Yükleniyor...
Zaman zaman aşırı kullanımlarıyla damakta “Yine mi bamya?” dedirten kekremsi bir tat bıraksalar da yerinde ve zamanında söz arasına serpiştirildiklerinde taşın gediğine konulması noktasındaki inanılmaz katkıları yadsınamayacak olan klişeler, aslında bir dilin yıllanmışlığına da işaret eder. Öyle ya, Türk Dil Kurumu eş anlamlısını “basmakalıp” olarak verdiğine göre, biz de ancak uzun yıllar boyunca ve zengin bir kültür çerçevesinde kullanıla kullanıla klişelerin hazır lop ve fakat gümrah kalıplar olarak öne çıkabileceğini gönül rahatlığıyla savunabiliriz. Yoksa güzel dilimizin verimli bağrından, başka hiçbir dile tam anlamıyla çevrilemeyeceğini, yana kaykılmış Siyam heykelinin “Sülalem rahat!” pozlarını takınarak bile iddia edebileceğimiz şu türden klişeler doğmazdı:
“Meşin yuvarlak ağlarla buluştu. Sadık yârimiz günden güne kan kaybediyor. Âlem… nahoş olmuş. Ee, daha daha nasılsınız? Bilet yok mu, hiç mi yok, kalmadı mı? N’aptın bacanak, sattın mı senin Doblo’yu? (Tamam, kabul ediyorum; bu sonuncusunun biraz daha yıllanması lazım!) Ölü sayısının artmasından endişe ediliyor. Esnaf kan ağlıyor. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız… Bizim oğlan zeki ama çalışmıyor. Su içsem yarıyor. Sıcak neyse de nem kötü nem! Elektrik alamadım…”
Yukarıda en son yer verdiğimize “Yahu ben trafo muyum?” diye yanıt verilebileceği, gerçeği bir tarafa, uç uca eklesek buradan tâ Fizan’a yol olacak, bu klişelerin bu seferlik dikkat çekmek istediğim bir tanesi dimağımda umarsızca öne çıkıyor: “Turizm bacasız sanayidir.” Ne diyelim, el hak doğrudur. Yalnız deyimin zenginliğine mi, kaderin cilvesine mi yoracağız bilmem ama bacasız sanayi nitelemesine fazlasıyla ve hatta turizmden daha çok uyan bir iş alanı var ki nicedir hayalhâne yazılarımızın ana konusunu oluşturuyor: Tabi ki sinemadan bahsediyorum efendim, dervişin aklının takıldığı yer malumunuz.
Gerçekten sinema, kaliteli olarak ya da en azından oyunun kurallarına uyarak üretildiğinde, menşei şehadetnamesini taşıdığı toprakların çok daha ötesine bile ulaşmakta hiçbir zorluk çekmeyen, bunu yaparken kültür yayılımına ve aktarımına aracılık eden en dolaysız çıktılara sahip bir üretim alanıdır. Bahse değer bu yönüyle de en tipik bacasız sanayi örneğidir. Tam da sohbetlerimizin üst başlığı olan “hayalhâne” ifadesinin anımsattığı bütün hislere ve durumlara tercüman olarak hayalhânelerimizi besleyen ve böylelikle onlara şekil veren filmlerin, son dönemin başarılı belgesellerinden birisinde “Bizi Biz Yapan Filmler” adında bir çalışmayla ele alınması hiç de tesadüf değil. Değindiğimiz kültür aktarımındaki hayatî yönü de “beşinci kol faaliyeti” denilen alacakaranlık alanda “yedinci sanat”ın rakipsizliğine işaret etmekte. Öyle ya, yoksa Hollywood tarafından hayatımıza sanki onlarsız yapamazmışız gibi sokulan onca unsur-kelam, var olur muydu?
Ne unsuru, neyin kelamı, neyi mi kasdediyorum?
“Siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum. Gerçekten anlamıyorsun dostum, değil mi, ha? Bana başkanı bulun. Bana başkanı getirin. Bana başkanı bağlayın. Lanet olsun adamım! Artık benim için çalışıyorsun. Elinden gelen sadece bu mu? Öndeki aracı takip et. Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. Beni tehdit mi ediyorsun Tom? Göründüğü gibi değil, açıklayabilirim! O sana ne ödüyorsa ben sana iki katını öderim. Ne yaparsan yap sakın aşağı bakma Cenifır! Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun Coni? Bana seni öldürmemem için tek bir iyi sebep söyle Canıtın!”
Nasıl, tanıdık geldi, değil mi?
Burada amacımız tabi ki konuyu dağıtıp klişelerden seçme yapmak değil. Zaten yola beraber çıktığımız işbu sohbet özelindeki asıl klişemiz olan bacasız sanayiyi unutmuş değiliz. Bilakis, sadece bu denli hâkim oldukları beyaz perdede karşımıza çıkara çıkara dillerimize bir nev’i zorla pelesenk ettirdiklerinin, altını çizerek sinemanın endüstri boyutuna ulaştığında nasıl da etkili bir araca dönüştüğünü göstermek.
İşte tam da bu noktada, işin sanayi ve dolayısıyla ekonomik boyutuna da dikkat çekmekte fayda var. Aşağıdaki rakamların ortaya koyduğu gibi sanayi diye boşuna demiyoruz (ki bu bağlamda sanayi ile kasdımız sözcüğün “Aşağı Nazilli Oto Sanayi Sitesi”ndeki mütevazı kullanımının bir hayli üerinde ve ötesinde):
Bollywood demişken kendi çapında sessizce gelişip bugün hatrı sayılır bir sinema merkezi haline gelmiş Nollywood (Nijerya Sineması) ve hatta “dost ve kardeş ülke” Pakistan’ın milli sinemasının bizimkini yaya bırakan rakamlarını da paylaşabiliriz ama sanırım bir sohbette bir kıyaslama yeterli olacaktır.
Toplama çizgisinin altına baktığımızda görünen köyün kılavuz istemediğini bir kez daha bizzat şahit oluyoruz: Uluslararası ödüller alsa da, dünya çapında yönetmenler ve oyuncular yetiştirse de, kendi klasik çağını (bakınız; Yeşilçam Sineması) yaşamış olmanın haklı gururunu taşısa da acı gerçek belli. Sinemamız bacasız sanayi haline gelememiştir. Üretilen değerler süreklilik kazanamamıştır. Çabalar çoğu zaman kişiseldir. Eğitim, sektör, kârın sinemaya geri aktarımı gibi konularda sınıfta kalınmıştır. Sözün özü; bir tarafta günlük üretim kapasitesi bir hayli yüksek bir tekstil fabrikası vardır, öte taraftaysa özgünlüğü tartışılamaz olsa da kırık dökük bir dokuma tezgâhı ve hatta zaman zaman iki ters bir düz kazak ören yalnız bir haminne…
Peki, ne yapmalı? Aslında “locus of control” (kontrol odağı) yelpazesinin sorunu kendinde gören tarafına konuşlanıp mevcut sıkıntılarının özüne inip künhüne vakıf olmaya çalışmak ve ilk adımı bu tespitlerin gerektirdiği tedavilere odaklanarak atmak iyi bir başlangıç olabilir.
O halde bir sonraki sohbetimizde, “Debbağ sevdiği deriyi yerden yere vurur” misali sinemamızın neden bacasız sanayiye evrilemediğini, yansız bir biçimde ele alıp olası çarelere dair hasbihal edelim.
Sonuçta “Recep İvedik”ten “Yüzüklerin Efendisi”ne doğru uzanmanın fikir jimnastiğini yapmaya değer, ne dersiniz?
Buckinghamshire’dan selamlar ve sevgiler herkese efendim.