Yükleniyor...
Türkiye’de İslâmî oluşumlar ve siyasal İslâm’ın durumu, son derece karmaşık ve kapsamlı bir yapı arz etmektedir. Konunun çerçevesi çok özet yollu olarak şöylece çizilebilir.
Dinin, Türk toplumu için fevkalâde önemli, hattâ “olmazsa olmaz” denecek derecede vazgeçilmez bir kurum olduğu mutlak bir gerçekliktir. İslâm gibi hayatın hemen her safhası için söyleyecek ve söylenmiş sözü bulunan bir dinin, Türk toplumu için bu denli önemli oluşunun elbette pek çok tarihî ve sosyal sebebi vardır. Konumuzla ilgili olmak üzere belli başlı bir-iki hususa işaret edilebilir.
Türklerin İslâm öncesinden itibaren hayatlarını şekillendiren bütün kültür unsurları, özellikle kamların önderliğinde gerçekleştirilen Şaman törenleri ve bu inanış etrafında örgütlenen gelenek ve görenekleri, İslâmlaşma hâdisesinden sonra da toplumun esnek mantığında kendilerine yer bularak varlıklarını sürdürmeye devam etmiştir. Özellikle “kam”ların yerine geçen “şeyh”ler, “dede”ler ve “baba”lar, Türk müslümanlığını evliya kültü ağır basan bir yapıya sahip kılmıştır. Bu durum da milletimizin tarihinde tarikatlaşma ve cemaatlaşma olayının yaygın oluşunun nedenlerinden biridir.
Türkiye Cumhuriyetinde her türlü tarikat ve dinî cemaatleşme faaliyetlerinin yasaklanmış olmasına rağmen, bunların varlıklarını hâlâ daha sürdürebiliyor olmasının arkasında, tarihimizde dinin etkisinin ne derecede derin oluşu gerçeği yatar. Esasen çok partili demokratik hayata geçişimizden ve açık bir biçimde 1950’lerden sonra, cemaatleşme ve tarikat olgusu yasağına rağmen, kapalı kapılar ardından çıkarak yarı alenî hâle geldi.
Nitekim radikal anlamda olmamak kaydıyla Cumhuriyet tarihinin en ünlü ve meşhur Nakşi şeyhlerinden Mehmet Zâhid Kotku’nun İskender Paşa cemâati ve Erenköy Nakşileri, bir Nakşi olmakla beraber İskender Paşa ve Erenköy cemâatlarına göre daha sert bir biçimde Batılılaşmaya karşı sakal, şalvar, çarşaf gibi sembollerle direnişi temsil eden Mahmut Hoca’nın İsmail Ağa cemâatı gibi tarikatlar; şu anda millî ve dinî kültüre sahip çıkıp “görünüşte” devlete bağlı anlayışı savunan (ama şimdilerde bir terör örgütü olduğu tescillenen) Nurculuğun Fethullah Gülen kolu; 1946’dan itibaren açtıkları kurslarla 1965’e kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’na din görevlisi yetiştiren ve aslında Cumhuriyet kanunlarından istifade ederek onun getirdiği değişime ve inkılâplara karşı bir anlayışın mümessilleri olan Süleymancılar, Kâdirî ve benzeri tarikat zümreleri, aslında “radikal” İslâm’dan ziyade dinî görüşlerinin toplum hayatında daha çok yayılmasını ve yerleşmesini düşleyen gruplardır. Elbette bu toplulukların, Türk siyasî partileriyle temasları ya da partileşme ile ilgili düşünce, tasavvur ve tavırları ayrıca değerlendirilebilir. Meselâ 1967’lerde ilk adımları atılan ve 26 Ocak 1970’de kuruluşu gerçekleştirilen Millî Nizam Partisi’nin kurucusu Necmeddin Erbakan ve arkadaşlarının, parti kurma iznini bağlı oldukları şeyhleri Mehmet Zâhid Kotku’dan aldıkları bilinmektedir.
Öte yandan ülkemizde 1960’lı yıllardan sonra sesini duyurmaya başlayan, ama 1980’li yıllarda, özellikle İran’daki şiî devrimini takiben güç kazanan siyasal İslâm ya da mevcut düzene karşı “Hakiki İslâm” iddiasıyla ortaya çıkan radikalizm, ilk adımı, İslâm’ı siyasî devrimci bir ideolojiye dönüştürmek yolunda faaliyete girişmekle atmıştır. Bu ideolojinin temelinde “biz” anlayışı ve kendilerini İslâmî hareketin ve düşüncenin merkezinde görüp kendilerinin dışındakilere “bâtıl” ve küfre karşı “pasif” görecek derecede militan bir zihniyetle şartlandırma yatmaktadır. Ayrıca İran devrimi, bu, dini sathî bir biçimde bilen ve Batının meydan okuması karşısında düşülen durumu dinin tam anlamıyla yaşanmayışında gören ve bu yolda çözüm, yani İslâmî bir devletin hangi yolla ve nasıl kurulabileceği sorusuna cevap arayan siyasal İslâmcılar için mükemmel bir örnek olarak göründü.
12 Eylül’den sonra Türkiye’deki bu radikal devrimci İslâmcılar, kendilerini “Hizbullahiler” olarak adlandırmaya başladılar ve çoğunlukla da Güney-Doğu’da taraftar toplamayı başardılar. İran devriminin netice itibariyle şiî karakterli olduğu ve İran’ın İslâm değil şiî devrimi ihraç edeceğine dair, bizim daha 1980’den bu yana yazılarımızda gündeme getirdiğimiz gerçeğin Türk kamuoyunda yaygınlaşması ve kabul görmeye başlamasından itibaren Hizbullahîleri ve İran yanlısı radikalistleri giderek yalnızlığa ve marjinal militan guruplar haline itti.
Bir diğer radikal zümre olan İBDA-C, çıkardıkları Ak-Doğuş’ta hedeflerini;
1) “Düşman” güçleri şoka uğratıp, panik havası içinde daha da saldırganlaştırmak ve böylelikle “gerçek yüzlerinin açığa çıkmasını” kolaylaştırıp, hızlandırmak;
2) Müslüman kitleleri, ama özellikle siyasal İslâm’a bağlı kadroları uyuşukluk ve pasiflikten kurtarmak için onlara hücum etmek;
3) Dar bir kadro ile geniş bir kitle çalışması yapmak, şeklinde özetliyorlardı. Onlar diyalektik bir yöntemle çalıştılar ve 1975’te Millî Selâmet Partisi’nin yan kuruluşu durumundaki Akıncılar arasında yer aldılar ve kısa süre sonra Akıncı Güç adıyla ayrı bir grup oluşturdular. Silahın yüceltildiği, sağlam inşaanın ancak yıkmakla mümkün olacağının ilân edildiği bu militan grubun düşü, “2000 yılına kadar Türkiye’de bir İslâm inkılâbının” olacağı.
Ülkemizde son haftalarda yaşatılan bazı olaylardan hareketle ve bu komplo teorisine kapılmaksızın siyasal İslâm, kamuoyunun tepkisini almaya yönelik bazı provalara teşebbüs etmektedir, denebilir.
Refah Partisi Kayseri il örgütünün Hamas taklidi milis kuvveti, Sincan’da sergilenen görüntüler, görüşler, silahlanma ile ilgili basında ortaya atılan iddialar ve benzeri teşebbüsler, militanizmin İslâmcıları etkilemeye yönelik faaliyetleri olarak görünüyor.
Elbette istisnaları bulunmakla birlikte, Türkiye’de bu kesimlerin İslâm’ın toplum hayatında önemli bir yere gelmesinin ve belki daha da ileri giderek dinin devletleşmesini arzuladıkları tahmin olunabilir. Bu maksatla çok büyük oranda Refah Partisi’ni destekledikleri veya en azından meylettikleri düşünülebilir. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taşra teşkilâtında, Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde bu desteğin önemli bir orana ulaştığı tahmin edilebilir. Bu da bütün hayatları boyunca dinî kavramlar ve değerler tarafından yönlendirilmiş bu insanların, bu güne kadar sahip olduklarını yeterli görmemekten ya da kendilerine yakıştırılan “gerici”, “yobaz”, “şeriatçi”, “anti-lâik” gibi aşağılayıcı yaftalardan intikam almak gibi bir duygudan kaynaklanabilir.
Öte yandan bizim 1989’da ifade ettiğimiz, Ruşen Çakır’ın da 1990’da Âyet ve Slogan’ında tespit ettiği gibi, Türkiye’de ister radikal, ister militan, isterse ılımlı olsun İslâmcıların ciddî korkularından biri Devletin dinden elini çekmesidir. Her ne kadar Refah Partisi sözcüleri ülkemizdeki lâikliği Batı’daki, özelikle Fransa’daki gibi tam olmadığı için tenkit etmekte iseler de, Devletin dinden elini çekmesi halinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, imam-hatip liselerinin kapatılması ve benzeri uygulamaların iptal edilmesi gündeme gelecektir. Bu durumda Türkiye’nin dinî hayatı cemaatların kaosuna terk edilecek ve en önemlisi maddî imkânsızlıklarla içiçe yaşanacaktır. Ayrıca toplumdaki dönüşüm yoluyla “İslâm Devleti” düzenine ulaşmak hemen hemen imkânsızlaşacaktır. Oysa Devletin dine ve din hizmetlerine ayıracağı kaynağın artmasıyla “İslâmcı İdeolojiye” muhatap olabilecek insanların sayısı artacaktır.
Bu açıdan da Türkiye’de siyasal İslâm’ın gelişmesini kısa vâdede bir takım hukukî ve cezaî tedbirlerle önlemek yerine kısa, orta ve uzun vadede önemli bazı adımların atılması, bana göre son derece elzem hâle gelmiştir.
Herşeyden önce hayatımızı millet olarak derinden sarmış bulunan İslâm’ın radikalizm, militanizm ve politik çerçeve dışında sağlıklı bir yapıda korunması, geliştirilmesi ve onun, Atatürk’ün ifadesiyle “simsarlar” elinde bir çıkar aracı haline sokulmaması için çok özel bir konumda ele alınması da şarttır. Burada sadece kısa, orta ve uzun vâdede gerçekleştirilmesi gerekli bir kaç somut öneri gündeme getirilebilir:
Herşeyden önce örgün öğretimdeki din öğretimi programı ve müfredatı bütün kademeleriyle yeniden düzenlenmeli; geleneksel statüsünden kurtarılarak çağdaş yöntemlerle yeniden yazılıp okutulmalıdır.
Şu anda ilk ve orta dereceli okullarımızda, hattâ bir dereceye kadar üniversitelerimizin ilâhiyat fakültelerinde uygulanan din eğitim ve öğretimi geleneksel sistem ile batılı sistemi karşı karşıya getirmektedir. Bir başka ifade ile bu iki sistemin uyuşturulması ve uzlaştırılması gerekirken, din eğitim ve öğretimi mevcut millî eğitim sistemimizle kaynaşmaksızın iğreti bir sistem halinde tutulmaktadır. O kadar ki, eğitim sistemimizde din dersleri programları ile diğer derslerin programları arasında bir bütünlük sağlanamamıştır. Bu husus, din öğretimini ve bu işi üstlenenleri olumsuzluğa itmiş ve onlarda “ikinci sınıf” duygusu doğurmuştur.
Üstelik bir kısım aydına göre, Devlet eliyle olsa bile din eğitiminin Türk eğitim sistemi içinde mütalâa edilmesi ve uygulamaya sokulması, herşeyden önce Atatürk ilke ve inkılâpları, yani lâiklikle çatışmaktadır. Bu hatalı ve çürük anlayış da baştan itibaren din eğitim ve öğretiminin, Türk millî eğitim sistemi içinde gereken ciddiyet ve ilgiden uzak kalmasının sebeplerinden biri olmuştur.
Onun için din eğitimi ve öğretimi millî eğitim sistemimiz içinde yeniden, ama ciddiyetle ve sistem bütünlüğü içinde ele alınmalıdır.
Ayrıca ülkemizin şartları din eğitim ve öğretimini ne dinî cemaatların idaresine bırakmaya izin verir ne de onu yok farzetmeyi veya hafife almayı makul gösterebilir.
Bu maksatla şu tedbirler, hemen alınmalıdır:
Bugün ilâhiyat fakültelerinde takip olunan programın geliştirilmesi ve çağdaş din bilimlerine, yani din felsefesi, din sosyolojisi, din psikolojisi, din antropolojisi, karşılaştırmalı dinler tarihî, din fenomenolojisi gibi din bilimlerine mutlaka çok ağırlık verilmeli ve bu alanlarda geniş bir araştırıcı kadrosu, yurt içinde ve yurt dışında, yetiştirilmelidir. Böylece geleneksel ve katı muhafazakâr din anlayışının gözden geçirilmesi ve hattâ sorgulanması imkânına kapı açılmış olacaktır.
Tevhîd-i Tedrisat Kanunu çerçevesinde birer meslek okulu olarak kurulan bu okulların, din eğitim ve öğretimi yoğun genel öğretim kurumlarına dönüşmesi mutlaka önlenmelidir.
Bunun için ilk adımda, 15. Millî Eğitim Şûrası’nda kabul edilen 8 yıllık temel eğitim hemen uygulanmalı ve İmam-Hatip Liselerinin birinci devresi sayılan meslek dersleri takviyeli orta kısmı, mutlaka sistemle bütünleştirilerek temel ilköğretim kapsamına alınmalıdır. Bu hususta bazı çevreler tarafından ortaya atılan “imam-hatip okulları kapatılıyor” şeklindeki temelsiz gürültüye kulak asılmamalıdır; çünkü bu okulların orta kısmındaki meslek dersleri takviyeli eğitim, zaten verimsizdir.
