Yükleniyor...
Soru şu mu olmalıydı: İçinden geçtiğimiz değişim dönüşüm süreci, gerçek anlamda kendini tamamlamış bir ‘üçüncü inkılab-ı kebir<üçüncü büyük devrim> mi yoksa bu devrimi yerine oturtması için tasarlanmış bir yeniden yapılanma mıdır?
Dünya üzerinde yaşanmakta olan Üçüncü İnkıIâb-ı Kebir< Üçüncü büyük Devrim> için kökleri itibariyle 1984 yılından1989 yılına kadar geçen bir hazırlık süreci yaşanmış olduğunu daha önceki bir yazımda vurgulamıştım. Bunların politik ve stratejik olasılıkları nasıl oluşturulabileceği üzerinde yapılan çalışmaların, ideoloji imparatorluklarının ‘yumuşama dönemi’ dedikleri süreç içinde, arka kapı ilişkileri bağlamında karşılıklı yürütüldüğü, bugün arkaya bakıldığında daha iyi anlaşılıyor. Sıcak çatışmaların, sınırlar dışında tutulması da bilinçli yaptıkları alıştırmalardan ibaretmiş. Bunu taraflar, kendi saflarını sıkılaştırma yolunda kullanmışlardır. Bu tür gösteriler sırasında, bilim ve teknolojide kazanılan kapsamlı ilerlemeler ile dünya, kuzenlerin işbirliği ile yeni bir devrime hazırlanmıştır. Ancak işbirliğine karşın geçmiş yapılarda ortaya çıkmış sorunların çetinliği bir türlü aşılamamış, ‘ur’ gibi yerlerinde kalmışlardır. Bu gerçek, yürütmeye çalışılan yeni devrimin bu ‘ur’ yapılar ile yürümeyeceğini gören, yine eski düzenin bir geliştiricisi önemli bir isim, Henry Kissinger tarafından tespit edilmiştir. Böylece ‘küreselleşme’ bir süreliğine de olsa, başka bir safhaya aktarılmıştır. Aşağıda buna değineceğiz. Ancak bir husus bizi ilgilendirmektedir, kısaca ona da değineceğiz.
Yumuşama <detant> dönemi içinde, ilerde bir değişim ve dönüşüm yaşanırsa ülkelerin konumları da kimi üyelerden saklı değerlendirmeye alınmıştır. “NATO kozmik dosyalarında böyle bir devrim, bir değişim yaşanması halinde Türkiye’nin durumu ne olacak?” sorusuna da cevap aranmıştır. Bu cevap da 1960’lı yıllarda NATO kozmik rapor dosyalarında yerini almıştı. Benim yaşımdakiler çok iyi hatırlayacaktır ki o sırada marksist ve liberal ideoloji imparatorluklarının başat liderleri, dünya üzerinde aralarında bir ‘yumuşama süreci’ başlatmışlardır. Kozmik dosyalarda olası gelişmelere yer verilmeğe başlanmış; olasılıklar üzerine izlenecek stratejiler, sınırların kesin dokunulmazlık hadleri, açık oyun oynama ve sıcak çatışma alanları belirlenmiştir. Değişime açık bırakılan yerler ve sınırları bu kozmik dosyalar içine girer, saklanır. Her şeyin yazıldığı olasılığı kadar olmayabilirliği, değişime uğraması mümkündür. Senaryolar ‘mümkünlük’ ve ‘mümkünsüzlük’ sınırları içinde sınırlar dışında kurgulandığı için tarafların ağır zayiat verme olasılığı da sıfır mertebesindedir.
NATO kozmik dosyalarına giren yumuşama sürecinin özellikleri ve kimi gelişmeler karşısında kimi ülkelerin ne olacağı üzerinde durulmuş olduğu anlaşılıyor. Türkiye bu durumdan, NATO üyesi olmasına rağmen, yıllar sonra tesadüfen haberdar olmuştur: NATO karargâhında Türkiye adına görev yapan rahmetli Atıf Erçıkan Paşa’nın, yanlışlıkla önüne gelen dosyalar arasında, “NATO ve Varşova paktları ortadan kalktığında Türkiye’nin durumu ve konumu ne olacaktır?” sorusu ile ilgili bir kozmik dosya dikkatini çekmiş, okumaya ve hızla not almaya başlamış. Bu sırada kozmik dosyalar görevlisi Amerikalı albay kapıda görünmüş ve telâşla o dosyanın iadesini istemiş, inceleyeceği dosyalar arasına yanlışlıkla karıştığını belirtmiş. Bunun üzerine Paşa, yok demiş, beni ilgilendiriyor, bu dosya Türkiye ile ilgili. Dosyanın incelemesini bitirince derhal iade ederim, cevabını vermiş, görevli de öfke ile odadan çıkıp gitmiş. Paşa, kozmik dosya ile bağlı notlarını Türkiye’ye döndüğünde görev yerine teslim etmiştir. Dönüşünden kısa bir müddet sonra, İzmit sapağı üzerinde ağır bir trafik kazası geçiren Paşa, hastaneye kaldırılmış ise de bir müddet sonra vefat etmiştir. Bu anekdotu rahmetli devlet adamı Alparslan Türkeş’in ağzından bizzat dinlediğim şekliyle buraya kaydetmek ihtiyacı duydum. Türkiye onun fedakârlığı ile bu bilgileri öğrenme olanağı bulmuştur. Türk ordusunun neden tarumar edildiğinin daha iyi anlaşılması açısından bu anekdotun önemli olduğunu düşünüyorum.
Yalta düzeninden Malta düzenine geçmenin, liberal dünya ağları ile buluşmanın ve bu dönüşümü gerçekleştirmenin bir maliyeti vardı. Üretim ve tüketim ağlarının, alışkanlıkların değiştirilmesinin bir maliyeti olacak, psiko-sosyal etkilerinin yaratacağı sorunlar ortaya çıkacaktı. Bunların karşılanması nasıl olacaktı? Batı, fırsat kapıları açılacağı düşüncesi ile maliyete kredi musluklarını açarak büyük ölçüde destek verdi. V. Putin’e kadar, psiko-sosyal sarsıntılar ortaya çıkan Rusya Federasyonu’nu da dağılmaya götürecek sarsıntılar ile sallanmıştı. Batı, bu kez böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin veremezdi. Zira Rusya, Wilson-Lenin tarafından kurulmuş dünya düzeninde işlevi bitinceye kadar mengene görevini sürdürmeliydi ve bu durum korunmalıydı. Nitekim V. Putin, bu görevi bugün de olması icap eden sınırlarda kalarak bir ölçüde sürdürmektedir.
Dünya üzerinde Yalta düzeninden Malta düzenine geçmek zaman almıştır. Üçüncü İnkılâb-ı Kebir, bir başka ad ile daha doğrusu başlangıçta, ‘küreselleşme’ diye sahneye çıkarılmıştır. NATO’nun patronu kendini dünyanın, ‘küreselleşme’ patronu konumuna geldiği zannı içinde hareket etmeye başlayınca, eski düzen ortakları bu tutuma karşı durdular. Eski düzen ortakları arasında küçük kuzen dâhil aralarında ipler gerildi. Bu gelişmeler ardından, savaş sanayisi ürünleriyle birbirlerini sınamak üzere ortaklar arasında, güç gösterisi oyunları düzenlemeye kadar uzanan gerilimli ortamlar yaratıldı. Aralarında sıcak çatışma alanları ve araçları belirlediler.
Belirlenmiş sıcak çatışma alanlarının; geri bıraktırılmış, kendilerinin tayin ettiği despotlar ile yönetilen ‘müslüman ülkeler’ olması, bir tesadüf değildir. Bu toplumların başına tayin edilen bu tiranlar, tek adamlar ile yapılacak sıcak çatışmaların finansmanını ve gerekli çapul alaylarını ve kurbanları çatışma alanları için hazırlayacaktır. Böylece kolaylaştırıcıları, koltuk ve şatafat düşkünü tiranlara sıcak çatışma alanlarını hazırlatırlar.
Çatışma alanlarında yer alan toplumların birbirine düşmanlaştırılıp yalnızlaştırılması, birbirine düşürülmesi, parçalanmaları, birbirlerini boğazlamaları ve dönüp maliyetin de bu toplumlara ödettirilmesi dünyada hangi batıyı rahatsız eder ki? Dün bunların yerini ‘katolik’, geri kalmış Güney Asya, Afrika, Orta ve Güney Amerika toplumları oluşturmuyor muydu? Afrika’nın Latin kültüründen kurtarılması, BOP amaçlarının önemli bir parçası değil mi? Fetö’yü kim koç boynuzu gibi dünya üzerinde kullanıyordu? BOP’un yüklediği görevler, görevlilerince eksiksiz ve kusursuz biçimde sürdürülmüyor mu? Biden seçilmeden önce ‘Kürtler’in entegrasyonu harekâtına devam edilecektir, derken haritaları ve hedefleri C. Rice tarafından belirlenip açıklanmış olan proje aynen takip edilecektir, demiyor mu? Bu projeye destek vermeyecek ülkelerin yönetimlerini iktidar koltuklarından uzaklaştırmadılar mı?
1. Putin, neden Suriye konusunda Türkiye’yi uyandırmaya çalışıyor? Türkiye’yi düşündüğü için mi? Hayır, öncelikle kendi ülkesinin geleceğini ve güvenliğini düşündüğü için böyle davranma zorunluluğu duyuyor. Çünkü Suriye seti çökerse sıra Türkiye setine gelecektir. Türkiye seti çökerse sıra kime gelecek sorusunun da cevabı açıktır: Rusya. Üç adım sonrasını, belki yüz adım sonrasına göre stratejik hesabını yapma yeteneği yüksek Putin, Suriye’nin parçalanması halinde kendisi için ortaya çıkacak tehlikenin büyüklüğünü görmektedir.
Dünyada şu anda politik ve stratejik satrancı en iyi oynayan Putin, ordusu ve kurumları tarumar edilmiş Türkiye’nin, hazırlanan oyunda, içerden ve dışarıdan işbirliği ile içine sokulduğu tehlikeyi görmektedir ve böyle bir gelişmenin kendisi için de ölümcül bir tehlike yaratacağının farkındadır. Çünkü bu hamle ile Türkiye’yi parçalayacakların bu seti yıkıp kendi hudutlarına kolayca nüfuz edeceğini Putin görmektedir.
Ekümenik patrik havalarına girmiş olan Fener patriğinin hayal ettiği Konstantiniyye devletinin kurulduğu ve onun efendisi gibi dünyayı dolanması ve Bizans asası ile gezinmesinin ne anlama geldiğini, Putin çok iyi bilmekte ve ardında duran gücü yakından tanımakta, asıl amacın Ortodoks dünyaya yönelik bir parçalama projesi olduğunu bilmektedir sanıyorum. O, kuzenler arasında küçük kuzen olsa da dünya düzeni içinde rolünü bu sıra yetkin biçimde yerine getirenin kendisi olduğu gerçeğini de görmektedir.
Bu yüzden V. Putin, Kanal İstanbul projesinin, 1957’den beri tasarlanan, Ekümenik Ortodoks Patriklik projesi ile bağlantılı olduğu kanısına varmış olmalıdır. Yarımadayı kanalın koparıp müstakil kara parçası haline dönüştürmesinin arkasında bu endişe mi saklıdır? Katar, Suud ve benzeri devletler kimin emri ile yarımada üzerinde toprak kapatmıştır, projenin bu boyutu ile ilgili olabilir mi? Yarımada üzerinde gayrimenkul alımlarını izlemek bir ipucu verir mi, bilmiyorum.
Konstantiniyye Ekümenik Patrikliği ile Ortodoks dünyasının tek elde toplanması istemi, bugün olmasa bile sabır ile koruk helva olduğu gibi gerçekleşir düşüncesi de yabana atılamaz. Batı Trakya Türklerinden müftü tayin edilmesi hakkı, ellerinden alındı. Biz ise Lozan Antlaşması’nın karşılıklılık maddesini bir yana koyduk, Rumlara patrik tayin etmiyoruz, onlar seçiyor. Üstelik zamanımızda, Fatih Kaymakamlığı’na bağlı Fener Rum Patriği, kendisine; ekümenik patriklik unvanı ile etrafta dolaşma, Bizans imparatorluk asası ile caka satma, kapalı papaz mektebini açma hakkı verilmiş gibi çarşı pazar dolaşır gibi uluslar arası turlarda görülüyor. Ne uluslar arası antlaşmalar, ne yasalar, bravo doğrusu.
Bu gelişmelere karşılık V. Putin, Türkiye’nin coğrafi bütünlüğünü koruyarak ayakta durmasını kendi menfaatine daha uygun görmektedir. Aynı şekilde V. Putin, Suriye’nin coğrafi bütünlüğünü korumaya özel çaba gösteriyor. Bu set yıkılınca sıranın Türkiye’ye geleceğini adı gibi biliyor. Türk milletini uyarmaya çalışıyor. Bunu kendi güvenliği için yapıyor.
Ama bu çabası boşa çıkarsa, o da sonuçta sırtlanlardan kendi payını isteme konumuna girecektir. Belki de bu yolda pay olarak ‘Batı Ermenistan’ toprakları diye o payı kapmaya çalışacaktır. Ermenistan şu anda başında Rusya’nın olduğu, Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması üyesidir. Dağılma sürecinde böyle bir talep doğarsa kimsenin sesinin çıkacağı yoktur. Lozan’ı reddedenler, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın Sultan adına imzaladığı ve devlet heyetinin onayladığı Sevr anlaşmasına geri dönme heveslileri, Payıtaht’ın altın anahtarını bu anlaşmadan sonra İstanbul işgal komutanına takdim eden padişahın bir gambot ile ülkeden çekip gitmesine söz etmemek, akla ziyandır. Sen hiç Sevr’i okudun mu?
[Türk milletinin vatanında yaşayıp yediğin ekmeğe saygısız, erdemsiz, Türk düşmanı soyu bozuk yaratık! Ey hırsız, kripto soysuz nâdan, bu cahilliğin ile ne kendi dinini bilirsin, ne Tanrı buyruğu kitabın söylediklerini. Ne de imandan, izandan haberin var. Sadece din ticareti yapıp insanları kandırarak olup bitenin sorumluluğunu Allah’a yükleyen ahlaksız! Böyle yaparak kendini pir-ü pâk edip hesap gününde kendini kurtaracağını sanırsın. Dini bilsen bir hesap günü olacağını da bilirdin, kendini kandırma! Kâbe, papazın günah çıkarma hücresi değil, bilesin, içinde de dışında da namaz kılsan yararı olmaz! Yediğin haramların, eziyet ettiğin insanların, israfın, açlıktan inleyenlerin de hesabını, yapana soracaklar. Hele toplum yöneticiysen ve bunları yapmış isen olacakları bir de o yönden düşün, vakit varken tövbe istiğfar et ve hak sahiplerinden rızalık dile derim. Verirlerse ne ala, vermezlerse ya hey! Men dakka dukka olacak gün o gün olacaktır. < Bu kısım konu dışıdır, Sevr sevici cahil yobazlar, Türk milletine, Cumhuriyet kurucuları ecdadımıza hakaret eden namus, şeref, iman yoksunu, kripto hainler içindir>].
Şüphesiz öyle görünüyor ki Suriye’de Türkiye ile aynı çizgiye gelemez ise, Amerika’nın izlediği politika çerçevesinde kendi payını ve sınırlarını bağlayıp alacaktır. Türkiye de boşalttığı Suriye sığınmacılarını memleketlerine geri gönderip iskân ettirme yerine Suriye’ye düşmanlık eden yegâne ülke olarak bunun mükâfatını ağır bir bedel ile boş yere ödemiş olacaktır. Ham hayallerin ülkeyi sürüklediği yer burasıdır.
Dünyamızda bugün V. Putin ve Angela Merkel’i bir yana koyacak olur isek, etkin devlet adamı vasıflarına sahip, dünya düzeni kurucusu olabilecek yeteneklerle donanımlı kimseyi göremezsiniz. Arasan da aralarında bugünün ne Atatürk’ünü, ne Denktaş’ını bulmak mümkündür. Türk dünyasında bir nebze bu boşluğu Kazakistan Devlet kurucusu Nursultan Nazarbayev doldurmaktadır. Bunu da eğitim süreçlerine, bilgi ve deneyimleri ile Türklük şuuruna borçlu olduğu açıktır. Oysa yirminci yüzyıl dünyası toplumlar için büyük devlet adamlarının yer aldığı bir yüzyıl olmuştu. Türk Dünyasında M. Kemal Atatürk, Rauf Denktaş olağanüstü yetenekler ile donanmış, Tanrı mucizesi insanlar idi. Dünya büyük devlet adamları ile yönetiliyordu.
Yirmi birinci yüzyıl ise önceki yüzyılın aksine, devlet adamı fıkdanı <yokluğu> yaşamaktadır. Avrupa merkezli dünya üzerinde bugün, Angela Merkel ve V. Putin dışında devlet adamı, uluslararası lider vasfına sahip bir kimse görünmemektedir. Öyleyse onca ülke nasıl yönetiliyor, sorusu sorulabilir. Gelişmiş ülkelerde, devletlerde toplumlar, anayasa ve kurumlar ile yönetilir. Tiranlığa, tek adamlığa izin verilmez. Böylesine gelişmiş toplumlarda demokrasi, anayasa ve devlet kurumları, onların görev ve sorumluları esastır. Buralarda hükûmet eden siyasî kadrolara ne anayasaları, ne de devlet kurumları istediğini yapma özgürlüğü tanımaz. Devlet kurumları, denetleme kurumları, yargı kurumları keyfe göre karar vermeye izin vermez; böyle kalkışmaları tereddütsüz yargıya taşır, kuralları çiğneyen devletin tepesinde oturan da olsa hiç dinlemez, cezasını keser. Milletine hesap vermeyen devlet, kimsenin aklından geçmez. O, sadece tiranlar ile yönetilen Müslüman veya geri bıraktırılmış toplumlarda görülebilir.
Dünyada tiranların, tek adamların yönettiği ülkelere bakınız. Bunların vatandaşlarının, fırsatını bulur bulmaz bu cendereden kurtulmak için ölümü göze alarak kaçmak istediği görülür. Özellikle bu kaçışların Müslüman ülkelerin vatandaşları arasında görülmesi şaşırtıcıdır. Öyle ya, başka bir Müslüman ülke yerine neden farklı dinden bir ülkeyi seçerler? Neden bu tiranlar, tek adamlar toplumlarının geri kalmasını ister? Neden dünyayı, zamanın aklın ve bilimin ışığında, dinleri dâhil öğrenmelerine izin vermezler ve kafalarını geçmiş çağların ilmine ve tefsirlerine hapsetmek isterler? Tanrı buyruğu, her çağa, her zamana ve duruma aklın ve bilimin ışığında bir çözüm olduğunu belirtir. Kendi dilinden dinini öğrenmelerine fırsat verilmeyen nice insan var. Bundan yararlanıp insanları sığır, koyun mertebesinde tutup güden tuhaf din taciri, ırz düşmanı umacılar var. Yeryüzünde böyle ağa düşürülmüş nice Müslüman toplumlar var. Bunu niye yazdım. Bu da yeryüzünde bir devlet adamı fıkdanı nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Dinden geçinen, toplumlarını cahil bırakıp sindirmiş ahlaksızların kurduğu tiran/tek adam düzenleridir bunlar.
Yirmi birinci yüzyıl toplumlarının devlet adamı yoksunluğu içinde bırakılması da bir proje gereği; bu proje için bir ‘stres testi’ mi acaba, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kurumlar yolu ile yönetilecek bir dünya modeli, bir mimarisinin mi kurulması isteniyor? Ancak bu tasarım, bir üst yönetim yapısına muhtaçtır. Kurumlar nasıl işleyecek? BM modeli işlemiyor. BM kurumlarının hiçbiri yeryüzü yönetiminde etkin görünmüyor. Oysa dünya toplumlarının yaşayış, alışkanlıklar, iletişim ve ulaşım ağları bakımından tek bir köyün üyeleri olma yolunda epey mesafe kazandığı ve hemen her üyenin bu özellikleri kendi bünyesine kattığı gözleniyor. Tabii, henüz bu sürece girememiş, uzak düşmüş toplumlar da var. Ancak dünya düzeni ve mimarisi açısından bakıldığında, bunların hangi çağda yaşadıklarından ziyade karınlarını nasıl doyuracakları onlar için daha önemli görünmektedir.
Ben dünya toplumlarının üç kategoride değerlendirilebileceği kanısındayım. Bu tasnifte, Amerikan toplum tabakalarında olduğu gibi dünya toplumları için de gelişmişlik açısından üç tabaka olduğu ileri sürülebilir. 1.Gelişmiş toplumlar; 2.Gelişmekte olan toplumlar; 3. Az gelişmiş toplumlar. Bunların her biri de kendi içlerinde üst, orta ve alt olmak üzere üç tabakaya ayrılırlar. Hiç kimsenin yeri sabit değildir. Katlar arası ve kat içinde geçişler olabilir ama bu göründüğü kadar kolay olmaz. Ancak, geçiş şartlarını gerçekleştiren toplumlar bunu başarır.
Bilinçli, dayanışma ruhu yüksek, vatanperverlik duygusu yüksek toplumların bu zor işi başarabildiği gözlenir. Bugün ‘gelişmekte olan ülkeler’ kategorisinde yer alan toplumların bu özelliklere sahip olanları, eğitim süreçlerine bunları taşıyabilir ve bu azimde yurttaş yetiştirebilir ise sonunda bir Almanya, bir Japonya düzeyine, sabırla o programı takip etme yolu ile erişebilirler. Türkiye bu özellikler ile yola çıkmıştı ama üretim ve sanayi toplumu olmak yolundan çıkarıldı, tüketici toplum sınıfına iteklendi. Bugün iteklenmişliğin tepe noktasında bulunmaktadır.
Dünya düzeni mimarisinde önemli rol oynayanlardan biri, belki de yaşayan devlet adamlarının en önemlisi, H. Kissinger, geçenlerde bir söz etmiş: ’Dünya düzeni yeniden yapılandırılmalı’ diye. Dünya düzeni veya mimarisi demiş olabilir. Ancak anlam aynı. Kurulmak istenen yeni düzen mi, yoksa eski düzenin yeniden yapılandırılması mı kast edildi tam bilemedim. Çünkü konuşmasının metnini bulup okuma olanağı bulamadım. Fakat her iki halde de tespit doğru diye düşünüyorum. Zira mevcut dünya düzeni yürümüyor. Yani ‘küreselleşme’ paydaşlarına yenileri katılmış, kimi yönlerden birbirlerini aşmış görünmektedirler. Almanya ve Japonya, İran ve Hindistan gerçeği bu cümledendir. Çin ve Kuzey Kore ise olağanüstü farklı düzeylerde etkindirler.
Çin’in ekonomik yönden Amerika ile ‘eroin bağımlısı’ konuma girmesi şaşırtıcı olmamıştır. Afyonkeşlikten yakasını kurtarıp üstün teknolojisi ile dünya üzerinde ekonomik ağlarının sınırlarını genişletme yolundadır. Onlar, M. Kemal Atatürk’ün ekonomi politiğini, sanayileşme planlarını ve başarılarını incelediler ve bu düzeye geldiler.
Dünyanın yeniden yapılanmasını H. Kissinger istemişti. Neden? Eski sistemin işlemediğinden mi, yoksa tarihin sonunun gelmediğini gördüğünden mi, bilmiyorum. İsteği bence yerinde ama onu gerçekleştirecek kalibrede devlet adamları çağı kapanmak üzere. İngiltere, Amerika, Fransa , Çin ve Japonya kurumların sağlamlığı, denetim mekanizmalarının disiplininden ödün vermeyişi ile kendilerini geleceğe taşımakta, politik ve stratejik tutum ve davranışlarını belirlemekte, devleti yönetme durumundaki yetersiz politikacıların açığını ve yanlışlarını kapatmaya çalışmaktadır. Devleti rayından çıkarmayan ve belirlenmiş hedeflere yönlendiren, değişmez kılan, kurumların etkinliği ve toplumlarının geleceğini düşünen, donanımlı vatanperver kadrolar elinde bulunuyor olmalarıdır. Almanya ve Rusya devlet kurumlarının olduğu kadar, kurumların getirdiğini virtüöz gibi kullanan yetenekli, birikim sahibi donanımlı liderler ile hak ettikleri bir konuma kendilerini taşımışlardır. İngiltere, Fransa ve Amerika’nın kurumlarının olağanüstü gücüne karşılık, çağımızda virtüöz liderler çıkaramayışı dünya düzeni açısından önemli zaaf olarak görünmektedir.
Acaba bütün bu zaafları gördüğü için mi H. Kissinger ‘yeniden yapılanma’ sözünü etti, diye düşünüyorum. ‘Siz henüz yeni bir aşamaya geçecek düzeye erişemediniz. En iyisi, siz eski yapıyı yeniden yapılandırıp bir süre daha bu şekilde yolunuza devam ediniz’ mi, demek istedi. Bence, böyle ise doğru tespittir. Çünkü pek çok şey yapılmış iken, mekanik akıllı araçlar geliştirilmiş iken, uzay devrimi gerçekleştirilmek üzere iken onun bu çıkışı, tasarlanmış süreç içinde işlerin iyi gitmediğine, bir düzeltmeye ihtiyaç olduğuna vurgu yapar. Geçmişin kusurlarından arındırılmış ve yeniden yapılandırılmış dünya düzeni neyinize yetmiyor, diyor diye anlıyorum. Dünya düzeni tasarım ustası Kissinger’in, toplumlara bu önerisiyle çok önemli bir uyarı yaptığı kanısındayım. Çünkü dünya devlet adamı fıkdanı yaşanan bir sürece girmiştir. Kurumları, anayasası, donanımlı kadroları olanların ayakta kalabileceği bir sürece girildiğinin uyarısının bundan daha kısa ve yalın biçimde, daha iyi ifade edilmesi mümkün görünmüyor. Dilerim ders alması icap edenler ders alır, toplumlarının başlarını kör hevesleri için belaya uğratmazlar.
Ancak bu dileğim nasıl gerçekleşebilir? Toplumlar kifayetsiz muhterislerin ellerinden yakalarını kurtarmadıkça bu mümkün değildir. Ancak insan olduklarını ve bundan dolayı çocuklarına, torunlarına, vatanlarına ve geleceğe karşı görev ve sorumluluklarının gereğini yerine getirmeleri gerektiğini anlamalarıyla bu gerçekleşebilir. Toplumları toplum yapan, bireylerinin birer insan oldukları bilincinde hareket etmeleridir. İnsanı hayvandan ayıran temel vasıf da budur. O zaman cümle tiranlıklar yıkılır, köleler de birer insan olduklarının, hakları olduğunun bilincine erişir. Devlet adamları, bu düzeyde buldukları toplumlarını eşitler arasında en eşit konuma getirmenin yolunda sabırlı ve disiplinli uğraş verenlerdir; tiranlık edenler, tek adamlığa özenenler değil. Hiç kimse bu gerçeği aklından çıkarmazsa ham hayaller peşinde koşulmaz ise bu hedef, er veya geç, Türk milletini hayal ettiği zirveye taşıyacaktır. Yeter ki Türk milleti iyice düşünüp kendine, özüne dönmeyi ilk hedef olarak önüne koyup yitirdiklerini yeniden düzene koyup işler konuma getirecek olan bu yola çıksın, derim. Hiç şüpheniz olmasın ki o süreç sona erdiğinde, Türk milleti dünya üzerinde kendini eşitler arasında en eşit konuma taşıyacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da tarih, geleceğe doğru yürüyecek ise Türk milleti olmaksızın bu yürüyüş gerçekleşemez.
Ancak bugün ne küreselleşme çerçevesinde, ne yeniden yapılanma işlerini görüşenler arasında değiliz diye yolumuzdan dönecek değiliz. Her toplum bir süre anomali geçirir. Bunlar tarihimizde hep yaşanmıştır. Bodun <Mo-tun> Kağan, İlteriş, Bilge Tonyukuk, Tuğrul Bey, Fatih ve Atatürk gibi büyük devrimciler yetiştiren Türk milleti, gün gelecek onları da aşacak, yaşanacak çağlara uygun, yüksek yetenekli yaratıcılar da ortaya çıkaracak, eskiden olduğu gibi dünya düzenine yön verecek devlet adamları yetiştirecektir.
Yeter ki Türk milleti kendini geleceğe taşıyacak donanımlı insanlar ile yönetilme bilincini yitirmesin. Çin’in, Japonya ve Almanya’nın başardıklarını Türk milleti de yapar, dünya düzeninde hak ettiği yeri alır. Dünya düzenini kurucular, yönlendiriciler, çekidüzen vericiler arasında yerini alır. Bunu gerçekleştirecek Türk devlet adamlarına bugünden selâm olsun!