştük, düşmandan merhamet bekler duruma geldik.

Bir avuç Türk vatanperveri kürre-i arzı patlatıp yeni bir Türk devletini ayağa kaldırarak yeni bir vatan inşa etmeseydi ve bağımsız bir Türk cumhuriyeti kurmasaydı sonucunu düşünmek bile istemiyorum. Allah hepsinden razı olsun, ruhları daim şad olsun. Bugün ‘yeni Türkiye’ diye ülkeyi parçalanmaya müsait hâle getirmeye çalışanların yetişmesi, devlet yapısına musallat olunması, ülkenin 36-38 etnik gruba bölünmesi üzerine çalışılması, çok dilli ve çok kültürlü yapıya evrilmesi için çaba gösterilmesi, ülkemizi tasfiye etme yolunda alınmış mesafenin eriştiği tehlikeli boyutları göstermiyor mu? Türk dünyasıyla bağları koparmak için Arap aydınlarının bile nefret ettiği bir zihniyeti ‘müslümanlık’ perdesi altında ülkeye taşıyıp halkımızı koyun-sığır mertebesinde sürüleştirip yönetme eğilimleri, Türkiye’yi Türk dünyasından yalıtma, bağlarını koparma, çağdışı bir rejim kurarak bunu gerçekleştirme hevesleri sonucudur. ‘Yeni Türkiye’ projesi, ufalanmış, parçalanmış ve tasfiye edilmiş bir Türkiye yaratma yolunda, çok sinsice düzenlenmiş bir projedir. İhaleyi bu yolda yarı cahil, müritlerine uzaya giden roketlerin cıvatalarını sökme kerameti gösterdiğini anlatan ya da badeleyip müritlerini memnun eden, ırz düşmanı şebekelere vermişlerdir. Cahillerin zaafları, yabancı istihbarat ağlarınca, eskiden olduğundan daha şiddetli biçimde, ülkemizde kullanılmaktadır.

Peki, dünya düzeni kurucuları nasıl yer değiştirdi? Biz neden uyuduk, niçin eller Ay’a vardı, biz ise yaya kaldık? Dünya üzerinde nasıl bir düzen kuruldu, kimler bu düzeni yürütüyor? Bir değişim ihtimali olabilir mi? Bir de madalyonun gerçek yüzüne bakalım: Nereden nereye geldik ve burada hemen her katmanda toplumun ilerlemesinin önünü kesmek için din kisvesi altında şer odakları başımıza kimler tarafından sardırılıyor? Ülkeyi örümcek ağı gibi saranlar ve gelişmemizi önlemeye çalışanlar kimlerdir?

Dünya sömürgecilik düzenine giriyor

Avrupa’nın uyanışı XV. yüzyılda, üç eski kıta üzerinde hareket etme kabiliyetleri kalmayınca başlar. Bir yanda Okyanusya, öbür yanda Türkler. Avrupa devletleri arasında her bir krallığı birbirine yaklaştıran ve birlikte harekete sevk eden Türklere duyulan öfke ve din düşmanlığı yanında bir de ticari vergilerden kurtulma isteği yer alıyordu. Açık deniz yolları arayışları da onların ortak tutumlarını pekiştiriyordu. Açık deniz gemiciliğini geliştirmeleri yeni açık deniz yollarının bulunmasında önemli yer tutar.

Avrupa denizci devletlerinin açık deniz gemi teknolojisine hâkimiyetleri sayesinde fethedilecek yeni kıtalar, yeni topraklar keşfetmeleri, aralarında yeni bir rekabeti, bir fetih yarışını başlatır. Türk tehlikesi yerini, kim daha çok yeni toprak fethedecek yarışına bırakır. Önce ‘mezhep’ dayanışması, sonra ’Anavatan’ ve ‘sömürge’ ülkeleri ayrımı kendini gösterir. Kara Avrupa devletlerinin denizci ülkeler gibi bir ‘anavatan’ dışında sömürge edinme olasılıkları yoktur; önlerinde sadece Türk imparatorluğu toprakları vardır.

