15.05.2025

Köyüme Niye Dokundun? – III (Köylerin Mahalle Olmasının Değerlendirilmesi)

Ana hatları ile anlatmaya çalıştığım bu köy hayatını elbette sayfalar dolusu yazmak mümkün. Bugün maalesef anlatılan bu yaşantıdan çoğu kaybolmuştur. Bağlar ve bahçeler batmış. Sürüler ve sığırlar yok olmuş, yaylalar kurulmaz hale gelmiştir.


 

Köyümüzde beş adet bakkal vardı. Biri Haydar Çavuş’un Mehmet Yoldemir, ikincisi Yusuf Hoca’nın Mustafa Zan. Bu ikisi uzun yıllar devam etmiştir. Üçüncüsü Kütdervişgil’in Hamza Hoca. Dördüncüsü Torungil’e (Mevlüt Yoldemir), beşincisi ise Gözümoğlu’na aitti (Halil Gürpınar, sonra Elmadağ’a gitti). Son üçü etkili değildi. Bir ara Mevlüt Yağdıran manav açtı. Sonra kapandı ama adı Manav Mevlüt’e çıktı. Bunların haricinde, köye katır sırtında ettarcı (çerçi) gelirdi. Leblebi (genellikle kırık olurdu), kuru üzüm, keçiboynuzu, kuru incir, leblebi şekeri ve akide şekeri satardı. Genellikle para ile satmazdı. Yün, tiftik, yün çorap eskisi ve ayakkabı olarak kullanılan eski naylon karşılığına verirdi. En meşhur ettarcımıza Kıllı Ali Osman derdik.

Senede bir defa köyümüze elekçi Dursun beş-altı eşekle beraber gelirdi. Getirdiği eşeklerin üzerine bindiğinde hayvanlar korkusundan neredeyse koşarak giderdi. Yani kuşu keserdi. Köyde onun gelmesini bekleyen, eşeğini elekçi Dursun’un eşeği ile değiştirmek isteyen müptelaları vardı. Bunların içinde, Kara Halil Koca, Kel Omar ve Taytak başlıcalarıydı. Kendi eşeklerini verir, üzerine biraz para ödeyip elekçi Dursun’dan muhakkak yeni bir eşek alırlardı. Çoğu zaman memnun kalmazlardı ama yine de her yıl üstüne para verip tekrar eşek trampa ederlerdi. Bu da tarihten kalma mal takası kabul edilebilir.

Mustafa Zan, yan komşusu Fazlı Turgut’un evinin altına sinema salonu açtı. Oldukça ilgi gördü.

Köyde en iyi taş duvar işçiliği Mehmet Güz’e (Gostak Memedi derdik) aitti. Onun yaptığı iki katlı sıvasız ve penceresiz taş ev, yetmiş seneye yakın hâlâ kale gibi durmaktadır.

Köyün Berberi, Marangozu, Terzisi…

Köyün ilk berberi Rahmi dayı (Rahmi Keskin) idi. Sonra İskilipli Halil ve Sami Gülen vardı. Yorgancı çoktu ama en iyi diken Kevser idi. Yataklarımız 25 kilo, yorganlarımız 5 kilo, yastıklarımız 3,5 kilo yünden yapılırdı. Kilim dokuyan Bey Gızı ile İnce Aymed’in Sırma hala kalmıştı. Marangoz olarak Darbazgil’in Ali İhsan Keser ile Halime halamın kocası Mehmet Sait Erzincan faaliyet gösterirdi. En iyi çatı ustası, Haydar Kıcılı ile Mehmet Sait enişte idi. Köyde kağnı yapan Düngözelgil’in İsmail dayı (İsmail Erdem), Ala Bebe (Mehmet Çavdar), Cırıl’ın Kadir (Kadir Demirağ) ve biraz da Halil Gündem bilinirdi. Kağnı tekerleri dışarıdan gelirdi. Su güğümleri yapan Recep Tombaz’dı. Sıhhiyeci olarak Osman Altıner ve eniştem Cevdet Tombaz, ellerinde çanta evlere iğne yapmaya giderlerdi. Terzi olarak Sabri vardı. Köyden erken ayrıldı.

Köyümüzde beş adet çeşme vardı. Sonradan köy üstü bölgesinden su getirilerek yukarı pınar yapıldı. Böylece altı çeşme oldu. Herkes suyunu bunlardan alırdı. Çamaşırlar buralarda yıkanırdı. Mevsim yaz olduğunda çocuklar da çeşmelerin önünde çamaşır kazanlarının yanında yıkanırdı. Çeşme önünde yıkandığımı hâlâ hatırlarım. Köyün su hattı bütün köylünün çalışması ile 3-4 km uzaktan getirilmiştir. Şu anda çoğunun kalıntısı bile kalmamıştır. Çeşmelerden evlere suyu helkelerle genellikle genç kızlar getirirdi. Bizler, yani erkek çocuklar için ise, eşeklerin semerinin iki yanına ağaçtan saka yapılır, bu sakalar 25-30 litrelik su alan galvaniz saçtan özel yapım kapaklı güğümler ile su taşırdık. Köyün bütün güğümlerini ve evlerin odalarındaki somya sedirleri ilçedeki Muharrem usta yapmıştır. Bizim evdeki sedirler en az altmış senelik ama hâlâ taş gibi. Evde tenekeden veya kaliteli ise çinko saçtan yapılma 100-120 cm çapında, 15-18 cm derinlikte, adına “tıngır” dediğimiz leğenlerde banyo yapılırdı. Çok eskiden, bazı evlerde yüklük içine gizlenmiş banyolar vardı. Köyde helaların tamamı evin dışında, bahçenin kenarında olurdu. Köyümüze su 1976 yılında geldi, herkes rahat etti.

Köyümüzde altmış civarında tandır vardı. Taşsız özlü çorak toprağı ıslatılır, ağaç tokmaklarla dövülüp olgunlaştırıldıktan sonra 120-130 cm derinlikte, bir metre genişlikte, üst ağız kısmı 70 cm civarında en altta havalandırma ve 15 cm çapında kül alma deliği olacak şekilde, 15 cm kalınlıkta tandır yapılır. Ülkemizde başka hiçbir yerde görmediğim, sadece bize mahsus, 5-6 cm kalınlıkta ve 30-35 cm uzunlukta tandırın ısıtılmış duvarında pişirilen ekmekler (sığır dili denir) bir hafta boyunca tüketilirdi. Tirit yapımında bu ekmekler kullanılır. Evlerde sarımsak teknesi, maya teknesi ve ekmek teknesi olmak üzere üç çeşit tekne bulunurdu. Ekmek yaparken veya hamur kararken, tekneye veya tablaya yapışan hamurlar ucu onar santimlik ve yirmi beş santimlik dökme demirden yassı “isiran” kullanılırdı. Havalar çok soğuk veya aşırı kar yağışı varsa, evin içinde devamlı odun veya tezek yanan ocaklıkta saç üzerinde bazlama yapılırdı. Türkmen geleneği olduğundan en kaliteli gözleme ile içi peynir, çökelek veya süzme yoğurtlu içli gözleme (bizde kıynaç denir) yapılır. Gözlemeler yayık tereyağlı olup, yağlamasında kurutulmuş tavşan ayağı kullanılırdı. Gözlemenin pişirildiği sacın iç çukur kısmı, ocak külü ile su serperek yarım santim kalınlığında kaplanırdı. Gözlemenin açılması oklava (oklağaç) ile saç üzerinde çevrilmesi bükleğeç (5-6 cm eninde, 0,4 cm kalınlığında, 55-60 cm uzunluğunda ahşap) ile yapılırdı.

Evimizin içinde kış unumuz, bir büyük çuval bulgurumuz, ince bulgur, 25 kilo civarında süzme yoğurttan ve yarmadan yapılma çocuk yumruğu şeklinde kurutulmuş tarhana (başka yerde görmedim, bize mahsus), yeterince fasulye, patlıcan, biber, kabak ve domates kurusu, salça, başta kayısı, erik, elma ve ayva gibi meyve kuruları, en az bir 17 kiloluk tenekede yayık tereyağı, köy peyniri, süzme torba yoğurdu, bir büyük küpte tatlı pekmez, ekşi pekmez ve üç-dört çeşit turşu, bir çuval şeker, bir çuval (20 kilo kadar) çamaşır kili, bir çuval tuz bulunurdu. Ayrıca, her evde ahırda en az bir inek ve bir eşek olurdu. Tabii ki, samanlıkta yeterince saman ve bunlara ilaveten kışı çıkaracak odun ve tezek bulunurdu. Sürüsü olanlarda ağıl kermesi vardı. Ağılda sürünün altında ezilen hayvan gübreleri devamlı ezildiği için kalınlaşır, her yıl ağılın tabanından kazma ile kaldırılır. Bu ağıl kermesi kalori değeri açısından çok, linyit kömüründen daha iyidir. Köye gelen satıcılarda kil ve tuz birlikte olurdu. Bu arada dağlarda topak halde baş kili getirirlerdi. Kadınlar saçlarını şampuan gibi bununla yıkarlardı. Birbirine girmiş, dolaşmış saçları en kolay bu açar, yumuşatır ve ipek gibi yapardı. Küçük bebeği olanlar toprak elerlerdi. Kazılan kahverengi toprak ilk önce kalburdan elenir. Alta geçenler bu sefer ince elekten elenir. Eleğin üstünde kalan kum görünümlü toprak çuvalda eve getirilir. Bir teneke içinde ateşte ısıtılıp çocuğu beşiğe yatırırken 3-4 cm kalınlıkta altına serilirdi. Biz dokuz kardeşin tamamı bu topraklı beşiklerde büyüdük. Dokuz kardeş aynı beşikte büyüdük. O beşik sonra ne oldu bilmiyorum.

Musalla Meydanı ve Küllük

Köyümüzde her sabah musalla meydanı dediğimiz alanda sığırlar toplanır, buradan ortaklaşa tutulan sığır çobanı hayvanları otlağa götürür, akşam olunca da meydana geri getirirdi. Sığır çobanı sabahları “ho ho” diye birkaç kez bağırırdı. Bu sesi duyan herkes sığırını musalla meydanına getirirdi. Bazen, köylüler birbirlerine “Çoban holadı mı?” diye sorarlardı. Meydanın kenarında işinin ehli demirci Kara Mustafa (-mısta, daha önceleri de Nalbant Halil vardı) hayvanları nallardı. Bunun yanında, ağzı dabak olmuş hayvanların ağzını kızgın demirle dağlardı. Köyün sığır sayısı altı yüz-yedi yüz civarında idi. Hayvanların altından süpürülen samanlı kurumuş hayvan pisliği karışımı (adına çirk denir), gığış (kurumuş, yuvarlak haldeki keçi ve koyun pisliği) ve iri her evin girişinde odaların açıldığı geniş alanın (hayat denirdi) bir duvarında ocaklık vardı. Orada devamlı, usul usul yanardı. Bunlar tandırda da yakacak olarak kullanılırdı. Ocaklıkta ve sobalarda yanan odun ve tezeklerin külleri bir saca konup evin önünde veya kenarında “küllük” denilen alana dökülürdü. Küllük, Anadolu’da büyük öneme sahiptir. ‘Küllükte oynama’, ‘küllük bebesi’, ‘her horoz kendi küllüğünde öter’, ‘küllükte bulma’ vb. sözler buradan gelmedir.

Hayvan yemi olarak, saman, ot samanı (kes denirdi), dikenli geven otu (dağlardan kazma ile sökülür, darha denilen satıra benzer aletle kütük üzerinde kıyılır) kıymıkları, dövülmüş kangal (Galgan denir, odun sırıklarla döverdik. Tozu genzimize kaçardı, çok acı bir tadı vardı) dikeni samanı, dövülmüş kuşkonmaz dikeni, arpa, buğday kırması ve kepek kullanılırdı.

Evimizde bir eşek ve bir karasığır ineğimiz devamlı olurdu. Bazen de bir dana bulunurdu. Evin süt ve mamullerine yeterdi. İnek buzağıladıktan sonra dört-beş gün sütüne “ağız” derdik. Çok lezzetli olurdu. Süt katarak muhallebi gibi kıvamlı yapılırdı. Üzerine bal veya toz şeker dökülüp yenirdi. Benim çocuklarım dahi ağız’ı hâlâ çok severler. Ama artık bulamıyoruz. Bazı evlerde ahşaptan buğday ambarı bulunurdu. Altta bir kapağı olurdu, bunu açınca buğday dışarı akardı. Buğday ambarı evin ahıra yakın bölmesinde bulunurdu. Buradan ahıra geçiş yapılan bir iç kapı olurdu. Bazen ambar kapağı gevşek bırakılır, buğday dışarı akar, ahırdaki hayvanlar iç kapıyı boynuzlayıp kırar ve buğdayı aşırı şekilde yerlerdi. Hayvanlar fazla yemekten hastalanır, hatta ölürlerdi. Bu aşırı yiyip rahatsızlanmak veya ölme durumuna “Tokmalama” denir.

Düğünlere Davet

Kız isteme, nişan ve düğün âdetlerimizi burada anlatmak mümkün değil. Ayrı bir çalışma konusu. Bu konunun ayrı ele alınıp detaylı bir şekilde anlatılması gelecek nesiller için önemlidir. Unutulan bir konuyu belirtmekte fayda var: Düğünlerde davetler akrabalık ve yakınlık derecesine göre, çintilik (kadınların giydiği özel şalvar), yemeni, bulgur, sebze ve meyve kurusu gibi evde olanlar götürülür ve bunlarla düğüne davet yapılırdı. Bu götürülen nesnelerle yapılan davete “okuntu” denirdi.

Cenazesi olan evlere komşular bir hafta yemek taşırlardı. Bir düğün devam ederken başka bir yerde cenaze olursa hemen davul çalınmasına son verilirdi.

Birbirini kesen kavşaklarda kadınlar hiçbir zaman erkeklerden önce geçmezdi. Elli-altmış metre uzakta olsa dahi erkeğin geçmesini beklerlerdi. Sebebi farklı yorumlanırdı. ‘Erkeğin yolu büyüktür’, ‘yaşlılara hürmet gerekir’ (ben ortaokul sona giderken yaşlı kadınlar dahi önümü geçmezlerdi), kadınlar önden geçerse genç erkekler arkadan bakabilirler şeklinde düşünülebilir. Elbette şu anda öyle bir şey yok. Bir eve gelin geldiğinde gelin, damadın -yaşı kendisinden küçük olanların bile- bütün erkek kardeşlerine ağabey derdi.

Babam kardeşlerinin en büyüğü idi. Ondan iki yaş küçük amcam, yetişkin torunları varken bile babamın yanında sigara içemezdi. Büyüklerin yanında sigara, içki içilemez, hatta ayak ayak üstüne  atılamazdı. Sofrada büyük başlamadan kimse yemeğe elini ve kaşığını uzatamazdı. Biri kahveye girdiğinde küçük kardeşi, damadı veya oğlu oyun oynuyorsa hemen bırakırdı.

Köyün Yemekleri

Köyümüzün kendine özgü yemekleri vardı. Şu anda bazıları unutulmuştur. Tandır ekmeği (sığır dili), tirit, yoğurtlu tarhana, höşmerim (Balıkesir peynirli höşmerimi değil), gözleme-kıynaç, tandır böreği, pıt pıt aşı, çekme helva (Çok eziyetli ve en az dört-beş erkek tarafından yapılan bir helva çeşididir. Köyün en iyi ustası Hacıveligil’in Mehmet dayı idi), altı kaburgalı yaprak sarması, altı ve üstü odun ateşinde alttan ve üstten pişirilen ev baklavası gibi başlıcalarını saymak mümkündür. Kurbanda veya başka zaman, davarın (koyun veya keçi) kaburgası çift taraflı tuzlanır, ince bir tülbente sarılıp evin önündeki akasya ağacına asılır, kurutulurdu. Kuruyan et, bir beze konulup sepetin içinde evin tavanına asılırdı. Kuru kaburga, tencerenin tabanına konur, üzerine yaprak sarmaları dizilir, odun yanan ocaklıkta kısık ateşte üç saat kadar pişerdi. Akşam sofranın etrafına dizilip ortadaki tepsinin üzerine dolma tenceresi ters çevrilip boşaltılırdı. Alta konan kaburgalar en üstte nar gibi kızarmış olurdu. Herkese birer eğe kemiği verilirdi. Bilmeyenlere bunu denemelerini tavsiye ederim. Güneşte et kurutma da tarihten gelen alışkanlıklardan biridir.

Kış geceleri çocuklar bir tenekeye ip bağlayıp genellikle bacası tüten evlerin bacasından “ebe kuyu kuyu” diyerek sarkıtırlardı. Aşağıdan tenekeye uygun bir yiyecek konurdu.

Babalarımız eşeklerle Ankara’ya genellikle ayva götürüp satarlarmış. Ankara Samanpazarı yürüyerek sekiz-dokuz saat sürermiş. Sonra 1941 yılında, Ankara-Elmadağ banliyö treni çalışmaya başladı. Sabahları yükleri eşekle Elmadağ tren istasyonuna götürürdük. Büyükler, yükleri Cebeci istasyonunda indirip Perşembe Pazarı’nda satar, aynı trenle geri gelirlerdi. Biz de akşam köyden eşekle babamızı karşılamaya istasyona giderdik. Bu arada erkekler, omuzlarında taşıdıkları ve eşya koydukları iki gözlü heybeleri kullanırlardı.

Köyümüze en çok damlara çorak ve taş taşıyan Kara Lütfü’nün kamyonu gelirdi. Üç tonluk, alçak demir kasalı (derinliği 50 cm’di) sanki askeriyeden hurdaya çıkarılmış bir araçtı. Bir kolla önden çalıştırılırdı. Kamyon giderken arkasından çok asılırdık.

Babam ve ağabeyimle üçümüz iki kavaklık, iki meyvelik ve biri üzüm bağı olmak üzere beş adet bahçe yaptık. Şu anda dördü bakımsızlıktan harap olmuş durumda. Bahçeler yapılırken ham yerler 50-60 cm derinlikte kazılıp taşlardan temizlenirdi. Çıkan taşlar bahçenin sınırına düzenli bir şekilde yığılırdı. Buna çakıl derdik. Bütün meyvelerimizi bu çakıllara sererek güneşte kuruturduk. Hemen her bahçenin bir de çakılı bulunurdu. Böyle bahçe yapma işine bahçe devirme (kirizma) denirdi.

Katıkçılık ve Koç Katımı

Köyde sekiz-dokuz adet koyun sürüsü vardı. Her sürüde yedi yüz ile bin civarında koyun mevcuttu. Her sürünün ana sahibi vardı. Bizim gibi koyunu az olanlar, ana sürü sahibi ile anlaşıp davarlarını onun sürüsüne katardı. Bunlara katıkçı denirdi. Bizim de yirmi civarında davarımız vardı ve büyük eniştemin sürüsüne katardık. Kış ve mayıs sonuna kadar sürüler derelerdeki ağıllarda durur (Aşağı Ağıl), orada kuzulardı. Haziran ayında yukarı yaylaya (Yukarı Ağıl) göçülürdü. Yukarı yaylada tarlanın toprağı kazılarak bir göz çamurdan dam yapılırdı. Cumhuriyet Bayramında bu damlar yıkılır, dere içindeki ağıla geçilirdi. Her sürüye ait yayla gurubu beş-on adet katıkçı arasında değişirdi. Sürüler yazı gece yaylada damların önünde çalılarla daire şeklinde çevrilen çeten dediğimiz alanlarda kalırdı. Koyunların karışmaması için her sürü sahibinin koyunlarının kulakları bıçakla işaretlenirdi (enenirdi). Biz de koyunlarımızı daha kuzu doğar doğmaz kulaklarını enerdik. Ağustos ayında derede suyun önüne engel ile bent yapılırdı. Derinliği 1,5 metre civarında olunca koyunlar suya sokularak yıkanırdı. Yapılan işleme yunak denirdi. Koyunlar yazın tüyleri dökülmeye başlamadan önce kırkılırdı. Koyun kırkmak çok yorucu ve ustalık isteyen bir işti. Usta olmayan, uzun kırklığın ucunu hayvanın derisine batırıp kanatırdı.

Sürüdeki teke (erkek keçi) ve koçlar, gün dönümünde yani 21 Haziran civarı sürüden ayrılıp başka bir çoban tarafından yalnız güdülürdü (otlatılırdı). Cumhuriyet Bayramında tekeler ve koçlar sürü ile birleşirdi. Keçi ve koyunların döllenmesi başlardı. Buna Koç Katımı denirdi. Aşağı yukarı 25-30 koyuna bir koç olurdu (bir sürüye yirmi civarında koç katılırdı). Koçlar kınalanıp süslenirdi. Koç katımı köyümüzde yapılacak önemli işlerin miladı olurdu. Biri borcunu ödeyecekse koç katımına kadar borç alırdı. Düğün ve nişanlar için de koç katımı belirli bir tarihtir. Koç katımı köylünün bir çeşit bayramı gibidir.

Arıcılık çok yaygındı. Karakovan arıcılığı evlerin çoğunda yapılırdı. Köyde bir zamanlar binin üzerinde karakovan vardı. Dedemin o sakat eliyle kovandan bal alıp ekmek teknesine doldurduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bal alma işine “arı açma” denirdi. Bazen bal yemekten dahi bıkardık. Oğul balı biraz beyaz olurdu. Tamamen çiçek balıydı. Yapılan sıcak höşmerimin üzerine bir yapı (bir petek) oğul balı konup kaşıkla yemenin tadı başka olurdu. Arı açım zamanı arı boku (buna kiraboğlu derdik) çıkardı. Kılıç tipi arıların sarı, diğerleri hafif kahverengi olurdu. Kiraboğlu oynamayı çok severdik. Oyun hamuru gibi oynanırdı.

Bayramlarımız çok renkli olurdu. Herkes birbirine bayramlaşmaya giderdi. Baklava, yaprak sarması (dolma), sütlü (sütlaç) ve kurban bayramı ise kavurma ve tirit en fazla ikram edilen yemeklerdi. Biz çocuklar ise elimize ufak torbalarla şeker toplardık. Bakkaldan patlayıcı mantar alırdık. 10-15 cm çapında teli büker, iki ucuna mantarı koyup havaya atardık. Yere düşünce patlardı. Durumu iyi olanların çocukları mantar tabancası kullanırdı. Bayramın birinde babam soğuk kuyu dediğimiz lastik ayakkabı almıştı. Heyecandan ve sevinçten o gece ayakkabıları kucağıma bastırarak uyumuştum.

Çocuk Oyunları

Çocuklar olarak çok fazla oyunlarımız vardı. Çamaşır telinden araba sahibi olmak ayrıcalıklı bir durumdu. Gaz varillerinin çelik kuşakları vardı, ondan sürecek yapmak da önemliydi. Biraz büyükler çelik çomak oynardı. Saklambacın birkaç çeşidi vardı. Beş taş ile birlikte, taş oyunları, çizgi oyunları, misket (cam bilye), gazoz kapaklarını içeri kıvırıp yuvarlak ilik yapılıp oynanırdı. Sonraları tornet tekerleri kullanılarak yeni oyuncaklar yapıldı. A3 ebadında kâğıttan yapılana “şeytan”, 50-60 cm açıklıkta altıgen çıta, kâğıttan yapılana ise “çıtalı” uçurtma derdik. İyi malzemesi olmayan eski gazeteden yapardı. Çok iddialı uçurtmalar olurdu. Köye elektrik gelince tellere takılmasın diye köyün dışında uçururduk. Uçurma yaparken kullandığımız tutkalı kendimiz yapardık. Bilhassa kayısılarda, bademlerde ve eriklerde bulunan “kedi balı”nı toplar, bir kaba koyup üzerine biraz su ilave edip güzelce karıştırırdık. Ağzı kapalı saklardık. Bu, çok güzel, doğal bir tutkaldı. Bunu bulamazsak, bir kaba biraz un alıp su ile bulamaç kıvamına getirir, bunu kullanırdık. Hamur tutkal tek seferlik yapılırdı.

Köyümüzde buğdaylar (ekinler) için bir, bahçeler için -alan geniş olduğu için- iki, üzüm bağları (öteyüz) için bir ve köy için bir olmak üzere beş bekçimiz vardı. Bekçi haklarını bahçe büyüklüğüne ve tarla genişliğine göre köylü öderdi.

Babam evimize ilk radyoyu 1964 yılında aldı. O gün bayram etmiştik. En fazla dinlediğimiz radyo, Polis Radyosu ve Meteorolojinin Sesi Radyosu idi. Evin penceresine (köyde pencereye ‘delik’ denir) koyar, camı açıp yüksek sesle şarkı-türkü dinlerdik.

Üniversite sınavına hazırlanırken zamanı iyi kullanabilmek için ilk kol saatine 1968’de sahip olmuştum.

Ana hatları ile anlatmaya çalıştığım bu köy hayatını elbette sayfalar dolusu yazmak mümkün. Bugün maalesef anlatılan bu yaşantıdan çoğu kaybolmuştur. Bağlar ve bahçeler batmış. Sürüler ve sığırlar yok olmuş, yaylalar kurulmaz hale gelmiştir. Şimdi köyde yaşayanlar ekmeğini hazır bakkaldan, sütü, yoğurdu ve yumurtayı hep ilçeden getirtir olmuştur. Üreten köylü, hazır tüketen bir toplum haline gelmiştir.

Yazar

Mustafa Korçak

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar