Yükleniyor...
Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından
yazılan ve Töre dergisinin 1976 yılı 57.sayısında yayımlanan
“Fikir Sistemi Nedir?” başlıklı makalenin ilk bölümüdür.
Bir ideolojiye iki türlü bakabiliriz: Bir iddialar, sloganlar ve hareketler topluluğu olarak… Veya bir fikir sistemi olarak. Birinci bakış tarzında ideoloji, karmakarışık bir ormandır. Ortalıkta, birbirinden kopukmuş zannını veren münakaşalar, hareketler, tezler uçuşur.
Komünizm, veya bilimsel sosyalizm adlı ideolojiye, aslında iyi niyetli, fakat sistemden habersiz bir adamın baktığını düşünelim. Bir gün bir meydanda veya okulda “Tam bağımsız Türkiye” diye bağırarak yürüyen insanlar görecektir. Ertesi gün bir komünist gazetede gerçek demokrasi isteyen gençlerle ilgili bir haber okuyacaktır. Daha öbür gün de bir komünistle karşılıklı çay içerken ondan, meselelere bilimsel açıdan bakmak gerektiği, bilimsel olmayan yaklaşımların yanıltıcılığı üzerine bir nutuk dinleyecektir.
Bu safdil vatandaşımız, “Tam bağımsız Türkiye” haykırışlarını dinlerken tabiî ki Lenin’in emperyalizm teorisinden habersizdir. Sosyalist lügatte, dünya devletlerinin emperyalist ve emperyalist olmayan diye ikiye ayrıldıklarını; emperyalistin, komünist rejime sahip olmayan endüstri ülkeleri anlamına geldiğini; emperyalist olmayanın da, gerçekte en gaddar imparatorluklar bile olsalar, komünist ülkeler demek olduğunu bilmez. Bağımsızlığın ise kendi kafasındaki “istiklâl” kavramından çok farkı bulunduğunu ve bilimsel sosyalist terminolojide bunun sadece komünist olmayan ülkelere karşı düşünülebileceğini ve bu cins bağımsızlığın ancak sosyalist dünyaya, yani komünist kuvvetlerin safına geçmekle sağlanabileceğini düşünmez bile. Bu nokta son on-on beş yıl içinde biraz daha karıştı: Çin ve Rusya’nın aralarının gittikçe açılması, lügati biraz daha karıştırdı. Konuştuğunuz komünist Maocu ise emperyalist olmayan devletler Çin, Arnavutluk ve irili ufaklı birkaç Çin peykidir. Rusya sosyalist maskeli emperyalist olmuştur. 5-6 sene önce ülkücülerin sloganı olan “Ne Amerika ne Rusya” sözünü bugün Mao’cular kullanmaya başlamıştır. Fakat bu slogana bir de “…ne Çin” eklenmesi faşistlik olarak yorumlanmaktadır. Yok eğer Rus tipi bilimsel sosyalistle konuşuyorsanız, emperyalist olmayan Rusya ve peykleridir.
Bu çok bilimsel iki grup, bugün Türkiye sokaklarında birbirlerine kurşun sıkıyor… Meselâ Türkiye, ABD üslerinin faaliyetlerine kendi kararlarıyla son verebilse de bu, bağımsızlık sayılmaz, Çünkü komünistlere göre Türkiye komünist kamplardan birine, Rus veya Çin mandasına girmediği müddetçe bağımsız değildir; ABD ve Batı Avrupa’ya tarihî materyalizm açısından, Lenin’ in emperyalizm teorisi açısından bağımlıdır. Buna karşılık Çekoslovaklar SSCB’nin hoşuna gitmeyen lâflar ediyorlar diye, Macarlar başlarındaki Rus kuklalarını istemiyorlar diye veya Doğu Türkistan (Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmî tabiriyle “Sinkiang”, yani “Yeni Ülke”) Türkleri Türk gibi yaşamak istiyor diye Rus veya Çin tanklarının bu ülkeleri talan etmesi asla bağımlılık anlamına gelmez. Hattâ Brejnev’in, bu istilâlarına aslında bağımsızlık garantisi olduğunu söyleyen bir doktrini bile vardır : Brejnev Doktrini :”Bir sosyalist ülkede sosyalist rejim tehlikeye düşerse müdahale diğer sosyalist ülkelerin hakkı ve görevidir.”
Üstelik iyi niyetli yurttaşımız, “Tam bağımsız Türkiye” diye bağıranların asıl gayesinin Türkiye olduğunu sanmaktadır. Halbuki emperyalizm teorisi, bilimsel sosyalizmde temel çelişki olan sınıf kavgasını yerinden kaldırmamış, sadece ona baş çelişki sıfatıyla emperyalist devletlerle sömürülen devletler arasındaki çelişkiyi eklemiştir. Türkiye’den bahsederken bile temel gaye Türkiye değil, dünya proletaryasının kurtuluşudur. Türkiye’de olup biten ancak bu temel gaye için bir basamaktır.
Yine bu iyi niyetli yurttaş, gazetede “gerçek demokrasi” sözünü okuduğu zaman, halkı içeride tutmak için sınırlarına duvar örülen Doğu Almanya’nın resmî isminin “Demokratik Alman Cumhuriyeti” olduğunu hatırlamayabilir. Bu demokrasiyi, kendi kafasındaki çok partili, hür propagandalı ve hür seçimli demokrasinin biraz daha iyisi, biraz daha gerçeği olarak alabilir. Çünkü bilimsel sosyalizmin sosyalist demokrasi tarifini, yani, en hakikî demokrasinin üretim araçlarının sosyal mülkiyeti olduğunu ve sadece bundan ibaret bulunduğunu, siyasî demokrasi denilen burjuva üst yapı kurumu ile uzak yakın bir akrabalığı olmadığını bilemez.
Karşılıklı çay içerken dinlediği genci de çok sempatik bulacaktır. Çünkü o her “bilim”, “bilimsel” dediğinde bizim tonton vatandaşlarımızın aklına fizik, kimya, v.s. gelmektedir ve kendisi de çağdaş, kültürlü, v.s. olduğu için ilme büyük hürmeti vardır. Bilimsel sosyalist ideolojide bilimin diyalektik ve tarihî maddecilik anlamına geldiğini, bu felsefelere komünistlerin “bilimlerin bilimi” olarak iman ettiklerini duymamıştır bile…
Tonton vatandaşlarımızla komünistler arasındaki diyaloğun hikâyesi daha çok uzatılabilir. “Devrim”, “ilericilik”, “faşist” gibi nice kavramda bu “Efendim nerede ben nerede?” komedisi devam edip gider…
Bilimsel sosyalizmi bir sistem olarak kavrayamayan bu adam, fırsat buldukça meselâ “Ülkücülerle, sosyalist gençler Atatürkçü çizgide birleşsin” vecizesini yumurtlayabilecek veya ihtilâlin, bilimsel sosyalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğunu bilmediğinden komünistlere dönüp, “Çok iyisiniz, çok hoşsunuz ama, ihtilâl yapmasanız olmaz mı ?” nasihatini verebilecektir. Aldığı netice, sadece, kendisi gibi tontonlardan bol alkış ve sistemleri bilenlerin tebessümlerinden ibaret kalmaya mahkûmdur.
Komünistlerle bizim iyi niyetlimiz aynı dalgalardan yayım yapmaya ve bizimki onları, arada bir yaramazlık etseler de, aslında devrimci, ilerici, bilimsel ve hattâ milliyetçi zannederken Bulgaristan’a uçak kaçıranların “Bizim Türk olduğumuzu size kim söyledi?” veya Fransa’daki komünistlerimizin Rum komünistleriyle birlikte “Gerici ve şoven Türk askeri Kıbrıs’ tan atılmalıdır” gibi hesap harici çıkışlarıyla karşılaştığında ağzı bir karış açık kalacak; eğer beyni az yıkanmışsa “Yahu, bunlar ne biçim Türk genci ?” sorusunu akıl edebilecektir. Fakat beyninin yıkanması birkaç su ilerlemiş ve hatta bilimsel sosyalistlere uzun yıllar yardım da etmişse, irkilişi ancak Nadir Nadi’nin “Yahu bunlar ne biçim ilerici?” saçmalığı mertebesinde kalacaktır[1]. Beyin yıkamanın bu son safhasında artık ilerici, devrimci, sosyalist , gibi sözlerin arasında mana farkı kalmamış, bunlar, topu birden “cici”, ülkücü, komando, milliyetçi, sağcı, gerici ise “kaka” anlamına gelir olmuşlardır.
Aynı iyi niyetli vatandaşımızın bir Türk milliyetçisi ile maceralarını da inceleyebiliriz. Türk milliyetçisi de ona ilimcilikten, ilim metodundan bahsedecektir. O, kendilerini ilim yerine koymak gayretindeki ideolojilerle Türk milliyetçisi ile maceralarının da büyük farkın işte bu ilimcilikte yattığını anlayamayacak ve belki saf saf, “Ne iyi. İşte siz ilimcisiniz; onlar da bilimsel sosyalist. Neden kavga ediyorsunuz?” diye soracaktır. Belki de bütün fikirlerimizi kabul ettiğini, fakat Avrupa milletlerinin kültürüne direnmemizi tasvip etmediğini belirtecek ve “Milliyetçi olun ama şu güzelim batı kültürünü de kabul edin. Hem Atatürk muasır medeniyet seviyesine çıkmamızı istememiş miydi?” diyebilecektir. Sistemden habersiz olduğundan, millî kültür – millet – milliyetçilik arasındaki bağların kuvvetini de bilmemekte; Gökalp’in ve Atatürk’ün hars – medeniyet ayrımından habersiz bulunmakta, kültürle medeniyetin aynı nesneler olabileceklerine aklı bir türlü ermemektedir.
Belki bir başka sohbette, “Çok iyisiniz, çok hoşsunuz ama, bu Turancılık ne oluyor? Bu devirde oklarla, yaylarla, at sırtında fethe mi çıkacağız?” diye nasihat verecektir. İyi niyetli yurttaşımız, bir taraftan “millet”i sadece siyasî bir kavram sanmakta, diğer taraftan Türk milliyetçiliğine karşı yürütülen ve propaganda saldırısının tesirinde yüz binlerce Türk milliyetçisini ok ve yaylarla Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne harp açmaya hazır deliler zannetmektedir. Aslında birçok aydınımızın Türk milliyetçileri hakkında besledikleri acayip zan, okumuş kesimindeki erken bunamanın derecesini gösterir. Bu zavallılar şu satırlar yazılırken Türkiye’de sayıları milyona yaklaşan bir fikir sisteminin taraftarlarının tümünü bu derece aptal, kendilerini de bu derece akıllı görmekle aptallığın en büyük belirtisinin belki tarihteki en şiddetli numunesini yaşamaktadırlar. Aptallığın baş belirtisi, kendini çok akıllı, başkalarını ise çok aptal görmektir.
[1] (*) 1974 Ağustos’unda Paris’te Türkiyeli Öğrenciler Birliği, Türkiyeli İşçiler Birliği (Türk değil “Türkiyeli”…), Fransız eski Muharipler Birliği ve Yunan İşçileri Birliği (Fransalı, Yunanistanlı değil, Fransız, Yunan!) bir bildiriyle “Birbirlerinin kardeşleri olan Kıbrıslı Rumlar ve Türkler, emperyalist ve saldırgan, gerici ve şoven Türk askerlerine karşı birlikte mücadele etmelidirler…” gibi yüksek fikirlerini ilân ettiler. Paris’teki “Türkiyeli” lerin gerçek kardeşlerine yıllardır gazetesini açan ve ekmek babalığı yapan Nadir Nadi, bu bildiriye çok kızdı ve “Bunlar da İlerici Ha!” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşin tuhaf tarafı, aynı fikirlerin, aynı günlerde kendi gazetesinde bol bol yazılıp çizilmekte oluşuydu… (Bakınız: A. Bican Ercilasun, “İki Mektup”, Töre Dergisi, Sayı: 42, Kasım 1974.)