Türk topraklarına saldırmak için yeni kıtalar ve topraklar üzerinde sürdürdükleri fetih yarışını aralarında sona erdirmeleri gerekiyordu. Bundan dolayı Türk topraklarına saldırı için XVII. yüzyıl sonuna kadar sabırla hazırlanma olanağı bulmuş olurlar. Ve gösterdikleri sabır, her bağlamda Türklere karşı yapmış oldukları hazırlık sonunda bekledikleri mükâfatı vermekte cimrilik etmez.

Başarısız II. Viyana seferi (1683 yılında) Türkler için akıl almaz biçimde ağır bir mağlubiyete dönüşür. “Türkler bu ağır mağlubiyetten ders aldılar mı?” sorusuna olumlu bir yanıt verme olanağı yoktur. Viyana bozgunu, ardışık biçimde sökün eder. Bu gelişmeler Türk ordusunun her bağlamda çağın en geri kalmış, savaş teknolojisinden, sevk ve idare düzeninden kopmuş, disiplini bozulmuş, kara düzen düzeyine inmiş bir görünümünü çizer. Denizci devletlerin de yeni paylaşım sahasına karşı iştahlarını kabartır.

Türklerin yenilmez armada vasfı, ilim ve fen medreseden kovulup akli ilimler ortadan kalkınca, algı düzeyi de XV. yüzyıl gerisine düşer. Fâtih’in devrimci atılımının kurumlarda sürekli kendini yenileyerek geleceğe doğru yürümesi icap ettiği idraki, zihinlerden kopunca akıbet bellidir. Ordusu yetersiz kalır, donanması Haliç’te çürümeye terk edilir. Ölümü, doğum gibi tabii bir süreç olarak algılayan bir zihniyet ortalığa hâkim görünmektedir. Nitekim bunun bir sonucu olarak Sadrazam Damat Ferid, padişah Vahdettin adına, Sevr’i imzalayıp imparatorluğun akıbetini dünya üzerinde tescil etmiştir.

Sömürgecilikte ideolojik devrimler düzenine doğru

Avrupa denizci devletleri arasında sömürge toprakları elde etme yarışı ve bu düzenin yürütülmesi dolayısıyla zaman zaman güç merkezinin belirleyici olma vasfı el değiştirir. Öyle bir duruma gelinir ki belirleyici güçler aynı zamanda ticaret alanlarına da el koyar. Kendilerini güçlü hissedenler, Türklerin yaptığı gibi, bulundukları topraklarda ticaret yapmak isteyenlerden vergi almaya başlar. Ticari alanlarda her geçen gün daralan Fransız aydınları ve tüccarları el ele verip bir çıkış yolu ararlar. 1789 yılında dünya tarihinin bildiği ilk ideolojik devrimi hayata geçirirler. Sömürge topraklarında yaşayan aydınlara bağımsızlık yolunda yapacakları savaşlarda destek olurlar, onları bu yolda teşvik ederler. Paris Devrimi, “İnkılâb-ı Kebir” diye de ifade edilmiş bu ideolojik devrim, dünya toplumları aydınlarını etkilemiştir. Bunun sonucu olarak, ‘Dünya Sömürge Düzeni’ açısından toplumlarda daha farklı bakış açıları geliştirilmeye ve oralarda kendileri ile uyumlu çalışacak yönetim kadrolarının işbaşına getirilmelerine önem verilir.

İki ideolojili dünya düzenine doğru

Yirminci yüzyıl başlarında iki ideolojik devrim yeryüzünde kendine yer bulur. Liberal ve Marksist ideolojiler, yeni sömürge düzeni kurmak ve kendi paylarını bu yolla edinmek üzere faaliyete geçer. Wilson ve Lenin tarafından dünya sahnesine çıkarılan her iki ideoloji aslında paranın iki yüzü gibiydiler ve her ikisi de dünya toplumlarına sonunda “cennet”e erişmeyi vaat ediyordu. Fakat yeni girişime, o zamana kadar ipleri ellerinde tutanlar karşı çıktılar. Bunları canlarından bezdirecek ve pes dedirtecek iki insan kasabı, canavar ruhlu katiller yaratıp meydana saldılar: A. Hitler ve J. Stalin. Avrupa devletlerini dize getirdiler. Eski düzen 1947 yılında değişime uğradı.

Yalta düzeni diyebileceğimiz ideolojik karşıtlığa dayalı düzen A. Hitler’in tasfiyesi ile 1947 yılında üç kuzenler tabir edilen İngiltere, Amerika ve Rusya arasında Yalta’da kurulur. Marksist ideoloji, Katolik ve Müslüman ülkelerde, Afrika, Latin ve Arap dünyasında, Orta ve Güney Amerika topraklarında kireçlenmiş zihnî yapıları çözmek üzere etkinlik gösterecek; Liberal ideoloji dünyasına bırakılan ülkelerde yıkıcı faaliyetlere izin verilmeyecek; ülkelerin kendi kamplarında kalmasını sağlayıcı oyunlar, politikalar ve stratejiler izlenmesi, düzeni koruma adına yapılacak görünüyordu. Öyle de sürdürülmüştür.

Küreselleşme denemesi

Düzen kurucular, düzeni değiştirme ve bir yerde buluşma üzerine 1984 yılında ‘yeni’ düzene geçme görüşmeleri başlatır. Bu görüşmeler, 1989 yılında bir mutabakatla uygulanmaya konur.

Kuzenler, sırtlarında taşıdıklarını düşündükleri halkların gereksiz ağırlıklarını kendi çabaları ile baş başa bırakmaya karar verirler. Varşova Paktı çözülür. Sovyetler önemli ölçüde yarı bağımlı yapılara kavuşturulur, önemli bir kısmı güvenlik vergisine tâbi kılınır. Bu durum kurulmak istenen ‘Küreselleşme’ modeli, ‘dünya yeni sömürge düzeni ‘ oluşturacak bir gelişmedir. Ancak, bu safhanın, sanıldığı kadar kolay bir safha olmayacağı, uygulamalar sonunda ortaya çıkar. Problemlerin çözümlenmesinin sanıldığından daha büyük zorluklar taşıdığı görülür. Elektronik ve iyonik ortamların ve bunlara bağlı ileri teknolojilerin ortaya çıkardığı yeni durumların, yaşama tarzını değiştirecek yeni gelişmelerin de pek hesaba katılmamış olduğu gerçeğini gözler önüne serer.

Dünya toplumlarının yaşama düzenlerinin, yaşayış tarzlarının, tasarlanacak bu yapı içinde yerlerinin belirlenmesi ve önceden belirlenmiş görev ve işlevlerine göre düzen içine yerleştirilmeleri icap ediyordu. Yeni düzenin, toplumların bulundukları alanlar dışına taşmalarını önleyecek tedbirler alınması gerekiyordu. Kurulacak düzenin işleyişi için, bütün bu ve benzeri gereksinimlerin karşılanması için bir dünya düzeni testine ihtiyaç olduğu anlaşılır. Bunun için de toplumların tasarlanan yapılara uyum denemelerinin yapılması amacıyla eski düzenin yaşayış biçimlerinin de değiştirilmesine gereksinimlerin karşılanması icap ediyordu. Evlere, odalara yerleştirilmeler, evden yaşayış düzeni vesaire gibi.

Bilinçli bir şer odağına, dünyayı tutsak etmek görevi yüklenmiş görünüyor. Bunun için toplumların yaşayışına, bulaş yaşamı yaratıcılarınca belirlenmiş ve bitiriliş süresi de kendilerince ayarlanmış bir virüs üretilir ve yeni bir ölüm meleği olarak dünyaya salınır. Bu konuda değerli araştırmacı yazar Arslan Bulut’un kitaplaştırılacak kadar önemli gördüğüm tespit ve görüşlerinin yer aldığı yazılarının okunmasında yarar görmekteyim.

Yeniden yapılanma girişimi

Yeri gelmişken şu hususu bir kez daha vurgulamalıyım. Henry Kissinger’in, “yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır” uyarısına ve çağrısına, dünya güçleri uymuş görünmektedir. Dünya üzerinde kurulması istenen “küreselleşme modeli” için yola çıkanların, böylece yeni ‘dünya sömürge düzeni’ kurulması için her bağlamda bu yolda yeterince hazırlık yapmamış oldukları gerçeği taraflarca kabul edilmiş görünüyor.

Avrupa Birliği ve onların ardılları, Okyanusya ülkeleri ve kuzenlerin enerji deposu İslam dünyası ülkeleri, kurulacak yeni sömürge modeli olan “küreselleşme modeli” içinde yerlerini alacaktır. Ancak bu kez, kuzenler yanlarına dördüncü üye ortak olarak Çin’i almak ihtiyacı duyacaktır. Dolayısıyla yeni sömürge düzeni, kuzenler ile Çin arasında uzlaşma yolu ile gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Amerika ile Çin’in birbirine ekonomik eroin bağımlısı oldukları göz önüne alınınca bu yönde atılacak adımlarda pek güçlük çekilmeyeceği ortadadır.

Bu sebeple, çağın “yeni sömürgecilik modeli” tek yerine, iki mengene işlevi görecek ülke ile yürütülecektir. Düzenin denge ve denetimi bu yöntemle sağlanacaktır.

Küçük kuzen Avrupa üzerine bir ürkütücü ülke işlevi yüklenmiştir. Avrupa kampında bulunanların dağılıp çıkmaları önlenecek, anlaşmaya varılan sınırlar içinde dağılmalara fırsat verilmeyecektir.

Uzakdoğu’da, Amerika kampında yer alan Okyanusya ülkelerinin (Güney Kore, Japonya, Tayvan ve Okyanusya ile Hindiçin üzerindeki bağımlılar) gevşeyip dağılmamaları için bu işlevi Çin yüklenmiş görünüyor. Küçük kuzen Rusya ve Amerika’nın ekonomik açıdan eroin bağımlısı olduğu Çin ile ilişkileri, aralarında karşılıklı anlayış içinde yürümektedir. Birbirini derinden etkileyecek veya küçük düşürecek eylemlere karşılıklı izin verilmiyor. Sınırların zorlandığı an bildirildiğinde işlerin yeni boyutlara evrildiği gözleniyor.

Biri Kırım’ı yutuyor ise öbürü Afrika’yı ve Ortadoğu’yu ufalayıp yutmaktadır. Afrika üzerinde kendini yegâne söz sahibi gören Fransa ile olan “müttefiklik” bağlarına bile aldırılmamaktadır. Çin ise bütün bunlara mukabil, bu denklem ve işleve karşılık, mallarını Londra’ya kadar özgürce satmak istediği bir ticaret kervanı kurmaktan ibaret bir taleple yetiniyor. Amerika’nın ortaya çıkardığı büyük paylaşımdan küçük kuzen Rusya, Akdeniz’de ve Suriye’de, hatta Afrika’da kendi payını talep ediyor.

Çağımızın “yeni sömürgecilik modeli” ilginç bir sürece girmiş görünüyor. Paylaşım alanları, bölünecek yerler, ortadan kaldırılacak ülkeler ve toplumlar üzerinde tarafların ittifak ettiği anlaşılıyor. Bunun için kendini düzen kurucusu gibi gören ve öyle hareket eden, hegemonik ülkelerin, yeryüzüne konuşlanma stratejilerine bakıldığında, ilerde olacakları az çok tahmin etmek bir kâhinlik olmayacaktır. Olay, günümüz sömürgecilik düzeni ve sömürgelerin sınırlarını, bu sınırlar içine alınacakları belirleme ve belirlenmiş kamplar içine alınanların içerde tutulması esasına dayalı olarak ortaya çıkacak yapı üzerine odaklanacaktır.

Yeni sömürgecilik modeli ve Türkiye

Türkiye ‘yeni dünya sömürge modeli’ içinde ‘kullanılır ülke’ konumuna düşürülmüştür. Dünyanın yeni paylaşım düzeninde elindeki imkân ve kabiliyetleri geliştirmek yerine kör heveslere, yanlış politikalara sürüklenerek akıl dışı harcamalar ile sanayileşmeden, ilerlemeden koparılmış, betona, çimentoya ve kuma gömülmüş, geleceğinden koparılacak bir dar ayağa sokulmuştur. ‘Türkiye’yi ufalayıp tasfiye etmek’ hedefine dönük ‘yeni Türkiye’ projesiyle, çok kültürlü, çok kimlikli ortam doğması için uğraş verilmektedir. Türk kimliğinin, devletin tek dilde anlaşır bireyler yolunun terk edildiği gözlenmektedir.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki Ortodoks dünyasını bölme görevini Türkiye yüklenmemelidir. Fatih kaymakamlığı nüfusuna kayıtlı Fener Rum Patriğine ‘ekümenik’ muamelesi yapmaya ve onun kendini ‘Konstantiniyye Ortodoks Ekümenik Fener Rum Patriği” mertebesine çıkarma isteğine uyanlar olabilir. Ancak bu tür girişimlere ve bu çerçevede Ruhban Okulu’na izin vermek en hafifinden Türk devletinin geleceğini tehlikeye sürükleyecek bir adım olur. Sizden ‘Ekümenik Rum Patriği’ için bir ’Konstantiniyye’ istenmesi doğaldır. Çünkü hevesler bu iştahları kabartacak mahiyette gelişmektedir.

Katar ve Türk düşmanı Arap devletleri, bilinçli bir şekilde komisyoncu gibi yatırım yapıyor, toprak kapatıyor. Bu ısrar ile açılması arzu edilen ‘Kanal İstanbul’ ucubesinin böyle bir kapının açılması baskısını da beraberinde Türkiye üzerine getirmesi güçlü ihtimallerden biri olacaktır. Yetkililerin bu kanal sevdasının, Türkiye’yi kapsayacak şekilde, referanduma konması icap eder. Ülkenin geleceğini etkileyecek bir kararın verilmesi bir kişiye bırakılmayacak kadar önemli bir beka sorunudur. Mevcut yapının gereksinimlerinin karşılanamadığı Trakya’ya yeni nüfus yüklemesi yapmak hangi ihtiyacı karşılayacaktır? Durup dururken ülkemiz için anlamsız bir beka sorunu yaratma göze alınıyor. Şimdi iki boğaz denetimimiz altındadır ve istediğimiz gibi yönetme hakkımız var. Belaları elimizle üstümüze çekmenin ne anlamı var? Yoksa biz de ‘Mars’a inen teknolojinin sahibiyiz de birileri duymakta cimrilik mi ediyor?

Oşinografi ile uğraşan bilim adamları Karadeniz ve Marmara karıştığında kendi elimizle bir ölü deniz yaratmış olacağımızı söylüyor. Fâtih’ten sonra ilim ve fenden kopan Türkler koca bir imparatorluk yitirdi. Şimdi de Türkiye mi yitirilmek isteniyor? Türkiye ve İstanbul’un tahrip edilmesine izin verilmemesi konusunda başımızı iki elimizin arasına alıp yeniden derin derin düşünülmesi gerektiğini, her şeyin paradan ibaret olmadığını, vatan denen bir kavram olduğunu hatırlatmayı gelecek kuşaklar adına yapıyorum. Vatana ve gelecek kuşakların yaşayacağı bu ülkeye bir inat uğruna kıyılmasın, derim.

Türkiye bu bakımdan Lozan ve Montrö antlaşmalarının kendine kazandırmış olduğu üstünlükleri kıskançlıkla korumalıdır. Dünyanın, zemini çok kaygan ve tehlikeli bir sürece girmekte olduğunu, gözden kaçırmamak gerekiyor. Mezarlıkta ıslık çalarak kendi kendimize hamaset nutukları atmaya gerek yoktur. Türkiye şu anda çevresi kuşatılmış bir konuma getirilmiştir. Müttefik ve düşman yapılar, ilginç bir biçimde bize karşı birlikte güç gösterisi yapmaktadır. İçeriden ve dışarıdan psikolojik savaş taktikleri ile yapılan saldırılarla toplumda mevcut iç cepheyi çökertme yoluna gidilmektedir. Ülkeyi sevenleri, içine düşürüldüğümüz durumun vahametini idrak eden her kesimin vatanseverlerini düşünmeye, Meclis’te çıkış yollarını birlikte düşünmeye ve aramaya, Türk milletine yeniden umut olmaya çağırıyorum.

Birbirini tamamlayan Lozan ve Montrö antlaşmalarının, bu süreçte ne denli stratejik ve bağımsızlığımızın korunmasında nasıl bir pekiştirici güce sahip olduklarının idrakinde hareket edilmesi mecburiyeti vardır. Bu bir inat/murat meselesi değil, vatanın, devletin ve milletin birliği ve bekası açısından bir hayat/memat meselesi olarak önümüzde durmaktadır. Boş hayaller peşinde koşmaya veya öyle görünmeye, çağa aykırı işlere yönelmeye harcanacak ne zaman ve ne de emek kaybına izin verilmemelidir.

Rusya’nın önünde sonunda küçük de olsa bir ‘kuzen’ olduğu gerçeğini göz önüne almayanlar sadece ahmaklığın kaderini hazırlar. Dengeleri bozmak bu ülkenin görevi değildir. Türkiye’yi varlığı ile koruyan Suriye setini ayakta tutmaya çalışanı kızdırırsan, seni parçalamaya uğraşan ile danışıklı dövüş hâlindeki Rusya da sadece bizim için değil, kendisi için de tehlike yaratacak olayı anlamaktan usanabilir. Türkiye’de acaba elindeki vatan topraklarını yeni bir Sevr’e zorlayıp tasfiye memuru olma isteği mi yatmaktadır, bilemiyorum. Türkiye’nin ufalanmasına uğraşanlar ile Rusya’nın sonunda pes edip payını alarak istemese de kendi sınırlarına çekilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Bunu isteyenlerin amacı yoksa böyle bir paylaşım mıdır? Gazi Meclis, Türkiye’nin, içinden geçtiğimiz dünya yeni sömürge düzeninin neresinde durduğunu düşünmekte midir ve gelecekten endişe etmekte midir, doğrusu merak ediyorum. Vatan, bu denli sahipsiz, kimsesiz mi görünüyor? Biz yine de Toroslar’da bir Yörük çadırında ocak tütüyor ise umut vardır, diyelim.

Yeni sömürgecilik düzeni kurucularının uzun ve sabırlı uğraşlar sonunda kurabilecekleri zeminleri, kendi ellerimizle onlara sunma işinden kendimizi kurtarma, aklımızı başa devşirme zamanı gelmiş, hatta geçmeye başlamıştır. Aklımızı başa toplayacağımız hayati beka sorunlarımızdan biri KKTC’nin tanıtılması sorunudur. Yeni model dünya sömürge düzeni burada güç ile Türkleri haklarından vazgeçirmeye çalışıyor, zorluyor. Self determinasyonlu iki devletli ve garantörler çerçevesinde bir araya gelme süreci geçilmiştir; aradan uzun yıllar geçmiştir ve her iki halk kendi hayatını sürdürmektedir.

 

KKTC de ülke için aynı hayatiyet içinde bir beka sorunu ehemmiyetindedir

KKTC de ülke için aynı hayatiyet içinde bir beka sorunu ehemmiyetindedir ve bir an önce tanıtımı yapılmalıdır. Avrupa Birliği ülkeleri, bugün Çek ve Slovakya’nın ayrılışını anlayışla karşıladılar ve onları içlerine kattılar. Batı, Yugoslavya’dan çıkan devletleri bünyesine katarken, iki ayrı halktan iki ayrı kimlikteki Kıbrıs adasını Rum kimliğinde hangi amaçla birleştirmek istiyor? Avrupa Birliği, Çek ve Slovakya gibi KKTC’yi de bağımsız ayrı devletler olarak bünyesine katmak istiyorsa, bunda samimi ise katabilir. Acı tecrübeler, dramatik olaylar iki tarafın farklı özelliklere sahip olduğunu dünyaya kanıtlamıştır. Avrupa Birliği hangi hesabın içinde hareket etmektedir, sorulmalıdır. Bunları göz önünde tutmayan her yaklaşımın, hem KKTC’nin ve hem de ülkenin bekasına ihanet anlamına geleceği açıktır. Bağımsız KKTC’nin her ne pahasına olur ise olsun tanıtımına girişilmelidir. KKTC’yi tanıtma faaliyeti yürütmeyenler, yarın tarih ve Türk milleti önünde hesap verme durumunda kalacaklardır. KKTC varlığı, Ada’da yaşayan Türklerin olduğu kadar, Türkiye’nin de ihmal edilemeyecek ölçüde önemli bir beka sorunudur. Tanıtma yolunda Rum devletinin verdiği tavizlere benzer yöntemler, KKTC tarafından da tanıtma faaliyetlerinde çekim unsuru olarak kullanılmalıdır.

Türkiye’de, kökenler ne olursa olsun Türk kimliğinde, Türk dilinde, Türk kültüründe, Türkiye vatanında yaşayan insanlarız. Türkiye için siyaset yapan, birliğini, dirliğini ve kalkınmasını esas alan partilerin farklı çözüm yolları denemesi doğaldır. Ancak, Türk kimliğini tartışmak, hiçbir siyasi partinin hakkı değildir. Dünyanın hiçbir devleti de böyle bir faaliyete kendi ülkesinde izin vermez. Türkiye’de kurulan siyasi partilerin faaliyetlerinin de bu esasa göre yürütülmesi icap eder. Türkiye’de ‘halklar’ tabirini kullanmak, ister farklı inançlarda olanlar, ister kriptolar tarafından olsun, Anayasa’ya göre de aykırı faaliyetler içine girer.

Birliğimize, dirliğimize, dilimize, istiklâlimize, kültürümüze saldıranlarla mücadele edenler var olduğu sürece, vatanımız özgür ve bağımsızdır. Dilim döndüğünce, aklım erdiğince olacaklar hakkında görüş ve tespitlerimi belirtmeye, sizlerle paylaşmaya çalıştım. Türk milletini tehlikelere, ihanetlere karşı uyarmaya çalışan herkese kendi payıma gönülden selam olsun, derim. Tarikatlar yoluyla yapılan zehirlemelere, kör heveslere karşı çalışmalar, istihbarat ağlarının da faaliyet alanına girer; bu gerçek de gözden uzak tutulmamalıdır.

Yeni sömürge düzeni yapısı içinde bize biçilen rolü kabullenip uşaklık mı edeceğiz, yoksa Türk dünyası içinde yer alıp kendimizin efendisi mi olacağız? Temel sorun budur. Bu yanıtı doğru belirler ve arkasında sarsılmaz biçimde durur ve bu yolda çalışırsak, her zaman olduğu gibi kendimizin efendisi olma yolunu sürdüreceğiz. İstediğimiz yol budur. Avrupa devletlerinin enerji tedarikçiliğini yapmak ve Türk düşmanlığı yapan Arap ülkelerine güvenmek, yaşadıklarımızdan ders çıkarmamışız anlamına gelir. Ülkeye yeni felaketlerin Araplardan geleceği konusunda şüphem yoktur. Onlar gerçek yüzlerini ve nefretlerini gösterdiler. Türklere yönelik kötülüklerinden Tanrı’ya sığınırım.

Türkler için vatan, bir toprak parçası değil, şehitlerinin ruhlarını taşıyan bir mabettir. Pahası yurt tutulduğunda ödenmiş bedeldir. Bu yolda her kuşatmadan kürre-i arzı patlatıp çıktık, onu başaranların çocukları da aynı ruhtadır. Sırası gelince içeriden ve dışarıdan yapılan yeni kuşatmaları da yine kürre-i arzı patlatıp çıkarız. Bunu yapacağımızı, ihanet şebekelerinin, hainlerin, düşmanlarımızın bildiğinden de eminiz. Yeryüzündeki dünya toplumları biliyor ki Türkler olmaz ise bu dünyada tarih durmuş demektir. Tarihin yürüyüşü yeryüzünde Türklerle mümkün olmuştur ve olmaya devam edecektir. Yeni sömürgecilik düzeninde Türkler için uşaklık edecek bir yer düşünülüyorsa bilinsin ki Türk ölür ama bu zillete katlanamaz, katlanmaz. Katlanacak olanları da bu yoldan alır ve kenara koyar. Ben, TBMM’ne güvenimi ve umudumu sürdürüyorum. Ya siz?!…

Yazar

Dursun Yıldırım

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar