Yükleniyor...
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından Necmettin Hacıeminoğlu
tarafından yazılan bu makale 1974 yılında Töre Dergisinin
39-40. Sayılarında yayımlanmıştır.
Milletlerin hayatında öyle başarılar vardır ki, onun manevi değeri ve manası, sağladığı maddi kazancın çok üstündedir. Hatta büyük maddi zararlara sebep olduğu hâlde, manevi bakımdan paha biçilmez değerler taşır. Gene öyle yenilgiler vardır ki, maddi kayıp olarak hiçbir şey ifade etmez ama manevi yönden milleti yıkar, çökertir. Manaya değer veren şerefli insanların hayatlarında görüldüğü gibi…
İşte Kıbrıs harekâtı da Türk Milleti için manevi değeri maddi kazancını çok aşan bir başarıdır. Gerçi bir yandan oradaki yüz yirmi bin Türk’ün hayatı, bir yandan da adanın, Türkiye’nin güvenliği bakımından sahip olduğu hususiyetler asla küçümsenemeyecek derecede önemlidir. Fakat bu harekâtın sağladığı “manevi gelir” her şeyin üstündedir. Eğer, birçoklarının sandığı gibi, gaye yalnız adadaki Türklerin hayatını kurtarmak olsaydı, bunu başka türlü halletmek de mümkündü. Onları, şimdiye kadar yapıldığı üzere, topluca ana vatana göç ettirirdiniz. Diğer yandan, Kıbrıs’a sadece bütün Türkiye’nin askerî güvenliğini ilgilendirdiği için değer vermiş olsaydık, feza çağı silahlarının ülkeler değil, kıtalar arası mesafeleri bile ortadan kaldırdığını düşünerek, meseleyi hafife alırdık. Bu sebepledir ki, Türk devletinin, belki de yavru vatanda yaşayan soydaşlarımızın sayısından fazla Mehmetçiği feda etmeyi göze alarak giriştiği harekâtın manası çok büyük ve bambaşkadır. Bu tavır tam Türk’çedir. Türk’ün tarihi geleneğine, milli karakterine, yaratılış felsefesine ve cihangirlik ülküsüne göredir. Değil yenilmek ve gerilemeye, yerinde saymaya bile tahammül edemeyen taşkın coşkun ve cesur ruhunun tabiî icabıdır. Onun içindir ki, bizce Kıbrıs yalçın kayalıklardan ibaret bomboş bir ada dahi olsaydı, Türk milleti Yunanistan’a “Peki.” demezdi. Dememelidir. Başkaları için sadece bir askerî üs değeri taşıyan Kıbrıs, bizim bakımımızdan millî bir şeref dâvasıdır. Bir kere harekât önemli bir imtihandır. Kendi kendimizle hesaplaşmadır. Dost ve düşmanı tanımamıza imkân veren bir tecrübedir Aldığımız mesafeyi gösteren bir ölçüdür. İşte, konuyu ancak bu anlayışla ele alırsak, doğru ve iyi değerlendirebiliriz. Şimdi harekâtın muhasebesini yapalım.
Harekâtın muhakkak ki en şerefli yanı kazandığımız askerî zaferdir. Böyle bir zafer dostlarımızı alışılmış olandan daha fazla sevindirirken, düşmanlarımızı da kıskançlıkla kıvrandırmış ve dehşete düşürmüştür. Doğrusunu söylemek gerekirse, herkes üzerinde beklenmeyen bir sürpriz şaşkınlığı yaratmıştır. Anlaşılıyor ki hiç kimse silahlı kuvvetlerimizden bu ölçüde bir başarı ümit etmiyormuş. Gerekçeleri de şudur:
1- Türk ordusu elli yıldan beri savaş görmemişti. Bu, tarihimizin savaşsız geçen en uzun aralığıydı. Bunca durgunluktan sonra ordumuz acaba rahata alışarak uyuşmuş muydu?
2- Türk ordusu, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, savaşçı değil barışçı bir felsefeyle yetiştiriliyordu. Hücum için değil, savunmak için hazırlanıyordu. Eğitiminin hedefi buna göre tayin edilmişti. Tamamen yanlış yorumlanan “Yurtta sulh cihanda sulh!” sözü, git gide, “kimseye bir karış toprak vermeyiz, kimseden de bir karış toprak istemeyiz.” şeklinde formülleşmişti. Sonra, eskilerin “bir lokma bir hırka” tekerlemesi ile ifade ettiği bu derviş felsefesi, devlet adamları tarafından ordumuza da benimsetilmek istenmişti. Böyle bir hava içinde yetişen silahlı kuvvetlerin savaş kabiliyetini yitirmesi normal değil miydi?
3- Son elli yıl içinde gerek savaş tekniği, gerekse silah ve malzeme geniş ölçüde ilerlemiş, değişmiş ve artmıştı. Bu şartlar altında artık yüreklerdeki cesaret ve kalplerdeki iman ikinci, üçüncü plana düşüyordu. Kimse, “Zafer süngünün ucundadır.” ilkesine güvenmemeliydi. Hâl böyle olunca, yarım asır önceki şartlara göre büyük başarılar gösteren Türk askeri, bakalım bugün de aynı seviyeyi tutturabilir miydi? Yoksa “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu» sözünün ifade ettiği mazereti tekrarlamak zorunda mı kalacaktı?
4-Türk ordusu, son on beş yılda dört defa siyasete karışmıştır. Bir orduyu en fazla yıpratan ve onun savaş gücünü zayıflatan şey de budur. O yüzden zaman ve enerjisinin yarısını bir kısım âciz ve hain politikacıların meydana sürdüğü iç düşmanları temizlemek için harcamıştır. Ayrıca gene dört defa kendi bünyesinde küçümsenemeyecek “operasyonlar” yapmıştır. Böylece hem maddi hem manevi bakımlardan yıpranıp zayıf düşmüş olmalıdır.
5-Türk ordusu kendisine uzun müddet yetecek modern silah ve savaş malzemesine sahip değildir. Onun için tek başına bir savaşa giremez girse de kazanamaz.
İşte ilk bakışta herkesi inandırabilecek kadar kuvvetli ve isabetli görülen bu tahminler, Kıbrıs harekâtının başarılması ile tamamen iflas etmiştir. Türk askeri bilinen bütün tarihi hasletlerini muhafaza etmektedir. Çağın bütün imkân ve şartlarına derhal intibak etmiştir. O gene dünyanın en güçlü en savaşçı askeridir. Şairin:
“Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır!” hükmü tam bir hakikatin ifadesidir. Her türlü menfi çabalara rağmen Türk’ün millî bünyesi henüz sarsılmamıştır.
1-Kıbrıs harekâtı ispat etmiştir ki Türkiye’de siyasi iktidar mevkiinde bulunanlar, kendi felsefeleri ne olursa olsun, Türk milletinin ve ordusunun millî davalar karşısında takındığı kararlı tavıra uymak zorundadırlar. Üç beş zavallı politikacı ile beş on kozmopolit aydının menfi telkinleri, Türk devletinin varlığını ilgilendiren meselelerde hiçbir mana taşımıyor. Tarihî devlet anlayışımız, bir altın damarı gibi, bütün organlarda devam ediyor. Aldatılmış olanlar kısa zamanda uyanıyor.
2- Bu harekât, ümit edilir ki bizim batı dünyasına gözü kapalı hayran ve teslim olan budala aydınlarımızla saf siyaset adamlarımızın da gözlerini açıp kendilerine gelmelerini sağlamıştır. Herkes bir kere daha görmüş ve inanmıştır ki, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Batının ne kadar maymunu olursak, onların önünde ne kadar diz çöker, boyun eğer, el ovuşturursak ve takla atarsak, gözlerinde kıymetimiz o derece düşmektedir. Bu metotlarla Hıristiyan dünyasını bize ısındırmamız ve onlara şirin görünmemiz mümkün değildir. Onun için mutlaka millî kültürümüze ve benliğimize dönmeliyiz. Türklük ve tarih şuuru içinde bulunarak, kendimizi herkese kabul ettirmeliyiz. Dünyadaki yerimizi ve ağırlığımızı yeni baştan tayin etmeliyiz.
3- Milletlerarası meselelerde hakkınızı alabilmeniz için “hukuken haklı” olmanız yetmez. Haklılığın yanında, kuvvetli, kararlı, atak ve şahsiyetli olmak da lâzımdır. Kuvvetin ölçüsü nüfusun çokluğu, ordunun savaşçılığı, ağır sanayi ile harp sanayiinin millî oluşudur. Kararlı, atak ve şahsiyetli olabilmek için de millet fertlerinin uzak millî hedeflere ulaşmak ülküsü ile yetiştirilmesi gerekir. Eğer biz yarım asır boyunca bu anlayışı benimsemiş olsaydık, Kıbrıs davası şimdiye kadar çoktan halledilip, sıra batı Trakya, On İki ada ve Kerkük’e gelmişti.
4-Türkiye’de herkesin “tehlikeli fikir” saydığı Turancılık ülküsü, demek ki ne boş bir hayal, ne de büyük bir tehlike imiş. Devlet niyet ederse yahut mecbur kalırsa, vaktiyle elimizden zorla koparılmış vatan parçalarını yeniden kazanabiliyormuş. Üstelik, böyle bir hareket bütün milletçe tam bir gönül birliği hâlinde tasvip ediliyormuş.
5- Güçlü ve kararlı bir millî hareket karşısında “süper devletlerin” de “dünya kamuoyu”nun da tesiri mutlak değil, sınırlıdır. Kimse başkası için tehlikeyi göze almaz ve fedakarlığa katlanamaz. Bundan dolayı ilerdeki millî meselelerimizi de aynı metotla halletmemiz gerekmektedir. Ayrıca hem millî menfaatimiz, hem tarihin yüklendiği vazife, hem de dünya muvazenesini sağlamak bakımından Orta Doğu ve İslâm âleminde görülen “lider boşluğunu” doldurmağa mecbur olduğumuz da anlaşılmıştır.