İmam-Hatip Liselerinde çağdaş anlayışa uygun yönetmelik ve program geliştirme çalışmaları sür’atle yapılmalı ve bu okulların ders kitapları din ilimlerindeki yeni yaklaşımlar ışığında yeniden yazdırılmalıdır.
1982 Anayasası ile temel eğitim kurumlarında Devletin gözetimi ve denetimi altında zorunlu olarak okutulan din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerinin müfredatları mutlaka geliştirilmelidir.
8 yıllık temel eğitimin ilk üç sınıfındaki Hayat Bilgisi ders konularının içinde din kültürüne de yer verilmelidir. Söz gelişi, bu derste “Köyümüzü-Çevremizi Tanıyalım” ünitesi işlenirken, öğrencinin köyün veya semtin camiini, burada neler yapıldığını v.s. öğrenmesi; veya evdeki dinî davranışlar veya özel günleri algılaması ve bunların doğrularını öğrenmesi sağlanmalıdır. Böylece çocuğun öğrenime adım atışından itibaren çevresini daha bütüncül açıdan tanıması ve hızla sosyalleşmesi mümkün olacaktır.
Ayrıca eğitimin bütün kademelerinde dinin sevdirici nitelikte işlenmesi ve dinin bir amaç değil, insanı sevgi, doğruluk, adalet, dayanışma, hoşgörü ve samimiyete, sağlam bir vatandaşlık anlayışına götüren bir kurum olduğu vurgulanmalıdır. Böylece çocuk, daha başlangıçtan itibaren din kurumunu ve onu takdim edenleri, dokunulmaz, mutlaka uyulması gerekli varlıklar olarak değil, sadece doğruyu, sevgiyi, adaleti, dayanışmayı öğreten aracılar olduklarını kavrar. O zaman da onların davranışlarına göre, doğru ya da sahtelikleri hakkında bizzat karar verme gücüne kavuşur.
Kur’an Kursları: Yönetmeliği gereği ilkokulu bitirmiş veya ilköğretim çağı dışına çıkmış gençler veya yetişkinlerin devam ettiği Kur’an kursları, bugün ülkemizde sadece Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı imiş gibi görünmekle beraber, binlerce gizli ve kaçak kursun başka adlar altında faaliyetlerini sürdürdüklerini ve bunların Devlete ve Cumhuriyete hiç de yararlı eğitim yapmadığı yukarıda açıklanmıştı.
Ülkemizde geleneklerin taşıdığı bir anlayışla vatandaşlarımız, çocuklarının Kur’an-ı Kerîm’i okumayı bilmelerini arzu etmektedirler. Bu istek, çıkarlara meydan vermeden, akılcı ve ilmî usûllerle Devlet eliyle karşılanmalıdır.
Ancak burada dikkatimizi çeken bir hususa işaret etmek isteriz. Tevhîd-i Tedrisât Kanununa göre bütün “medrese ve mektepler” Maarif Vekâletine devredilip bağlandığına göre, Diyanet İşleri Başkanlığının denetiminde olsalar bile, Kur’an kurslarının da Kanun gereği Millî Eğitim Bakanlığına devri gerekli değil midir? Bize göre evet; çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı her ne kadar Atatürk o zaman Başkanlık görevini yürüten Rıfat Börekçi’nin ısrarı üzerine bu kursların yönetimini Diyanete bırakmışsa da bir eğitim kurumu ve teşkilâtı değildir.
Bunun için bu kurslar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından örgütlenmeli, işletilmeli ve denetlenmelidir. Bu hususlarda gerekli düzenlemeler yapılmalı ve konu, uzmanlarca ciddî biçimde değerlendirilmelidir. Ancak bu yolla, bu kursların millî eğitim ilkelerine karşı olmaları önlenebilir. Bu kursların öğreticilerinin de mutlaka “pedagojik formasyon dersleri” almaları sağlanmalıdır.
Sonuç olarak bu düzenlemelerle, din eğitimi ve öğretimi Millî Eğitim sistemi içinde bir bütünlük kazanabilir. Devletin gözetim ve denetimi altında ferdin ve toplumun kanunların tanıdığı haklar ve hüviyetler çerçevesinde din eğitim ve öğretimi ihtiyacı yeterli düzeyde ve lâiklik ilkesini zedelemeden karşılanmış olur. Ancak bu hususta başarılı olabilmenin en önemli şartı, “nitelikli öğretmen” konusunun, “ders kitapları ve öğretmen kitaplarının” ilim zihniyeti ve çağdaş anlayışla çözümlenmesidir. Unutmamak gerekir ki, eğitim sisteminde öğretmen yenileşmeden yenilik gerçekleşemez; eğitim kurumu ve sistemi kendini yenileyemez. Bu durum, din öğretimi için daha da önemli olduğu hususu daima hatırlanmalı ve ona göre çözümler aranmalı ve uygulanmalıdır.
3 Mart 1924 tarihin 429 sayılı kanunla kurulmuş bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, din hizmetlerini tedvire ve halkı din konusunda aydınlatmaya memur bir kamu kurumudur.
Şu anda imam-hatip liselerinden veya ilâhiyat fakültelerinden mezun olarak bu teşkilâtta görev üstlenenler, aldıkları eğitim gereği dinî geleneğin ve muhafazakârlığın öngördüğü şekilde tarihî birikimden ibaret bir din kültürü ile donanmış oldukları için, din meselelerine yaklaşımları da bu çerçeve içinde olmakta; dolayısıyla çağdaş din bilimlerinin ürünlerine pek iltifat etmemektedirler. Yüzyıllar önce ve o dönemin şartlarına göre kaleme alınmış fıkıh, kelâm, tefsir ve benzeri eserlerin kabuğu içinde, günün meselelerine çözüm üretebilmek maalesef mümkün değildir. Tarihî mirası kutsallaştırarak dinin var olan dinamizmini yakalayabilmemiz de imkânsızdır.
İşte Diyanet İşleri Başkanlığı bugün, bir kesimin varlığını tartıştığı, bir kesiminin de icraatını yetersiz bulduğu bir kurumdur. Böyle olduğu halde o, kendini üst düzeyde bir bilimsel kurum gibi görmekte ve hattâ özel TV kurma isteğinde bile bulanabilmektedir. Gelişme ve toplumsal değişmeye ayak uydurmakta bile zorlanan bir kurumun, bu tarzda boyunu aşan bir talebi, sadece toplumu geçmişin idealize edilmiş hayatı ile oyalamaktan başka bir işe yaramaz gibi görünüyor. Başkanlık, bu işlere yöneleceği yerde, camilerini ve personelini siyasetin ve ucuzculuğun etkilerinden kurtarabilirse, ülkeye en hayırlı hizmeti yapmış olur. Bunun için de bu teşkilâtın yapısı içinde üst düzeyde, meselâ din işleri yüksek kurulunda görev yapacak elemanların sadece ilâhiyat öğrenimi görmüş olmaları şartı kaldırılarak, ağırlık ilâhiyatta olmak üzere din bilimlerine aşinâ diğer uzmanlık alanlarından da mütehassısların görev yapmalarına imkân tanınmalıdır.
Türkiye radyoları dinî yayınlar açısından oldukça başarılıdır. Ancak konular salt ilmihal bilgisi olmaktan çıkarılarak dinî edebiyat mahsullerinin yorumlarına da ağırlıklı yer verilmelidir. Türk müslümanlığının vazgeçilmez isimleri olan Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaş, Ahmet Yesevî, Pîr Sultan, Kaygusuz Abdalve benzeri isimlerin eserleri, Dede Korkut, Battal Gâzîgibi din kahramanları “arkası yarın” şeklinde tekrar tekrar anlatılmalıdır. Görüşleri ve anlayışları ile dinde model insanlar olarak kültürümüze sokulmalıdırlar.
Devlet televizyonundaki haftada bir gün yapılan dinî sohbet toplantıları, seyredilmeyecek derecede kuru ve sunucusu itibariyle de itici programlardır. Din; sadece dinî günlerde okutulan ve naklen yayınlanan mevlid töreninden ibaret değildir. Televizyondaki ve radyodaki programların olayların önünde aydınlatıcı ve hattâ yönlendirici bir biçimde, işin uzmanlarınca ortaya konması; İslâm dininin süreklilik içinde değişme ve gelişmeye açık olduğu, zamanın, toplumsal şartlar ve ihtiyaçların değişmesiyle ahkâmın da pekâlâ değişebileceğinin doğrudan Kur’an ve Sünnet tarafından öngörüldüğü gibi siyasal İslâmcıları tesirsiz kılacak doğru bilgilerin ısrarla gündeme getirilmesi kaçınılmazdır.
Dinin ve dinî hayatımızın sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmesi için, yasaklayıcı ya da göz yummacı bir anlayışla değil, mutlaka doğruların cesaretle gündeme getirilip bilimin şaşmaz ölçüleri ile ele alındığı ve kamuya aktarıldığı bir anlayışın benimsenmesi gereklidir.