Yükleniyor...
İslâm medeniyeti, oniki asra yakın bir süre tutarlı bir düzen, zengin bir dünya görüşü ve müslümanların hayatlarına anlam ve yön veren bir hayat tarzı sağlamıştır. Doğuşundan itibaren hiç değilse üç-dört asır, son derece canlı ve yaratıcı bir ilim ve üretim dönemi yaşayan ve dinamik bir değişmenin ve gelişmenin öncüsü olan İslâm medeniyeti, daha sonra giderek bir durgunluk içine düşmüş, en acısı Kur’an’a rağmen oluşturulan bir kültür ve zihniyetin muhâfızı haline gelmiştir. Üstelik bu gelenek, şu son iki-üç asır boyunca, kendisine yönelik en büyük siyasî, fikrî, ekonomik ve ideolojik meydan okumalarla karşı karşıya kalmıştır.
Özellikle onyedinci yüzyıldan itibaren Batı’nın giderek güç kazanan askerî, siyasî, ekonomik üstünlüğü ve artan sömürgecilik siyaseti, müslümanları ilk defa hıristiyan Batı’nın boyunduruğu altına sokuvermiştir. Batı’nın bu meydan okuyuşu, müslümanları esaslı bir kimlik bunalımının içine itmiştir. Bu bunalım sonucu, artık birtakım sorular cesaretle telâffuz edilir olmuştur: “Acaba bugün yaşayan İslâm’da yanlış olan bir şey mi vardı?”. “Geçmişteki o anlı-şanlı zafer ve başarılara ne olmuştu?”. “Kâfir Batı tarafından yönetilen ve kanunları şeriatle belirlenmeyen bir devletin egemenliği altındaki insanların iyi müslüman olabilmeleri mümkün müydü?”. “Vahiy ile akıl, bilim ile teknoloji arasında bir çelişki var mıydı?”. “İslâm, gelişme ve ilerlemeye müsait midir?”. “İslâm hukuku tekâmüle ayak uydurabilir mi?”. “İslâm mesajı, bundan ondört asır önce dünyaya gönderilmiştir. Bu mesaj, bütün dünya ve bütün zamanlar için geçerli midir?” ve nihayet “Bu mesajın yeniden yorumlanmaya ihtiyacı var mıdır?”.
Şurası muhakkak ki, yirminci yüzyılda müslümanların siyasî kaderleri, bağımsızlık hareketlerinin sonucunda sömürgelerin tek tek bağımsızlığa kavuşmaları üzerine İslâm dünyasında birçok millî devletin ortaya çıkmasıyla değişmeye başlamıştır. Çağdaş müslüman devletlerin kurulmasıyla birlikte “İslâmî kimlik problemleri de ortaya çıkmıştır.”
Din ve devlet ilişkisi ve bu ilişkinin karşılıklı etkileri, bu ülkelerde ciddî yankılar uyandırmış ve cevap bekleyen birtakım köklü sorulara zemin teşkil etmiştir. Ancak bir çok İslâm ülkesinin daha Batı yanlısı ve “lâik bir çağdaşlaşma” tercihinde bulunmaları üzerine, İslâm’ın toplum hayatındaki yeri de tartışmalara konu olmuştur. Özellikle bu durum, İslâm’ın “devlet dinî” olması konusundaki anayasa ile ilgili tartışmalarda, İslâm’ın Arap milliyetçiliği, İslâm sosyalizmi ve benzeri millî ideolojiler üzerindeki etkisi, şeriatin hukuk sistemi içindeki yeri, eğitim sistemlerinin dinî ve lâik olarak ayrılması, özellikle kadın ve ailenin toplumdaki durumu, İslâm aile hukukunun yeniden düzenlenmesi yoluyla gözden geçirilmesi veya değiştirilmesi, ticaret ve cezâ hukuklarındaki problemler, bankacılık, sigortacılık ve faizin İslâm hukuk sistemindeki yeri gibi konularda kendisini göstermiştir.
İslâmî kimlik meselesiyle doğrudan ilgili bu ciddî, ama bu gidişle kolayca ve hemen çözümlenemeyeceğe benzeyen bu gerilim, özellikle İran’daki temeli şiî ihtilâlciliğine dayanan büyük siyasî değişikliklerde ve İslâm dünyasının birçok yerinde duyulmaya başlanan “İslâmî devlet” ve “İslâmî hayat” çağrılarında daha da açık ve belirgin bir hâle gelmiştir.
Bu gerilime çözüm yolları arayan ve “İslâm reformu”, “‘İslâm rönesansı”, “İslâmî diriliş”, “İslâm modernizmi”, “İslâm köktenciliği”, “İslâm gelenekçiliği” ve daha birçok ad altında faaliyet gösteren birtakım hareket ve görüntülerin varlığı bilinmektedir.
Müslümanların Batı çağdaşlığının meydan okuyuşuna karşı muhtelif isimler altında takındıkları tavırları gözden geçirirken, gözden uzak tutulmaması gereken hususların basında, İslâm mesajının özünün ne olduğunun son derece titiz ve hassas bir biçimde yeniden keşfedilmesi gelir.
Şurası muhakkak ki, Kur’an-ı Kerîm’in inzâli ve İslâm toplumunun oluşumu, 610 yılında başlayan tarihî bir ortamda cereyan etmiştir ve o dönemin sosyal, kültürel, ahlâkî ve dinî olguları içinde ve karşısında oluşmuştur. Bu açıdan Kur’an-ı Kerîm, doğrudan bu duruma bir cevaptır ve hattâ merhum Fazlur Rahman’ın ifadeleriyle, “çoğunlukla somut tarihî olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlâkî, dinî ve toplumsal açıklamaları içermektedir”. (İslâm ve Çağdaşlık, 74).
O tarihlerden bu yana ondört asır geçmiştir. Günümüzün tarihî, siyasî, ekonomik ve sosyal yapısındaki şartlar, önemli bazı açılardan Hz. Peygamber’in zamanındaki duruma hiçbir şekilde benzememektedir. En azından toplum yapısı değişmiş ve değişmeye devam etmektedir. Meselâ Hz.Peygamber zamanındaki toplum yapısı bütünüyle kabile esasına istinad ediyordu. Günümüzde ise sanayi ve hattâ sanayi ötesi toplum yapısının şartları içinde yaşıyoruz.
Hâl böyle iken, “Hz. Peygamber’den bu yana insanlık esas itibariyle değişmemiştir. Elbette muhtelif değişmeler vuku bulmuştur; ancak bunlar hep aşağıya doğru olumsuz değişmelerdir. Aslında insan karakterinde herhangi bir gelişme ve ilerleme olduğu söylenemez” şeklinde özetlenebilecek dar ve katı geleneksel anlayışı savunanlar için yeni problemlerin varlığından söz edilmemelidir, çünkü İslâm şeriatinde açıklanmış ve ulemâ tarafından belirlenmiş kaideler ve esaslar nihaî çözümlerdir.
Bu görüşleri savunarak gayet belirli bir şekilde cereyan eden ve etmekte olan toplumsal değişmeyi görmezlikten gelip, asırlardır şu veya bu yolla oluşturulmuş bulunan bir kültürü görünüşteki mânası ve şekli ile uygulamakta ısrar etmek, dinî tefekkür ve duygunun dumura uğradığının endişe verici bir tezahürüdür. Ve herşeyden önce Kur’an-ı Kerîm’ in toplumsal ve ahlâkî gaye ve hedeflerini bir kenara koymak demektir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an, Hz. Peygamber’in zamanındaki ahlâkî ve içtimaî problemlere ve özellikle o dönemde ticaretle uğraşan Mekke toplumunun meselelerine ilâhî bir cevaptır. O halde “değişim” veya “değişme” dediğimiz hâdisenin temellerini ve özelliklerini, kendi tarihî toplumunda ve arka plânında çok yönlü sosyal, kültürel, ahlâkî ve ekonomik boyutları içinde yakalamalıyız.
Şüphesiz çağdaş bir araştırıcı, Kur’an’a eğilmesi durumunda, daha ilk âyetlerden itibaren onların tarihî ortamını ve çözüm getirdiği meseleyi iyice araştırarak taşıdığı önemi ve anlamını kavramaya çalışmak zorundadır. Onun için de önce Kur’an’ın nâzil olduğu çevreden daha geniş çevreleri, toplum, din, âdet ve kurumları tanımalı ve değerlendirmelidir.
Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen âyetleri ve sûreleri, açıkça ve toplumun hayatî meselelerinin şirk (puta tapma), fakirlerin sömürülmesi, ticarî ve toplumsal ahlâksızlık ve topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu gösterir. İslâm’ın beş temel şartı bile sosyal adaleti ve insanların eşitliğine dayalı bir toplum kurmayı hedeflediğinin özetidir.
Bu toplum nerede ve nasıl kurulacaktır? Elbette Kur’an’ın nâzil olduğu tarihî toplumda. O halde bu toplumun yapısını her açıdan değerlendirmek, Kur’an’ın mesajındaki arka plânı görebilmek için şarttır. Bir kere o günkü Arap toplumu, kabile esasına dayalıdır. İster yerleşik, ister bedevî olsun, temel yapı budur. Ancak, Kur’an, kabileci toplumun vazgeçemediği değerler olan asâlet, soy, neseb ve şerefin ölçü kılındığı bir toplum değil, insanların eşit görüldüğü, fakirlerin sömürülüp yağmalanmadığı, tek ve herşeye hâkim olan Allah’a îmanın ve takvânın üstünlüğünü yaşayan, şirk ve ahlâksızlıktan arınmış bir toplumun oluşmasını istemiştir.
Onun bu talebi, esas itibariyle, Hz.Peygamber’in önderliğinde ve otoritesi altında yirmiüç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere muvâzî olarak ortaya konmuştur. Neticede de, birkaç yüzyıl içinde, tam anlamıyla model bir îman, ahlâk ve ilim toplumu oluşturulmuştur.
Hz.Peygamber’in vefatından sonra, ilk halifeler ve ilk İslâm cemâatı döneminde, Kur’an ve “Nebevî Sünnet”in yorumları, Kur’an’ın dinamik mesajına uygundur. Ancak ilk iki halifeden sonra başlayan talihsiz iç savaşların doğurduğu bezginlik, umutsuzluk, hayal kırıklıkları ve bana göre galiba en kötüsü, düzensizliğin dini yok edeceği korkusu, Hz.Peygamber’in sünneti de dâhil sahâbe tarafından yapılmış yorumlardan örülü bir kültürün resmen yanılmazlık ve hatâsızlık inancına dönüşmesini intâc etmişti.
Esasen o günkü toplumun, Kur’an’ı hukukî ve siyasî yapının temeli olarak görme iddiasına geliş anlamında sünnetin, daha sonraları Kur’an’ın önüne geçirmelerinin sebebini anlamak pek zor olmasa gerektir. Bir kere Arabın bedevî hayat tecrübesi, hayatın değişmezliğini son derece önemli bir mevkie yükseltir. Bu durum, herşeyden önce güven ve emniyetin, düzen ve huzurun ancak ecdâdın sünnetini takip ile mümkün olabileceği anlayışından doğmuştur. Şüphesiz Arap göçebeleri ve kabileleri değişimin farkında idiler. Bir kere kabileler gelişmiş, sayıca çoğalmışlardı. Bahtları veya bahtsızlıkları yaşamışlar ve bazen de müştereken kaybolmuşlardı. Ancak bu nevi değişiklikler, hayatın esasta değiştiği anlamına gelmiyordu. Bu bakımdan “babaların”, “ataların” daima yaptıkları gibi yapmak ve onların izinden ayrılmamak daha iyi idi; çünkü bu, pek çok durumda, tatminkâr sonuçlar vermişti. Dahası Arabın yaşadığı coğrafyası ve iklimi belirsizliklerle dolu idi. Çöl hayatının muhtemel sonuçları önceden tahmin edilemezdi. O kadar ki, göçebe titiz plânlar yaparak felâketten kaçınamazdı. Kader ne yazmışsa onu kabule hazır olmalıydı. Böyle bir durum, sünneti takip etmeyi en sağlam tercih kılıyordu. Şimdi de Kur’an’ın göz kamaştırıcı parlak mesajının üzerinden çok zaman geçmeden doğan düzensizlikler karşısında, tekrar sünnete sarılmayı yeğ tutmuştu. “Fitne ateşten beterdir” anlayışı, oluşmuş bulunan sünnet kültüründeki dinin özü ile doğrudan tarihî olan meseleleri birbirinden ayırmaya gerek görmeden, tamamı kutsallaştırılarak itikadî alana sokuldu. Bu ise, tarihin kutsallaştırılması ve dokunulmazlık zırhına büründürülmesi demekti. Dahası bu durum, daha sonra ortaya çıkmış ve çıkacak itikadî ve hukukî gelişmelerin, inancın bir parçası haline getirilmesi gibi, ciddî bir mahzuru ortaya çıkardı.
Oysa İslâm tarihinin ilk dönemlerinde gerek sahabe gerek tabıûn dönemlerinde cereyan etmiş hâdiselerde, tarihin dokunulmazlık zırhına rastlanmaz. Hattâ onlar Kur’an’ın nasıl bir insan, nasıl bir toplum istediğini derinden kavramış olduklarından ve galiba en önemlisi de inzâl olduğu dönemin tarihî mîrasını müşahede ettikleri için, kendilerini oldukça rahat ve güvende hissetmişlerdir. Onun için de Kur’an’ın buyruklarını kendi dönemlerinin şartlarına uygun bir biçimde serbestçe yorumladılar ve bundan dolayı da İslâm mesajının engin feyz ve bereketini gördüler, gösterdiler. Bu yorumları yaparken, onlar ne “dini tahrif” ediyor ne de “kalıplaşmış bir sünnet” fikrine demir atıyorlardı.
Meselâ Kur’an’da zekât vermeyenler için bir “had” tayin edilmiş değildir. Buna rağmen ilk halife Hz.Ebû Bekir, zekât vermek istemeyen kabilelere karşı, sahâbenin bir kısmı karşı çıkmış ise de “dine dönmelerine” yani tekrar zekât vermeyi kabul etmelerine kadar savaştı; çünkü zekât, ona göre, sadece şahsî değil toplumu doğrudan ilgilendiren bir ibadetti. Yine meselâ Hz. Ömer’in, Kur’an’da hırsızlık suçu için emredilen “el kesme” cezâsını, kıtlık yılında uygulatmaması, “müellef’e-i kelûb”a verilen hisseleri lağvetmesi; fâtihlere fethedilen arazinin dağıtılması ile ilgili uygulamaları; ve daha nice kararı, onun re’sen Kur’an’ın ve Hz.Peygamber’in sünnetinin özüne dayalı olarak yaptığı serbest yorumlardır. Meselâ Hz. Osman’ın Hac esnasında Mina’ da seleflerinin aksine namazı iki yerine dört rek’at kıldırışı ve yine seleflerinin icraatıyla uzlaştırılamayacak pekçok uygulaması, içinde bulunduğu şartların zorladığı yorumlardır. Hz. Ali’nin de Cemel sonrası ganimetlerin taksimi ile ilgili uygulamasına, seleflerinin ve Hz.Peygamber’in sünnetlerinde yer bulmak mümkün değildir; ama icraatı Kur’an’ın ve Nebevî Sünnet’in ruhuna ve özüne uygundur.
Bu hususlarda sayısız denebilecek zenginlikte örnekler vermek mümkündür. Onlar bu nevi uygulamaları, eğer şartlar gerekli kılmışsa kaldırmışlar ve bunu yaparken de dinin özüne uygun davrandıklarına inanmışlardır. Acaba bugün de, onların zengin tarihî mirası da değerlendirilerek Kur’an’ın özüne giden yolları izlenemez mi? Ve yine Kur’an yeniden keşfedilerek içinde bulunduğumuz şartlara göre cesaretle ve serbestçe yorumlanamaz mı?