20.01.2025

Sevr ve Lozan’dan bugüne patrikhane

Patrikhane’nin, AB ve ABD aracılığıyla gündeme getirdiği taleplerin niyetinin daha iyi anlaşılabilmesi, Sevr ve Lozan süreçlerinin iyi bilinmesiyle mümkündür. Bu talepler, Sevr ve Lozan’da önümüze konulan ama gerçekleşmeyenler listesinin kopyasıdır.


Fener Rum Patrikhanesi

Fener Rum Patrikhanesi

Bu yazı, Devlet Eski Bakanı ve Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı
Sadi Somuncuoğlu’nun
Patrikhane ve 551 Yıllık Hesap: İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu”
başlıklı kitabından alınmıştır.

Fener Rum Patrikhanesi’nin bugün Avrupa Parlamentosu, AB ve ABD aracılığı ile gündeme getirdiği taleplerin anlam ve önemi ile bunla­rın gerçekten din ve vicdan özgürlüğü meselesi olup olmadığının anla­şılabilmesi, öncelikle Türkiye’nin dönüm noktaları Sevr ve Lozan süre­cinin çok iyi bilinmesi ile mümkündür. Ne yazık ki AB’nin de ABD’nin de, dini özgürlükler adı altında gündeme getirdiği talepler Sevr ve Lo­zan’da önümüze konulan ama gerçekleşmeyen ya da reddedilen liste­lerin kopyasıdır. Tarihi bilip, gelişmeleri Türkiye cephesinden değerlen­dirip “aman dikkat” diyenleri “Sevr Paranoyası” ile suçlayanların Sevr ve Lozan’daki istekler ile bugün tartıştığımız konuları karşılaştırıp bir defa daha düşünmeleri gerekmektedir.

Sevr’de Patrikhane meselesi

Sevr görüşmeleri sırasında Patrik Vekili L. Dorotheos’un, “Ekümenik Patrik” sıfatıyla (14 Şubat 1920) Konferansta değerlendiril­mek üzere İngiltere Başbakanı Lloyd George’a gönderdiği, ibret verici bir mektup vardır [1]. Mektupta, “Öteden beri Doğu konusu ile yakından bağlı buluna gelmiş olan Ortodoks Patrikliği’nin, müttefik devletlerin soruna kökten bir çözüm  bulacakları inancında”  olduğunu belirten Dorotheos, İstanbul’un köken, kültür ve nüfus bakımından gerçekte bir Türk kenti olmadığını, Yunanistan’a kuvvetli bağlarla bağlanmadıkça Yunan ulusunun ülküsüne erişilmemiş olunacağını, bu nedenlerle İs­tanbul’un anavatanla birleştirilmesi” gerektiğini öne sürmüş, bu çözüm fazla radikal bulunduğu takdirde de Yunanistan’a, İstanbul Devleti’ni yönetme mandasının verilmesini” teklif etmiştir. Patrik Vekili, “Artık yeniden dünyaya gelen Yunanistan, Türk mayasına tahammül edemez. İstanbul’dan Türk hükûmeti ve Türk Sultanı atılmalıdır.” diyecek kadar ileri gitmiştir. Dorotheos, Trabzon Metropoliti ve Patrikhane müşaviri Pappas’tan oluşan bir heyetle Barış Konferansı’na katılmak üzere Paris’e gidip söz konusu muhtırayı bizzat sunmuştur. Paris’teki lobi faali­yetlerine Kıbrıs Kilisesi temsilcileri de katılmıştır. Dorotheos, 21 Ocak 1919’da Rum okullarında Türkçe eğitimi yasaklamış, işgal kuvvetleri ile alenen işbirliği yapmış, 9 Mart 1919’da Osmanlı Rumlarının vatandaş­lık görevlerinden muaf olduklarını, Patrikhanenin Osmanlı resmi kurum­larıyla ilişkiyi kestiğini ilan etmiştir. Patrikhaneye, 16 Mart’ta Yunan bayrağı çekilirken Patriklik Konseyi’nce, Rum kiliselerinden “Anavatan Yunanistan ile birlik” kararı alınmış ve bunun Müttefik Devletlere sunu­mu görevi “Ekümenik Patrikhane’ye tevcih” edilmiştir. Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktığında İzmir Metropoliti Hırisostomos, Yunan kuvvetlerini takdis edip işbirliği yapmış, Patrikhane de 24 Mayıs’ta bir tebliğle “İzmir’in işgal edilmesinden duyduğu minneti” açıkla­mıştır.

11 Mart-10 Nisan 1920’de yapılan 1. Londra Konferansı’nın son toplantılarında Türkiye’deki Azınlıkların Korunması Komitesi’nce sunu­lan raporun 9. maddesinde, “Osmanlı hükûmeti, Türkiye’deki tüm soy azınlıklarının kilise ve okul konularında özerkliklerini tanımayı kabul eder. Osmanlı hükûmeti bu amaçla, Müslüman olmayan soylara kilise, okul ya da adalet konularında Padişahlarca verilmiş tüm özel buyruk ya da (ferman, hat ve beratlar vb.gibi) buyruklarla Bakanlık ya da Sadra­zamlık buyrukları ile tanınmış ayrıcalıklarla, muafiyetleri tümüyle kabul eder ve gelecekte de destekleyeceğini bildirir” denilmiştir. Bu rapor öncesinde Yunan hükûmeti 25 Şubat’ta taleplerini iletmiş, bunlar da 18 Mart’ta görüşülmüştür.

Yunan Temsilci Heyeti’nin, 12 maddelik istek paketinden en dikkat çekici olanı 7. maddedir ve şöyledir: “Tüzel kişilikleri olmadığı ve 1917’ye kadar (hatta köylerde bugün bile) Osmanlı yasalarının taşınmaz bir malı tüzel kişi adına tapuya geçirmek hakkını tanımadığı için, dinsel toplulukların, kiliselerin, ma­nastırların, okulların, hayır kurumlarının ve derneklerin Türkiye’de sahip oldukları malların, mülkiyeti ve yönetiminde ortaya çıkan zorluklar, bizi bunların ortadan kaldırılmasını istemeye yöneltmektedir. Türkiye, bu çeşitli kurumların tüzel kişiliklerini tanımak ve bunların mülkiyetinde olan malların adlarına tapuya geçirilmek için gerekli yasal tedbirleri almayı üstlenmelidir. Antlaşmaya şöyle bir hüküm konulabilir: Tamiratlar ve aidatlar ve haksız olarak el konulan ya da satılan malların ma­nastırlara ve keşiş evlerine geri verilmesi gözetim altında tutulacaktır. Osmanlı hükûmeti yasal bir hükümle azınlıkların dinsel toplulukları, kilise, manastır, okul, hayır kurumu ve derneklerinin tüzel kişiliklerini tanımayı üstlenir. Bu tüzel kişilerin mal edinmek ve ellerinde olan ve kendilerince ya da adlarına yöneltilen malları, adlarına tapuya yazdır­mak hakları olacaktır.” [2] (Sonraki bölümlerde ele alınan AB ve ABD’nin raporları ile bu madde arasındaki ayniyet derecesindeki benzerlik daha iyi görülecek­tir.)

Sevr’in 19 Mart’taki Büyükelçiler ve Dışişleri Bakanları Konferansı’n­da Türkiye’de Azınlıkların Korunması Komitesi Yunanistan Heyeti tarafından verilen söz konusu talep listesi, 7. madde hariç oy birliği ile kabul edilmiştir. Oylamadan bir gün önce Lord Curzon’un başkanlığın­da yapılan toplantıda 7.madde ile ilgili olarak; “Osmanlı yasalarına karışma konusunda büyük sorunlar çıkaran ve özellikle yargı reformu konusunu ortaya atan bu önerinin kabul edilemeyeceği” görüşüne varılmıştır. Sevr şartlarında dahi istenmesinden kaçınılan kiliselerin tüzel kişiliğinin tanınması, bugün AB tarafından resmen talep edilmiş, yöneticilerimiz de bunları yerine getirme gayreti içine girmişlerdir.

Yunan heyetinin Sevr’deki bir diğer talebi ise Fener Rum Patrik­hanesi ile ilgili olmuştur. Paketin 12. maddesinde, “Padişah fermanları ile İstanbul Patrikliğine ve Türkiye’deki Rum Başpiskoposluğuna ta­nınmış olan ayrıcalıkların, Türkiye ile barış antlaşmasının özel bir hük­mü ile korunması”nın özel bir önem taşıdığı vurgulanmıştır. Burada dikkat çeken bir diğer husus da “Bizans” teriminin henüz Patriğin un­vanı arasına girmemiş olmasıdır.

Lozan’da Patrikhane meselesi

Dini azınlıklar ve Patrikhane filmi Lozan’da aynen sahnelenmek istenmiş, görüşmelerin zorlu geçmesinin sebeplerinden birisi de bu konu olmuştur. Lord Curzon, Lozan görüşmelerinin başlangıcında azınlıkların tarihçesini anlatırken müttefiklerin savaşa gidiş amaçların­dan birisinin “Anadolu’da çok sayıda bulunan Hıristiyan azınlıkların, özellikle de Ermenilerin, korunması ve mümkün olursa kurtarılması” olduğunu söylemiştir. Lozan Heyeti üyesi Dr. Rıza Nur da Lozan’a ilişkin olarak, “Ekalliyetler (azınlıklar) meselesi asırlardan beri giden ve Türkiye’yi inkıraza (yıkılışa) sürükleyen en mühim dert idi. En hararetli müzakereler bu kısımda oldu. Bu saha büyük bir meydan muharebesi gibi idi. Bu işler için dünyanın her tarafından papazlar, Hıristiyanlar, komiteciler, politikacılar Lozan’a üşüşmüş, dolmuştu” tespitini yapmış­tır. Dr. Rıza Nur, “Ecnebi devletler işte böyle bizim ciğerimize pençe atıyorlar. Biraz daha gayret ederlerse Türkiye’deki karıncaları da ekalli­yet yapacaklar.” [3] diye eklemiştir. İnönü de her azınlığın, kendisine ayrı bir toprak koparmak için Türkiye’nin bölünmesine yol açacak iddialarda bulunmasını kesinlikle reddetmiştir.

Bilindiği gibi Patrikhane’nin Kutsal Meclisine (Sen Sinod) Türkiye yönetiminin bilgisi ve izni dışında 6 yabancı üye atanmıştır. Hemen arkasından da Patrik’in Türk olma mecburiyetinin bulunmadığı tartış­maları başlatılmıştır. Evet gerek bu konularda, gerekse de Patrikha­ne’nin faaliyetleri hakkında Lozan Antlaşması’nda açık hükümler yok­tur. Gerçekte bu durum Türk heyetinin bir başarısıdır. Çünkü şayet Patrikhane, Lozan Antlaşması hükümleri içinde yer alsaydı, uluslararası bir mesele gibi işlem görecek ve anlaşmayı imzalayan tarafların koru­ması altında olacaktı. Bugün resmi bir koruma olmadığı halde Patrik­hanenin elinde tuttuğu devletlerarası güç dikkate alındığında, bir de Lozan Antlaşması ile böyle bir imkana kavuşturulmuş olsa acaba Tür­kiye’ye ne tür baskılar yapılırdı diye düşünmemek mümkün değildir. Evet, Lozan’da konuyla ilgili hükümler yoktur ama başka düzenlemeler ve kararlar vardır.

Patrik Seçimi; 1856 Islahat Fermanı sonrasında hazırlanmış 1862 Rum Patrikliği Nizamatı’na dayanılarak, 1860-1923 yılları arasında metropolitler, cemaatin resmi görevlileri ve ruhban sınıfından olmayan­lardan kurulu bir karma meclis tarafından seçilmiştir. Sonrasında ise 6 Aralık 1923 tarihli Valilik Tezkeresi ile bir düzenlemeye gidilmiştir ki bu Tezkere de 1862 tarihli Nizamat’a dayanmaktadır. Buna göre Patrik, bir hukuksal süreç içinde Kutsal Meclis tarafından seçilmektedir. Valilik Tezkeresinde, adayların ve Kutsal Meclis üyelerinin Türkiye vatandaşı ve seçim sırasında Türkiye içinde görev yapan metropolitler olması şartı bulunmaktadır. Ayrıca Kutsal Meclis’in patrik adaylarının listesini İstanbul Valiliği’ne sunması mecburiyeti vardır. Valilik, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve makamları Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan metropolitlerden seçilmesi gereken bu adaylardan, istemediklerini gerekçe göstermeden listeden çıkarma hakkına sahiptir. Kutsal Meclisin de Valilikten gelen listedeki adayları üçe indirip, birisini patrik seçmesi öngörülmektedir. [4]

Lozan’a katılan ABD Heyeti, Amerikan kamuoyunun Patrikhane’nin İstanbul’da bırakılmasını istediğini bildirirken İngilizler, Patrikhane’nin İstanbul dışına çıkarılmasına kesin bir dille itiraz etmiştir. Gerekçe; böyle bir uygulamanın tüm Hıristiyan dünyasının dinsel duygularını yaralayacağıydı. Fransa da aynı görüşü savunmuş, aynı zamanda İstanbul Başpiskoposu olan Patrik’in İstanbul’dan çıkarılmasının, Orto­doks topluluğunun dinsel liderden yoksun kalmasına yol açacağını savunmuştur. Yunan Heyeti ise “Patrikhane bir Türk kurumu” olduğu için Patrikhane’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasını öngören bir anlaşma­ya razı olamayacağını açıklamıştır. Yunanlılar, “Patrikhane’nin tarihsel bir miras” olduğuna da atıfta bulunmuştur. Yunan Başbakanı Venizelos, özellikle Patrikhane’nin dini yargı yetkisinin muhafaza edil­mesini istemiştir. Yunan Dışişleri Bakanı Apostolos Aleksandris de Venizelos’a çektiği telgrafta Patrikhane’nin imtiyazlarında bazı kısıtla­maların kabul edilebileceğini ancak tarihi mekanından uzaklaştırama­yacağını, bunun Atina tarafından savaş nedeni (casus belli) sayılacağı­nı bildirmiştir. Yunan Bakana göre bu takdirde Yunan Ordusu, Çatalca’ya kadar ulaşabilecektir. Ayrıca Yunanistan Danıştay’ı da Patrikha­ne ve İstanbul Rumlarının korunmasını içermeyen bir anlaşmayı onay­lamayacaktır. Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye’yi tutan Alman ve Fransız gazeteleri dahi Patrikhane meselesi gündeme gelince bir anda Türkiye alehtarı yazılar yayınlamaya başlamıştır.

Lozan’da Müttefik Devletlerce sunulan tasarının 8. maddesinde, Patrikhane’nin dünya işlerine ilişkin ayrıcalığının 1914’den önceki gibi olması öngörülmüş; din, hayır ve öğretim işlerindeki özerkliğinin tanın­ması talep edilmiştir. Ancak Türk Heyeti bunu kabul etmemiştir. Nitekim Heyet Başkanı İsmet İnönü, bu konuda ve azınlıklara ilişkin diğer talep­lere, “Bizden kendilerinde olmayanı istemektedirler. Avrupa’daki uygu­lama neyse, biz de o kadarını yaparız.” diye tepki göstermiştir. [5]

Çünkü gerek Atatürk gerek İnönü, Patrikhane’nin amaç ve faaliyetlerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple İnönü, “Biz Rumların, sair unsurların umur-i mezhebiyelerine tamamen hürmetkarız ve onların kiliselerine kemalissabık riayet edeceğiz. İstedikleri ruhani reisi intihap hakkını kabul ederiz. Ancak Patrikhane müessese-i hazırasının ikbasına imkan olmadığı gibi Patrik Efendinin artık İstanbul’da işi yoktur. Bu bir şahsi mesele değildir. Bir müessese meselesidir.” [6] demiştir.

Aynı günlerde Fransız Le Journal Gazetesi’ni bir demeç veren Mustafa Kemal de şunları söylemiştir: “…bir fesat ve hıyanet ocağı… topraklarımız üzerinde bırakama­yız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler irae olunabilir (gösterilebilir). Türki­ye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir melce (sığınacak yer) göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanis­tan’da değil midir? Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmekte olan yeni Türkiye, Babıalinin taht-ı idaresindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve haysiyet, kudret ve kuvvetini müdrik ve hukukunu muhafaza için mevcudiyetini tehlikeye atmaya hazır ve amadedir.” [7]

Lozan’da Patrikhane’nin faaliyetleri ve İstanbul dışına çıkartılması konularında anlaşma sağlanamaması üzerine Fransa, “Türkiye’nin demokratik bir devlet olarak dinsel hoşgörüyle davranması gerektiğini” belirterek, bir orta yol teklif etmiştir. Fransız Heyeti, Türk ve Yunan Heyetlerinden bütün Ortodoks Kiliseleri üzerinde üstünlüğü olan Patrik­hane’nin dünya işlerine ilişkin haklarına son verilerek, İstanbul’da bıra­kılması ilkesine dayanan bir anlaşma önerisini incelemelerini istemiştir. Buna göre, Patrik İstanbul’da kalacak ancak Türk Hükûmeti; Patrik’in atanmasını denetleyip, çalışmalarını sınırlayabilecek,  “yönetim ve siyasal yönden başka ülkelerdeki kiliselerle (Yunanistan, Bulgaristan, Yu­goslavya gibi) ve bağımsız İstanbul Kilisesi ile ilişki” kurmayacaktır. Ayrıca “Patrik, Türk Hükûmetinin uygun bulacağı adaylar çizelgesinden seçilecek” ve Türk Hükûmeti “ruhani çalışmaların ötesine geçip, geç­mediğini” denetleyebilecektir. Lord Curzon da umumi celsede Patriğin de Patrikhane’nin de, “bütün idari ve siyasi, hukuk işlerinden tecrid edildiğini müttefikleri namına” beyan etmiştir. Curzon, “Patrik’in İstan­bul’da bırakılması, Konferansça büyük bir sevinç ile karşılandığı gibi bütün dünyada da büyük bir tesir yapacaktır.” demiştir. Sonuçta İnönü, “Patrikhanenin bundan sonra siyasi ya da yönetime ilişkin hiçbir işe karışmayacağı, sadece dinsel alana giren işlerle ilgileneceği yönünde Konferans önünde yapılan Müttefik ve Yunan açıklamalarını senet saydı­ğını” belirterek, Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını kabul etmiştir.[8]

Ancak Lozan’dan sadece 2 yıl sonra Patrikliğe 1925 yılında mü­badeleye tabi bir kişinin seçilmesi, tartışmaları yeniden alevlendirmiştir. Türkiye bu seçimi kabul etmemiş, Yunanistan ise nota vermiştir. O dönemde Türk basının bu konudaki tavrı, bugünle kıyaslandığında gerçekten ibret vericidir. Hilafet tartışmaları sırasında Patrikhane’den yana tavır koyup, bu dönemde Avrupa ile karşı karşıya gelinmemesini savunan Tanin Gazetesi bile “Halifeyi kolundan tutup trene bindiren bir hükümet, Rum Patriğini sınırdışı etmekten elbette ki çekinmez.” demiş­tir. O günlerde TBMM’ye bilgi veren dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın açıklamaları ise adeta bugünleri anlatmaktadır. Bu atamanın tesadüfi bir atama olmadığını belirten Bakan Kaya, bunu kabul ettirdik­ten sonra bir gün Yunan vatandaşı bir metropolitin patrik olmasının temin edilmek istendiğini söylemiştir. Kaya, “Bu suretle yavaş yavaş Yunan organiyesi husule gelecektir” [9] diye ilave etmiştir.

Yunanistan’ın konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmesi üzerine Dı­şişleri Bakanı Şükrü Kaya, bunun Türkiye’nin bir iç meselesi olduğunu, Patrikhane ile ilgili hiçbir uluslararası antlaşma ya da konvansiyon maddesi bulunmadığını, Yunanistan’ın Patrikhane’yi uluslararası bir kurum haline getirmeye çalıştığı görüşünü savunmuştur. Konunun, yetki alanı içine girip girmediğini tartışan Milletler Cemiyeti, Adalet Divanı’ndan aldığı görüşle, tarafların sorunu kendi aralarında çözmeleri ve Karma Mübadele Komisyonu’nun tarafsız üyelerinin arabuluculuğundan yararlanabilecekleri konusunda bir önergeyi onaylamakla yetinmiştir. Londra’da Canterbury Başpiskoposu da İngiliz Hükümetini, Türkiye’ye baskı yapması için sıkıştırmıştır. Ancak Türkiye’nin kararlılığını gören Lord Curzon, mübadeleye tabi olmayan bir patriğin seçilmesinden başka çare bulunmadığını söylemiştir.

Lozan delik deşik

Görüldüğü gibi Lozan tutanakları, sonrasında yaşananlar ve halen yürürlükte olan düzenlemelere göre Patrikhane bir Türk kurumudur. ABD ve AB ise Patrikhane’ye fiilen uluslararası bir statü kazandırmış, bunu resmileştirmenin peşine düşmüşken Türkiye, bu gelişmeleri ses­sizce izlemektedir. Oysa Patrikhane ile ilgili tüm karar ve uygulamalar­da temel alınacak ilk unsur, burasının bir Türk kurumu olduğu gerçeğidir.

Lozan’da varılan anlaşmaya göre, Patrikhane’nin değil başka ül­kelerdeki kiliselerle, Türkiye’deki diğer kiliselerle dahi siyasi ve yönetim bağı kurması yasaktır. Ancak bugün Patrikhane’nin Yunanistan, ABD, İsrail başta olmak üzere tüm Ortodoks kiliseleri üzerindeki otoritesi, Yunan Kilisesi veya İstanbul’daki Bulgar Kilisesi ile mücadelesi sıradan olaylar gibi konuşulmaktadır. Mesela Patrikhane 1930’da bir Panortodoks kongre toplama kararı almış ve bu amaçla Patrik Fotios Vilayete müracaat ettiğinde, “tasarlanan dini kongrenin Türkiye’de aklinin memnu (yasak) olduğu” [10] cevabı verilmiştir. Bugün ise 1992’den beri her 2 yılda bir kendisine bağlı dünya üzerindeki bütün metropolitle­ri Fener’de toplamaktadır. Yine Patrik Bartholomeos, Yunan Kilisesi’ne uygulanacak ambargoyu görüşmek üzere, hiçbir kuruma bilgi verme­den yine kendisine bağlı 100’e yakın metropolitle toplantı düzenleye­bilmektedir. [11]

Öte yandan Patrikhane, Dünya Kiliseler Konseyi üyesi olmuş, bunun için de 1955’te Cenevre’de büro adı altında Ortodoksluk Merkezi açmıştır. Dünya Kiliseler Konseyi’nin temeli ise Patrikhanenin 1920’de yayınladığı ve Kiliseler Birliği’nin kurulduğunu açıkladığı bir sirkülere dayanmaktadır. Patrikhane ayrıca 1968’de Selanik’teki Pateristik Araştırmalar Kurumu ve Girit’teki Ortodoks Akademisini ken­disine bağlamış, Uzakdoğu’daki küçük cemaatlerin bir merkezden koordinasyonunu sağlayabilmek amacıyla da Kasım 1996’da Hong Kong’da bir metropolitlik açmıştır. Patrikhane ayrıca, yetkisi ve gücü olmamasına rağmen Türk kanunlarını hiçe sayarak, Moskova ve Gürcü kiliselerine yetki vermiştir.

Bir diğer ilginç örnek; AB Komisyonu’nun Ortodoks kiliselerinin Brüksel’de bir temsilcilik açmasını kararlaştırıp, bunu Fener Rum Patrikhanesi’nden istemesidir. [12] Brüksel’de Vatikan’ın da temsilciliği bu­lunmaktadır ama Vatikan bir devlettir. AB’nin, Fener Rum Patrikhanesi’nin temsilcilik açmasını arzulamasının birinci sebebi “Patrikhane’nin evrenselliği ve birleşik Avrupa’yı” temsil etmesi, diğer sebebi ise Patrikhane’yi AB fonlarından yararlandırmak, böylece de Balkan ve Doğu Avrupa’daki kiliselerin ruhani merkezi haline gelmesini sağlamaktır. Patrikhane 1994 yılında AB nezdinde büro açma çalışmalarına girişti­ğinde dönemin İstanbul Vali Yardımcısı, buna izin vermemiştir. Bu konuda özel bir hassasiyet gösteren Türkiye, sözkonusu büronun açıl­masını, Patrikhane’yi bir Türk kurumu olmaktan çıkaracak bir gelişme olarak değerlendirmiştir. Dışişleri Bakanlığı da Patrikhanenin tüzel kişiliği olmadığını, söz konusu büroyu açamayacağını bildirmiştir. Konu bir süre sürüncemede kaldıktan sonra Patrikhane ile Yunan Kilisesi 1998’de ortak büro açmak için anlaşma yapmışlar ancak Yunan Kilisesi erken davranıp Kilise adına temsilcilik açmıştır. Bunun üzerine başla­yan kavgada Patrik, Brüksel bürosunun kapatılmasını istemiş, kabul edilmeyince misilleme olarak Atina’da Fener’in bir bürosunun açıldığını bildirmiştir. Bu gelişmeden sonra Yunan Başpiskopos, geri adım atmış; varılan uzlaşma ile Brüksel’deki büronun özerk olması, Avrupa’daki Ortodoksluk konularında iki kilisenin işbirliği yapması kararlaştırılmıştır. Özetle Fener Rum Patrikhanesi, Türkiye’nin önce itiraz ettiği, daha sonra sessiz kaldığı AB Temsilciliğini, üstelik Yunan Kilisesi’yle ortak­laşa, açmayı başarmış böylece Türkiye’nin, “Patrikhane’nin tüzelkişiliği olmadığı ve böyle bir gelişmenin Patrikhane’yi, Türk kurumu olmaktan çıkaracağı” şeklindeki haklı tezleri ayaklar altına alınmıştır.

Yunan Başbakanı Venizelos, 1930’da Ankara’ya gelmeden önce Patrikhane’yi ziyaret etmekten çekinmiş, Türk hükûmetinin tepkisini öğrenmek istemiştir. Ankara önce Patrikhaneye gidebileceği mesajını verdiği halde Venizelos yine de önce Ankara’ya sonra Patrikhane’ye gitmiştir. Bugün Alman Cumhurbaşkanı Rau’den ABD Başkanlarına, Avrupa ülkelerinin liderlerinden bakanlarına kadar herkes elini kolunu sallayarak Patrikhane’yi ziyaret etmekte ve hepsi de öncelikle Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gerektiği mesajını vermektedirler.

Lozan’a göre Patrik, sadece İstanbul’da bulunan Ortodoksların ruhani lideridir. İstanbul dışındaki şehirlerde rolü yoktur, müdahalesi suçtur. Ancak Patrikhane, açık açık Bulgar Kilisesi’ne müdahale hatta baskı yapmaktadır. Öte yandan Yunanistan Anayasası’nda Yunan Kilisesi’nin, İstanbul’daki Patrikhane’ye bağlı olduğu ve her şeyi onun onayıyla yapması gerektiği yazmaktadır.

Yunan Kilisesi Başpiskoposu Hıristodulos’un, Bartholomeos’a sormadan atama yapması üzerine başlayan kavga ilginç ifşaatlara da yol açmıştır. Bartholomeos, kendi­sini İstanbul Valisi’nin memuru olmakla suçlayan Yunan Kilisesi’ne, “Kanımızın sonuna kadar Patrikhane’nin haklarını savunacağız. İstanbul Valisi ne zaman Girit, 12 Adalar ya da Aynaroz’a müdahale etti? Ne bize bir şey sordular, ne de biz onlara bir şey sorduk. Seçim sonuçları­nı bile valiye bildirmedik.” [13] cevabını vermiştir. Türkiye’yi sık sık ABD ve AB’ye şikayet eden ve haklarının sınırlandığını öne süren Bartholomeos, bu kavga sırasında ise Yunanistan Kilisesi’nin, Patrikha­ne’den daha fazla devletin denetimi altında olduğunu” söyleyip “Biz Türkiye’de ruhani görevimizi özgür olarak yerine getiriyoruz.” [14] itirafın­da bulunmuştur.

Fener Rum Patriğinin, yurtdışı temaslarında “ekümenik” muame­lesi görmesi, Türkiye’nin de bu duruma ses çıkarmayıp fiili durumun yaratılmasına göz yumması ise Lozan’ın delik-deşik edilen en önemli yanıdır. İşte bu kabule birkaç örnek:

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in 1993’te olimpiyatların İstan­bul’da yapılması için dini cemaatlerden aldığı destek mektubunu Bartholomeos, “ekümenik” olarak imzaladığı halde bunun üzerinde hiç durulmaması. [15]

Patriğin, Türkiye’de “ekümen” sıfatıyla resepsiyonlar vermesi.

7-9 Şubat 1994’te yapılan dinler arası diyalog toplantısının sonuç bildirgesinin İngilizce metnini Bartholomeos’un “ekümen” olarak imza­laması üzerine Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın, deklarasyonu imzalamaması ancak Ankara’dan gelen telefondan sonra imzalaması.[16]

11-12 Ekim 2002’de Silivre’de yapılan Türk-Alman Sempozyu­mu’nda Türkiye Araştırmaları Merkezi Vakfı Başkanı Faruk Şen’in, Patriği “ekümen” olarak tanıtması, toplantıda bulunanlardan sadece Mümtaz Soysal’ın bu tanıtıma itiraz etmesi, dönemin AKP Genel Baş­kanı Yardımcısı, bugünün Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun ile Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Mehmet Bayraktar’dan ise herhangi bir itiraz gelmemesi. [17]

Fener Rum Patriklerinin yurtdışı temasları ve gördüğü muamele kelimenin tam anlamıyla Lozan’ın çiğnenmesidir. Diğer patriklerin yurt­ dışı bağlantıları diğer bölümlerde aktarılmıştır ancak bu konuda en büyük atağı yapan Bartholomeos’un bağlantıları özel bir dikkat gerekti­recek önemdedir.

Bartholomeos, Patrik Dimitrios’un 4 Ekim 1991’de ölmesinden sonra seçilmiştir. Seçimlerden önce Yunanistan, Türkiye’den, “Patrik seçilecek kişinin T.C. vatandaşı olma şartının kaldırılmasını” istemiştir. Bartholomeos da seçilmesine dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın yardım ettiğini açıklamıştır. Oysa istihbarat birimlerinin, Özal’a bu kişinin se­çilmesinin devlet güvenliği için oluşturacağı tehditleri bir rapor halinde sunduğu, Özal’ın buna rağmen onun seçilmesini istediği ve sağladığı belirtilmektedir.[18]

Bartholomeos, seçildikten sonraki ilk 3.5 yılda 23 ülkeyi ziyaret etmiş, her yerde de “Bizans İmparatorluğu’nun dini lideri”, “devlet başkanı” ve “ekümenik patrik” olarak karşılanmıştır. Bosna’da Müslüman katliamı yaşanırken, 6 Ağustos 1993’te Sırbistan’ın daveti üzerine bir Yunan uçağı ile Sırbistan’a gittiğinde “Ben Bosna Hersek’te Müslümanlara hiçbir zulüm ve işkence görmedim. Sadece harp hali vardı.”[19] iddiasında bulunarak, o korkunç katliamları onaylamakla kalmamış, “Sırp halkı, Ortodoks inancına dayanarak Elenizm gibi tarihindeki zor dönemleri atlatma gücüne sahiptir. Nihai hedefe ulaşıl­masında Kilise sizinle birliktedir.” [20] diyerek, adeta Sırpları teşvik etmiştir.

Bartholomeos, 19 Nisan 1994’te o güne kadar hep bir devlet baş­kanının açış konuşmasını yaptığı Avrupa Parlamentosu’nda devlet başkanı olarak karşılanmış, burada bir konuşma yapmış ve İstan­bul’dan “Konstantinopolis” diye bahsetmiştir. Patrik, laik ve demokratik olduğu iddia edilen Avrupa Parlamentosu’nda ayakta alkışlanmıştır.

22-26 Eylül 1995’te düzenlenen Vahiy ve Çevre Konferansı’nın Yunanistan bölümünde Patmos adasında devlet başkanı protokolüyle karşılanmış, 21 pare top atışıyla selamlanmış, şeref kıtasını denetle­miştir. Türkiye’den Rahmi Koç; dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in başdanışmanı, şimdinin TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger ve Prof. Orhan Uslu’nun da bulunduğu 200 milyarlık Patmos masrafını Yunan Bankalar Birliği finanse etmiştir.[21]

Bartholomeos, 20-28 Eylül 1997’de de Rahmi Koç ve gerek Pat­rikhaneye verdiği maddi destek gerekse de Kıbrıs’ta KKTC Cumhur­başkanı Denktaş’a suikast girişimi dahil, KKTC alehtarı faaliyetleri organize etmesiyle tanınan Yunanlı İşadamı Kostas Karras’la birlikte “Din, Bilim ve Çevre Sempozyumu”nu düzenlemiştir. Sempozyum için Karras gemisini, Koç özel uçağını tahsis etmiştir. Sempozyum’un Trab­zon bölümü, Türk Ocakları’nın öncülüğünde yöre halkının düzenlediği protestoları sebebiyle yapılamamış olsa da söz konusu Heyet, gemiyle daha sonra Batum, Novorossisk, Yalta, Odesa, Köstence, Varna ve İstanbul limanlarını ziyaret etmiş; bu tur 28 Eylül’de Selanik’te sona ermiştir. Gemi, Yunan karasularında iki Yunan savaş gemisince karşı­lanmış ve Selanik Limanı’na kadar eşlik edilmiştir. Burada Patrik için Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos tarafından devlet töreni yapılmıştır. Yunan Cumhurbaşkanı konuşmasında, “Ortodoks Kilise’sinin misyonunun sadece dini geleneği korumak olmadığını, dünyevi sorunlarla da ilgilendiğini” söylemiş, “Patriğin, birleşik bir Avrupa ve birleşik bir Ortodoks dünyası için verdiği mücadeleden” [22] övgüyle söz etmiştir.

Bartholomeos'a, ABD Kongresi'nin en eski ve yüksek şeref madalyası olan Kongre Altın Madalyası da verilmiştir. Bu madalya için bugüne kadar aralarında Rahibe Teresa'nın da bulunduğu sadece 4 dini isim seçilmiş, Bartholomeos 5'inci kişi olmuştur.

Bartholomeos’a, ABD Kongresi’nin en eski ve yüksek şeref madalyası olan Kongre Altın Madalyası da verilmiştir. Bu madalya için bugüne kadar aralarında Rahibe Teresa’nın da bulunduğu sadece 4 dini isim seçilmiş, Bartholomeos 5’inci kişi olmuştur.

Bartholomeos, 19 Ekim 1997’de ABD’ye gittiğinde, Kongre üyele­rinin de katıldığı bir askeri törenle karşılanmıştır. Ayrıca hiçbiri dini lider veya yetkili olmadığı halde, ABD Başkanı Clinton, Yardımcısı Al Gore, Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Temsilciler Meclisi Başkanı Nevvton Gingrich gibi üst düzeyle ikili görüşmeler yapmıştır. Bir Türk kurumunun başı olan Patriğin bu görüşmelerine ABD Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir alınmamış, ABD Kongresi’ndeki konuşması öncesin­de “Yeni Roma Patriği” diye takdim edilmiştir. Bartholomeos’a, ABD Kongresi’nin en eski ve yüksek şeref madalyası olan Kongre Altın Madalyası da verilmiştir. İlk kez 1776’da George Washington’a, daha sonra da Edison, Winston Churchill gibi isimlere verilen bu madalya için bugüne kadar aralarında Rahibe Teresa’nın da bulunduğu sadece 4 dini isim seçilmiş, Bartholomeos 5’inci kişi olmuştur.

Bartholomeos, 21 Ekim 1997 tarihindeki madalya töreninde yaptığı konuşmanın hemen başında kongre üyelerine, “Siz yaklaşık 270 milyon Amerikalıyı, biz 5 milyonu ABD’de, yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hıristiyanı temsil ediyoruz.” [23] diyerek, adeta kongreden de güçlü olduğu mesajını ver­miştir.

ABD Başkanı Clinton, 18-19 Kasım 1999’da AGİT istanbul Zirvesi sırasında eşi ile birlikte Bartholomeos’a iade-i ziyarette bulunmuştur.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreu, 10 Ekim 2001’de, muadili İsmail Cem’in Türkiye’de olmadığı bir zamanda İstanbul’a gelip, Patrik­le özel bir görüşme yapmıştır. Bu görüşme ile ilgili olarak çeşitli iddialar öne sürülmüştür. Bunlardan birisi de, 1996’da Vasiliki Floridi isimli bir Yunanlının, Ruhban Okulu’nun açılması için Patrikhane’ye verdiği 3 milyon 300 bin doların amaçları doğrultusunda kullanılmadığını görün­ce açtığı dava üzerine patlak veren skandalın kapatılmasını istediğidir. Çünkü sözkonusu paranın rüşvet olarak dağıtıldığı, 1 milyon dolarlık bölümünün de Refahyol hükümeti döneminde bakanlık yapan, daha sonra AKP’nin tepe noktasındaki bir politikacıya verildiği öne sürülmüştür. [24]

AB’nin Patrikhane ile ilgili talepleri 2002-2003 ilerleme raporların­da zirveye ulaşmış ve adeta Lozan Antlaşması’nın dini azınlıklarla ilgili hükümlerinin silip süpürülmesi istenmiştir. Bunun sebeplerinden birisi, Bartholomeos’un 3 Ekim 2002’de AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi ile yaptığı görüşmedir. Patrik ve heyetini dış kapıda karşılayan Prodi’nin programı da “Mr. Prodi, Konstantinopolis Patriğini kabul edecek.” şeklinde duyurulmuştur. Bu görüşmede Prodi, Ruhban Oku­lu’nun açılıp açılmadığını sormuş, Patrik de açılmadığını söylemiştir.

Patrik, görüşmenin ardından “Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzake­re tarihi vermeyecekler, temaslardan bunu anladım. Türkiye’den daha cesur adımlar atmasını bekliyorlar.” demiştir. Ancak dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, “Siz onlara bakmayın, verecekler. Türkiye’de gerçekleştirilen son siyasi reformlar AB’yi şaşırttı. Bizim iddiamız, Tür­kiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini büyük ölçüde yerine getirmiş oldu­ğudur. Müzakere tarihi verilmemesi için haklı hiçbir neden yok.” [25] açık­lamasını yapmıştır ki Patriğin tahminin doğru olduğu 2 ay sonra ortaya çıkmıştır.

Bartholomeos, 2004 yılı içinde de Küba'ya gitmiş ve Fidel Castro tarafından devlet töreni ile karşılanmıştır.

Bartholomeos, 2004 yılı içinde de Küba’ya gitmiş ve Fidel Castro tarafından devlet töreni ile karşılanmıştır.

Bartholomeos, 2004 yılı içinde de Küba’ya gitmiş ve Fidel Castro tarafından devlet töreni ile karşılanmıştır. Ayrıca atamalarda Patrikha­neyi devre dışı bırakın Yunan Kilisesine uygulanacak ambargoyu gö­rüşmek üzere, İstanbul’da hiçbir kuruma bilgi vermeden yine kendisine bağlı olduğunu öne sürdüğü 100’e yakın metropolitle toplantı düzenle­miştir. Haziran ayında Nato Zirvesi münasebetiyle İstanbul’a gelen ABD Başkanı Bush ile “ekümenik” sıfatıyla görüşmüş, son olarak da Avusturya’ya giderek, en üst düzeydeki devlet adamları ile temaslarda bulunmuş, burada Yunanistan Cumhurbaşkanı ile biraya gelerek, bazı Yunan okullarının kuruluş yıldönümü ve temel atma törenlerine katıl­mış, ayinler düzenlemiştir.

Tüm bunlar Patrikhanenin devletlerarası siyasetteki yerini ve gü­cünü gösteren somut tespitlerdir. Kısacası, Lozan Antlaşması hem içte hem dışta böylesine göz göre göre ayaklar altına alınmakta ve Türki­ye’nin siyasi egemenliği zaafa uğratılmaktadır.

AB’nin raporlu istekleri

Önümüzdeki Aralık ayında Türkiye ile müzakerelere başlanıp, başlanmamasını belirleyecek olan faktörlerden sayılan Fener Rum Patrikhanesi ve Ruhban Okulu meselesinin, AB ilerleme raporlarına nasıl girdiğine ve nasıl bir seyir izlediğine bakıldığında, önümüzdeki tablonun hiç de iç açıcı olmadığı görülecektir. Türkiye’nin gerçek azın­lıklarını ilgilendiren bu konunun, ilerleme raporlarının tümünde İnsan Hakları ve Azınlıklar bölümünde Medeni ve Siyasi Haklar başlığı altın­da ele alındığını, Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması başlığında ise Kürt meselesi, PKK, Öcalan ve Alevi vatandaşlarımızla ilgili “tespit­lerin” anlatılması da ayrıca dikkat çekicidir. Bu da AB’nin daha işin başında meseleye bakışındaki yanlışlığı ve çarpıklığı ortaya koymakta­dır. Bir diğer önemli husus ise başlangıçta birkaç satırla geçiştirilen “dini özgürlükler” adı altındaki tespitlerin, 6 yıl içinde sayfalara sığmaz hale gelmiş olmasıdır.

AB’nin, Türkiye ile ilgili olarak ilk kez 1998’de hazırladığı raporda Fener Rum Patrikhanesi’ne ait herhangi bir kayıt yoktur. Aksine, Türki­ye’nin Lozan Antlaşması’nda belirlenen azınlıklar dışında azınlık tanı­madığı belirtilerek; dini azınlıkların serbestçe ibadetlerini yerine getir­dikleri, sadece pratikte bazı bürokratik engellerle karşılaştıkları belirtil­miştir. Suriye Ortodokslarının dini azınlık sayılmadıkları da kaydedile­rek, Türkiye tarafından tanınan dinsel azınlıklar kendi dinlerini icra etmekte serbesttirler. Fakat (Sünni) İslam’dan başka dinlerin icrası, örneğin dinsel mekanların mülkiyetini ve faaliyetlerin genişletilmesini etkileyen pek çok bürokratik kısıtlamaya tabidir.” denilmiştir. Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması bölümünde ise Lozan’a göre kabul edilen azınlıkların sayısı verildikten sonra, “Hepsinin özgürce kiliselerini idare ettiği, okul ve hastanelerinin bulunduğu, ancak Anayasa’nın Kürt­leri ulusal, ırksal veya etnik bir azınlık olarak tanımadığı, onları Kürt kökenli Türkler olarak telakki ettiği” anlatılmıştır.

1999 ilerleme raporunda da konuyla ilgili herhangi bir tespit veya talep bulunmamaktadır. Sadece, “Din özgürlüğü bakımından Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar ara­sında bir muamele farklılığı hala mevcuttur.”denilmiştir.

Heybeliada Ruhban Okulu

Heybeliada Ruhban Okulu

ilk kez 2000 yılı raporunda Heybaliada Ruhban Okulu meselesi­ne, o da satır aralarında, rastlanmaktadır. Raporda, Yahudi cemaatinin yanı sıra Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks kilise­leri başta olmak üzere bazı gayrı Müslim cemaatlere yönelik daha bir hoşgörülü olunduğu, Aralık 1999’da yayınlanan bir genelge ile dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarının tamiri için devletten izin alınma­sına gerek kalmadığı anlatılmıştır. Sonuçta da “Bu olumlu yaklaşım daha da geliştirilmeli ve Lozan Antlaşmasının kapsamına girsinler, girmesinler gayrı Müslimlerin somut talepleri, Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapalı kalmaya devam etmesi konusu dahil, gerektiği gibi ince­lenmeli” talebinde bulunulmuştur.

2001 raporunun yine satır aralarında Ruhban Okulu’nun yanı sıra, bu kez kiliselerin mülkiyet edinme hakları, bazı kiliselerin yasal statüle­rinin tanınmaması ve din adamlarının Türkiye’ye gelişlerine serbestiyet verilmesi konularına değinilmiştir. Söz konusu raporda, “Kiliselerin ve azınlık vakıflarına ait diğer binaların restorasyonu için artık resmi izin gerekmemektedir. Bununla birlikte kiliseler hâlâ başta mülkiyet edinme konusu olmak üzere zorluklarla karşılaşmaktadır. Halki Ortodoks Okulunun (Heybeliada Ruhban Okulu) 1971 yılında kapatılmasından bu yana bu konuda hiçbir gelişme kaydedilmemiştir.” denilmiştir.

AB, 2002 raporunda ise konuyla ilgili olarak adeta atağa geçmiş ve etekteki tüm taşlar dökülmeye başlanmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekenleri, dini cemaatlere (kiliseler, sinagoglar ve havralar), top­luluklara tüzel kişilik verilmesi ve misyonerlik faaliyetlerinin tamamıyla serbest bırakılması anlamına gelen taleplerdir. Türkiye’nin idam ceza­sının kaldırılması ve dinsel vakıflara tanıdığı oldukça geniş haklar baş­ta olmak üzere çok önemli düzenlemelerin yer aldığı 3.uyum paketini çıkarmasından sonra hazırlanan bu raporda, “din özgürlüğünün teminat altında olduğu” belirtilmiş, sonra da yeni talepler şöyle sıralanmıştır:

“Müslüman olmayan dini topluluklar yasal engellerle karşılaşmak­tadır. Lozan Barış Antlaşması ile tanınmış olsun (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) veya olmasın Türkiye’de tüzel kişiliklerinin ve mülk edinme haklarının olmaması ve din adamı yetiştirme yasağına ilişkin sorunlarla karşılaşmıştır. Taşınmazların tapu kayıtları, bireyler ya da vakıflar adınadır. Müslüman olmayan dini topluluklar söz konusu olduğunda sade­ce 1936 tarih ve 2762 sayılı kanun çerçevesinde beyan edilen taşınmazlar yasal olarak tanınmış ve 1936’daki listede yer almayan tüm taşınmazlar, Türk devleti tarafından devralınmış veya el konulma riski söz konusudur. Cemaat vakıfları, Ağustos 2002’de vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın mülk alım satımına yetkili kılınmıştır. Ayrıca bu cemaatler tasarrufları altında  bulunduğunu ispatladıkları taşınmazları tescil ettirme hakkına sahiptir. Bu değişikliğin uygulana­bilmesi bir dizi şarta bağlanmıştır. Kapsamları henüz açık olmamakla birlikte yeni hükümlerin, sadece Müslüman olmayan vakıflara uygula­nabileceği görülmektedir. Bu durum, Türk olmayan Katolik ve Protestan cemaatler dahil olmak üzere, vakıf statüsünde olmayan tüm dini cema­atleri kapsam dışı bırakacaktır.” [26]

Söz konusu raporda Ruhban Okulu’nun açılmasının önündeki engeller konusunda çoğu yanlış bilgiler yer aldığı gibi, son dönemde gündemimize giren Patrikhane’nin “Kutsal Meclisi’ne Türk olmayan üyelerin atanmasının” altyapısı hazırlanmıştır. Bu bölümde, “Dini azınlıkların din adamı yetiştirmelerine ilişkin yasak devam etmektedir. Türk olmayan din adamları vize ve ikamet izni alma konusunda sıklıkla zor­luklar yaşamaktadır. Ermeni Patriği, İstanbul’da Hıristiyanlık eğitimi yapacak özel bir üniversite bölümü kurulmasını talep etmiştir. Yetkililer bu öneriyi kabul etmiş fakat eğitimde Müslümanların (Üniversitelerimiz­deki öğretim elemanları kast edilmektedir) görevli olmasında ısrar et­miştir. Bu husus Patrik tarafından reddedilmiştir. Rum Ortodoks Cema­ati, 1971’den beri kapalı olan Fener Ortodoks Okulu’nun yeniden açıl­masını defalarca talep etmiştir.” denilmiştir.

2002 raporunun yayınlanmasından önce AB Komisyonu Başkanı Prodi ile görüşen Bartholomeos, 2003 raporundan 1 ay önce Eylül 2003’de de Türkiye’yi bir raporla şikayet etmiştir. Türkiye’deki Ortodoks cemaatının sorunlarını içeren raporda, “azınlıkları tasfiye amacı güden politika izleniyor.” iddiasında bulunan Patrik, Türkiye’nin Lozan Antlaş­ması’yla taraf olduğu azınlıklarla ilgili maddeleri hiçbir zaman tam ola­rak uygulamadığını öne sürmüştür. Ayrıca Türkiye’nin AB adaylığını ve Kopenhag Kriterleri’ne uyma şartını hatırlatmış ve “Bu uygulamaların artık değişmesi gerektiğini düşünüyoruz.” [27] demiştir. Ancak aynı Patrik, 15 Ekim 2003’de ise “Gerçek insan haklarını Türkiye’de görüyoruz. Burada tam bir inanç özgürlüğü var. İnançlarımızı rahatça yapabilme­mizi sağlayan Türk yetkililere teşekkür ediyorum.” [28] açıklamasını yap­mıştır.

İşte tüm bunların sonucunda AB’nin 2003 ilerleme raporu, konuy­la ilgili en kapsamlı rapor olmuş ve cemaatlerin kapsamının genişletil­mesi, tanınmayan kiliselere hukuki statü verilmesi, dini kitapların ithala­tında serbestliğin yanı sıra ilk kez Fener Rum Patriği’nin “ekümenik” sıfatı gündeme getirilmiştir. Dini özgürlükler adı altındaki tespitlerin ve taleplerin satır başları şöyledir:

“Gayrimüslim dini azınlıklar, tüzel kişilik, mülkiyet hakkı ve iç yö­netim konularında ciddi engellerle ve din adamı yetiştirme yasağıyla karşılaşmaya devam etmektedirler. Yasal düzenlemeler hâlâ yalnızca gayrimüslim cemaatlere ait vakıflara atıf yapmaktadır. Bu husus, Kato­lik ve Protestan cemaatleri dahil olmak üzere, vakıf kuramayan diğer dini toplulukları kapsam dışında tutmaktadır. Gayrimüslim cemaatleri açısından ciddi bir endişe teşkil eden el konulmuş taşınmazlar konusu hâlen ele alınmış değildir. Bu cemaatlerin tüzel kişiliği olmadığından, taşınmazları her zaman el konulabilme riski taşımaktadır ve taşınmazların hukuki yollarla geri alınması çabalarında birçok engelle karşılaşmaktadır. Dini vakıflar, özerkliklerini önemli ölçüde sınırlayıcı şekilde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müdahalelerine maruz kalmaya devam etmektedir. Mütevellilerin azledilmesi ve vakıf mallarının yöne­timine ve muhasebesine müdahale bunlar arasında yer almaktadır. Dini azınlıkların, din adamı yetiştirmelerine yönelik yasak devam etmek­tedir. Kiliselerindeki rahiplerin sayısındaki azalma karşısında bazı dini azınlık cemaatleri, bu yasağın neden olduğu tehdidi hissetmektedirler. Her ne kadar Ağustos 2003’te yetkililerce durumun yeniden gözden geçirileceği bildirilmişse de mükerrer taleplere rağmen Heybeliada Ruhban Okulu kapalı kalmıştır. Kaynak sıkıntısı dini azınlık cemaatleri­nin çoğunun yurtdışında din adamı yetiştirmesine engel olmakta, tabii­yet kriteri ise Süryani ve Keldani kiliselerinde olduğu gibi Türk olmayan din adamlarının çalışma imkanını ve Ekümenik Patrik olma imkanını sınırlandırmaktadır. Ayrıca Türk olmayan din adamları, vize ve oturma izni verilmesi ve yenilenmesi konusunda sıkıntı yaşamaya devam et­mektedirler. Bu husus özellikle Roma Katolik Cemaati açısından önem­lidir. Ekümenik Patrik unvanının resmi biçimde kullanılması gerginlik yaratmıştır.”

ABD’nin dini özgürlük anlayışı

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2003 yılı Dini Özgürlükler Raporu da AB ilerleme raporu ile neredeyse birebir örtüşmüştür. ABD raporunda, dini vakıfların taşınmazları konusunda 1936 tarihli beyannamenin esas alınması eleştirilirken, Doğu Ortodoks Kiliselerinin faaliyetlerinin engel­lenmeye devam edildiği, ruhban sınıfı için eğitim imkanının verilmediği, bunun dini topluluğu ve liderliği etkileyecek boyuta ulaştığı öne sürül­müş ve “Bazı durumlarda yurtdışından dini lidere izin verilmekle birlikte, Patrik ve Hahambaşı dahil bütün topluluk liderlerinin Türk vatandaşı olması gerekmektedir.” denilmiştir. Söz konusu raporda, “Kanunda açıkça yasaklama olmamasına rağmen çok sayıda savcı ve polisin; dini konuşmaları, aktiviteleri şüphe ile karşıladığı, polisin zaman zaman Hıristiyanları gözaltına aldığı, mahkemenin genelde serbest bıraktığı ancak yine genelde sınır dışı edildikleri, polisin Hıristiyan misyonerleri ile tanışan öğrencileri ailelerine veya üniversite yetkililerine rapor ettiği” vurgulanarak, misyonerlik faaliyetlerinin izlenmesinden duyulan rahat­sızlık dile getirilmiştir. ABD raporunda, konumuzla ilgili olarak da, “Dev­letin, Rum Ortodoks Patriğinin ekümeniklik sıfatını tanımadığı, onu sadece Rum Ortodoks Kilisesi’nin başı olarak gördüğü, bu arada seya­hat ve diğer ekümenik faaliyetlerini engellendiği, ekümenik Patriğin, Heybeliada’daki Halki Seminerinin yeniden açılması çabalarını sürdür­düğü, okulun özel okulların kapatılmasından sonra 1971’den kapatıl­dığı” [29] görüşüne yer verilmiştir.

ABD’nin Lozan’dan beri Patrikhane’ye ilgisi, buraya yapılan ata­malara doğrudan müdahalesi, Patriklerin ABD Başkanları ile diyalogları düşünüldüğünde elbette bu raporlar şaşırtıcı olmayacaktır. Özellikle de Bartholomeos’un 5 Mart 2002 tarihi itibarıyla son 4 yıl içinde dördüncü kez ABD’yi ziyaret ettiği dikkate alındığında. Bartholomeos, İstanbul’a döndüğünde bu son ziyareti ile ilgili şunları söylemiştir:

“Bush sordu, ne problemleriniz var, nasıl yardımcı olabilirim diye. Bu konuya değindiğimiz zaman tabii yardımlarını istedim. Bu okul me­selesi bizim için çok önemlidir. Çünkü Patrikhanemizin akıbeti ile direk olarak bağlantılıdır. 1700 sene bu topraklarda bulunan Patrikhanemiz gibi bir müessese elemanlarını yenileme, yeni ruhanileri, yeni ilahiyatçı­ları yetiştirme imkanına sahip olmalıdır. Bu açıdan bizim için çok önem­lidir. Nasıl Müslüman kardeşlerimizin, vatandaşlarımızın kendi din adamlarını yetiştirme imkanları varsa, bizim de bu imkanımız olmalıdır dedik. Kendisi de eğer devlet iradesi varsa, okulun açılması için çözüm bulunur demiştir.” [30]

Gerçekte bu ifadeler ve talepler, ABD’nin altında imzası olmayan Lozan’ı hala tanımadığı, hatta yok saydığının da göstergesidir. Sözkonusu seyahatle ilgili önemli bir ayrıntı ise İstanbul Valiliği’ne verilen program bilgisinde, Patriğin İngilizce sıfatının ve “ekümenik’ unvanının kullanılmasıdır. Patriğin ABD ziyaretinden 7 ay sonra 22 Ekim 2002’de dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson da Patrikha­ne’yi ziyaret edip, Ruhban Okulu’nun tekrar açılıp patrikhaneye bağlı bir eğitim kurumu olarak faaliyet göstermesini sağlamak üzere ABD’nin desteğini tekrarlamıştır. Büyükelçi, okulun açılmasının “Avrupa’ya ve ABD’ye Türkiye’nin uluslararası özgürlük ve hoşgörü değerlerini ithaf etmesi bakımından başarılı bir örnek teşkil edeceğini” devurgulamıştır.

ABD Başkanı Bush’un Haziran 2004’deki Türkiye ziyaretinde Bartholomeos’la “ekümenik patrik” olarak görüştüğünü belirtmiştik. Aslında Bush’un gelmesinden aylar önce Ruhban Okulu’nun açılması jestinin beklendiği duyurulmuştu. Türkiye’ye baskının bu son örneği konusunda Bartholomeos, “Bush, ricamız üzerine değil din özgürlüğü açısından dile getirdi. Baskı yapmadı, ricada bulundu. ABD ve AB din özgürlüğü ve azınlık haklarına büyük ehemmiyet veriyorlar. AB, ilerle­me raporuna bu konunun olumlu yansımasını istiyor.” [31] demiştir.

Bush’a böyle bir ricada bulunurken Patrikhanenin bir Türk kurumu, kendisinin de bir Türk vatandaşı olduğunu unutan Bartholomeos, aynı açıklamasının bir başka bölümünde Yunan Başbakanı Karamanlis’in, Başbakan Erdoğan’la ilişkisinin (kızının nikah şahidi olmasının) Patrik­hane’yi nasıl etkilediği şeklindeki soruyu ise bu defa “Patrikhane’nin durumu, Türkiye ile Yunanistan ya da Kıbrıs arasındaki ilişkilere göre belirlenemez. Biz Türkiye’nin vatandaşlarıyız, bu toprakların parçasıyız, ölülerimiz de burada. Kimseye ‘Başka yere gidin.’ deme hakkını tanı­mayız. Kıbrıs’ta olanlardan niye bizi sorumlu tuttular? 6-7 Eylül olayla­rını zamanın hükümeti tertip etmişti. Yok yere bedel ödedik. Şimdi de Eski Rum Yetimhanesi’ni elimizden almak istiyor devlet. Dosya, Yargıtay’da. Kaybedersek AİHM’e gideceğiz.” [32] şeklinde cevaplandırırken, nasıl bir çelişkiye düştüğünü fark edememiştir. Bartholomeos, gerçek kimliğini ise Yunan Kilisesi ile kavgası sırasında açıklamıştır. Yunan Kilisesi ve milliyetçi çevrelerin Patrikhane’nin ekümenikliğini sabote etmeye kalktıklarını belirten Bartholomeos, “Biz Yunanlılar kendi bindi­ğimiz dalı kesmemeliyiz” demiştir. [33]

Altyapı Avrupa Parlamentosu’ndan

AB’nin yasama organı Avrupa Parlamentosu’nun (AP), Patrikhane’ye yaklaşımına gelince; AP’nin kararlarının bağlayıcılığı bulunmadığı iddia edilse de gerçekte bu raporlar ve kararlar özellikle ilerleme rapor­larının temel kaynaklarından birisidir. Bunlar ilk etapta öylesine geçişti­rilmekte ancak zamanı gelince önümüze konmaktadır. Bartholomeos’un AB ile ilk resmi teması da Avrupa Parlamentosu üze­rinden olmuştur. Hatırlanacağı gibi Patrik Bartholomeos 19 Nisan 1994’te parlamentoda devlet başkanı gibi karşılanmış ve bir konuşma yapmıştır. AB Türkiye’ye daha adaylık statüsü bile vermemişken, Avru­pa Parlamentosu 24 Ekim 1996’da Türkiye’ye, “Dünyanın her tarafın­daki milyonlarca Ortodoks Hıristiyan için Konstantinopolis’teki Patrikha­ne’nin önemini göz önünde bulundurarak, Türk yetkililerin ekümenik Patrikhane’nin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, ekümenik patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin binala­rını korunması ve gerekli önlemleri alması” [34] çağrısında bulunmuştur. Parlamento’nun aynı kararında, “Patrikhane’ye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması” talebi de yer almıştır. Bu kararlarda, Bartholomeos’un ziyaretinin etkisi olduğu açık­tır. Sözkonusu talepler AB ilerleme raporlarına ise 2001 yılından sonra girmiştir. Görüldüğü gibi Patrikhane-Ruhban Okulu meselesinin altya­pısı 1996’da hazırlanmış, 2000’den sonra da AB’nin “resmi politikası ve davası” haline gelmiştir.

Ve Yunanistan…

Peki “Bizans’ın varisi olması iddiasıyla Grek Devleti’nin kurulması­na ön ayak olduğu için Patrikhane’yi Anayasası ile uluslararası güvence altına alan” Yunanistan bu gelişmelerin neresindedir? Zamanlamasının da ilginçliği sebebiyle Yunanistan’ın yeni dış politika anlayışını yansıtan 2000 tarihli bir rapordan bahsetmek istiyoruz. Bu raporda, Türkiye’den “Patrikhane konusunda da artık politika değişikliğine gitmesinin bekle­neceği” [35] belirtilmiştir. Kıbrıs ve Ege ile ilgili politikalarımızdaki değişik­likten cesaret alındığı ortadadır. Patrikhane konusunda, bekledikleri değişikliklerin başında da “Patrik seçilebilmek ve Kutsal Meclis üyeliği için zorunlu olan Türk vatandaşlığı şartının kaldırılması ile ekümenliğin tanınması” gelmektedir. Dini cemaatler ve vakıflarla başlayıp ekümenlik ve Heybeliada Ruhban Okulu’na uzanan zincirin, AB ilerle­me raporlarına 2000 yılından sonra adım adım girdiği hatırlandığında, planlı bir oyunla karşı karşıya olduğumuz ve Yunanistan’ın Kıbrıs me­selesinde olduğu gibi bu konuyu da nasıl AB’nin meselesi haline getir­diği açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Yunanistan’da yapılan bir başka çalışmada, “Patrikhane’nin İstanbul’da kalması gerektiği, yaşayabilmesi için de Amerikalı, Avusturalyalı ve Batı Avrupalı Ortodokslardan bir heyet oluşturulması, heyetin Türk hükümetinden şu taleplerde bulunması”gerektiği belirtilmiştir:

Türk vatandaşı olmayan piskoposların da Kutsal Meclis’e katılması,
Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve Türk vatandaşı olma­yan öğrencilerin de kabul edilebilmesi,
Patriğin, kilise kanunlarına göre seçilmesi ve buna Türk Hükûme­tinin müdahale etmemesi,
Patrikhane matbaasının yeniden açılması,
Fener’in diğer kiliselerle serbestçe ilişki kurabilmesi,
Patriğin, kendisine bağlı yeni dünya gibi uzak bölgelerdeki pisko­poslarla serbestçe iletişim kurabilmesi,
Patriğin, Türk hükûmetiyle resmen diyalog kurabilmesi,
Özellikle mülklerinin tanınarak, Patrikhane’ye yasal bir statü ka­zandırılması,
Fener ve Heybeliada Ortodokslararası teoloji kongrelerinin düzen­lenebilmesi,
Türkiye Cumhuriyeti’nce Patrikhane’nin ekümenliğinin tanınması.

Son yıllarda AB’ye uyum adı altında bu taleplerin nasıl karşılandı­ğını, karşılanmayanların da sırayla gündeme getirilerek, tartışılmaya başlandığını görüyoruz. Fener Rum Patriği’nin yukarıda işaret ettiğimiz AB’ye şikayet raporundaki iddiaları ve taleplerinin Yunan, ABD ve AB raporlarındaki ifadelerle böylesine örtüşmesi tesadüf olmasa gerek. Rum Ortodoks, Ermeni, Süryani ve Katolik kilisesi temsilcilerinin yine 2003 Eylül ayı sonunda TBMM insan Hakları Komisyonu’na gönderdiği mektup ise neredeyse Yunan taleplerinin birer kopyasıdır. Mektupta, “Patrikhane ve kiliselerin tüzel kişilik kazanması, din adamı eğitimine imkan sağlanması, yabancı ülkelerden davet edilen din adamlarına, görev yapmaları için Türk vatandaşlığı veya ikamet izni verilmesi, azın­lık sorunlarının çözümü için bir bakanlığın görevlendirilmesi, Hıristiyan vatandaşların ülkemiz güvenliği açısından sakıncalı olarak gösterilme­sine son verilmesi, kiliselerin mülk edinmesi, ellerinden alınan ibadet­hanelerin ve malların iadesi, Türkiye’deki Hıristiyanların yaşadığı her ilde bir kilisenin faaliyet göstermesine izin verilmesi” [36] gibi son derece cüretkâr istekler yer almıştır. Tüm bunlar, karşımızdaki organize gücün ve bu gücün kararlılığının tesadüf olmadığını, Lozan’ın delik-deşik edilmesinden sonra, şimdi de yok sayılarak, ana hedefe giden yolların tümüyle açılması sürecine girildiğini göstermektedir.

 

1 Osman OLCAY, Sevres Andlaşmasına Doğru (Çeşitli Konferans ve Top­lantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), A.Ü. SBF Yayınları/No:455, Ankara-1981.

2 Osman OLCAY, a.g.e.

3 Dr. Rıza  NUR-Joseph C. GREW, Lozan Barış  Konferansının  Perde  Arka­sı (1922-1923), Örgün Yayınevi, 1.baskı-2003.

4 Elçin MACAR, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi (İletişim Yayınlan, l.baskı-2003).

5 Yaşayan Lozan, Çağrı ERHAN(Editör), Kültür ve Turizm Bakanlığı 2003

6 Sami EMİRHAN, Fener Rum Patrikhanesinin Dünü-Bugünü Yannı, Harp Akademileri Yayını.

7 Elçin MACAR, a.g.e.

8 Yaşayan Lozan(Editör Çağrı ERHAN), Dr. Rıza NUR-Joseph C.Grew, a.g.e.

9 Elçin  MACAR, a.g.e.

10 Elçin MACAR, a.g.e.

11 Hürriyet-Sabah, 5 Haziran 2004.

12 Elçin MACAR, a.g.e.

13 Hürriyet,19  Ekim 2003.

14 Hürriyet, 15 Ekim 2003.

15 Hürriyet, Ertuğrul ÖZKÖK-Savarona Yatında Atladığım Haber, 29 Ağustos 2003.

16 Sami EMİRHAN,a.g.e – Uğur YILDIRIM, Dünden Bugüne Patrikhane, Kaynak YaymIan-2004.

17 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

18 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

19 Sami EMİRHAN.a.g.e.

20 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

21 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

22 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

23 http://ww2goarch.org/patriarchate/us-visit/speeches/Adress_before_U.S._Con.htm.

24 Uğur YILDIRIM, a.g.e.

25 Yeni Batı Trakya Aktüel, Tarih ve Kültür Dergisi, Yıl:20-2003, Sayı 177.

26 AB Türkiye İlerleme Raporları (www.dpt.gov.tr).

27 Milliyet, 3 Eylül 2003.

28 Hürriyet, 15 Ekim 2003.

29 ABD Dini Özgürlükler Raporu http://www.state.gov/g/drl/rls/irf/2003/24438.htm.

30 Yeni Batı Trakya Aktüel, Tarih ve Kültür Dergisi, Yıl:20-20O3, Sayı 177.

31 Milliyet, 20 Temmuz 2004.

32 Milliyet, 20 Temmuz 2004.

33 Hürriyet, 19 Ekim 2003.

34 Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor? Türk-İş, Aralık 2001.

35 Elçin MACAR, a.g.e.

36 Milliyet, 26 Eylül 2003

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar