Yükleniyor...
1976 yılında TÖRE Dergisinin 63. Sayısında yayımlanmıştır.
Geçen yazıda ele aldığımız atın dişleri, cisimlerin düşüş hızı, dünyanın hareketi ve Lizenko olayı misallerini inceleyerek skolastik metodun özelliklerini tespite çalışalım. Bu dört olayda da deney ve gözlemden, vakıadan kaçış hâkimdir. Atın dişlerinin sayılmasına karşı direnilmiş; Aristo’dan Galile’ye kadar özellikleri aynı fakat ağırlıkları farklı cisimleri atıp düşüş hızlarını ölçmek düşünülmemiş; Galile yargılanırken astronomi gözlemlerinin hakemliğine başvurulmamıştır. Lizenko olayında ilim adamlarının yüzlerce makalesi, biyoloji ve tarım araştırmaları bir kalemde «burjuva» dabmasını yemiş, gözler vakıaya kapanmıştır. Buna karşılık atın neden 28 dişi olacağının, ağır cisimlerin neden hızlı düşeceğinin, güneşin neden dünya etrafında döneceğinin ve uygun şartlarda yetiştirilen buğdayın neden çavdar olacağının hep mantıklı izahları vardı! Meselâ, «Ağır cisimler hafiflerden hızlı düşer.» iddiası mantıklı, fakat deneye gözleri kapalı bir kafadan çıkabilir. Yine dört misalde de şüphe edilmeyen otoriteler vardır. At ve düşen cisimlerde otorite Aristo, gezegenlerde Aristo ve Ptoleme, çavdar olan buğdayda ise Marks ve Engels’-dir. Nihayet, her dört misalde de meseleler, bu otoritelerin genel hükümlerinden hareketle ve mantık kullanılarak çözülmeğe çalışılır. Keşfedilecek, anlaşılacak, yeni ve mühim şeyler yoktur. Genel esaslar otoritelerce zaten söylenmiştir. Yapılacak iş, onların veciz genel hükümlerinden hareketle, karşılaşılan özel meseleleri, teferruatı halletmekten ibarettir. Ortaçağ Avrupası’nın teslim olduğu Sokrat ve Eflâtun fikirlerine göre zaten, «Güneşin altında yeni bir şey yoktur!». Bütün bilgiler insanda doğuştan mevcuttur, insanoğlu bilebileceği her şeyi doğuştan bilir; ancak bu bilginin şuurunda değildir. Gaye, bu «a priori» bilgiyi mantıkla şuura çıkarmaktan ibarettir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları da benzer bir ruhla hareket ederler. «Komünist Manifesto»da da, «Kapitalde de «değerin emek teorisi», «tarihi sınıf kavgasının belirlediği» gibi temel hükümler bile tarih ve sosyolojiye dayanılarak ispatlanmaz. Ta başta, şüphe edilmez hakikatler olarak vaz edilirler. Sonra okuyucunun bu kati gerçekleri daha iyi anlayabilmesi için lütfen misaller verilir. Tabiî bu misaller, karmaşık bir insanlık tarihinden – aslında Marks sadece Avrupa tarihini bildiği için yalnız Avrupa tarihinden – cımbızla bulunup çıkarılır. Son safha, bu seçme misallerin, tezi tam destekleyecek yanları vurgulanarak kaleme alınmasıdır. /
Bu akıl yürütme usulüne, yani genel hükümlerden özel neticeler çıkartmaya, tümdengelim (dedüksiyon) denir.[1]
O halde skolastiğin özelliklerini şöyle toparlayabiliriz:
değil, mantığa dayanmak.
Bu üç özellik birbirinden bağımsız değildir. Sadece otoriteye bağlı ve vakıaları görmeyen bir kafa, kendiliğinden tümdengelimci olur. Benzer şekilde, tümdengelimcilik ve bir otoriteyi benimseme, giderek, vakıalardan kopmayı ve safî mantığa bağlanmaya yol açar. Nihayet, vakıalardan kopan ve tümdengelimi benimseyen bir mantık da kendi otoritesini arayıp bulacaktır.
Skolastiğin üç ana özelliği hemen bazı ikincil (sekonder) özellikleri doğurmuştur. Vakıalara dayanmamak, deney ve gözlemden kaçış, skolastik kafada bir nevi şizofreni yaratır. Tıp terimi olarak şizofreni (akıl bölünmesi), gerçekle ilginin kopmasını ifade eder. Dış dünyadan gelen tesirlerle bir şizofrenin gösterdiği tepkiler arasında akıllı bir bağ yoktur. Halk arasında «erken bunama» denilen bu hastalığa yakalananlar meselâ denizde yürümeye, karada yüzmeye kalkabilirler… Yukarıdaki misallerde atın dişleri görüldüğü ve sayıldığı halde hâlâ Aristo’yu savunup, «Belki at yanılıyor…» saçmalığına kadar gitmek; Piza Kulesinden düşen taşlan gördükten sonra gözlerine inanamamak, hep şizofreniye paralel davranışlardır. Lizenko olayında tam 27 yıl buğday çavdar olmamış, şarlatanların elindeki SSCB tarımı halka açlık ve kıtlık çektirmiş, fakat liderler tarım ve biyolojideki şizofreniden ancak Hrutçof’dan sonra kurtulabilmişlerdir. Tıbbî şizofrenle skolastik şizofren arasında önemli bir fark varsa o da birincinin elinde olmadan, İkincinin ise bile bile vakıalardan kopmasındadır. Mantığa dayanmanın sebep olduğu ikinci özellik, tabiatı basit görme eğilimidir. İnsan mantığı basit ve kısa izahları sever. Bu mantığın tabiî bir eğilimidir. İlim de, karışık tabiat olaylarını izah etmek için mümkün mertebe basit kanunlar bulmağa çalışır; aynı olayın biri karışık, biri basit iki izahı varsa basit olanı seçer… Fakat bu arzuyu vakıalara dayanarak gerçekleştirmeğe uğraştığı için mantığın tabiî basitleştirme eğilimi ilimde yıkıcı olmaz. Vakıaya dayanmanın sağladığı emniyet skolastikte yoktur. Olaylar saçmalaşıncaya kadar basitleştirilebilir. Eski Yunanlıların bütün tabiatı su, hava, ateş ve toprak olmak üzere dört elemanla izaha çalışmaları bu cins bir basitleştirmedir. (Bugün fizik, 103 eleman tespit etmiştir.) Jenler – mütasyon – tabiî seçim süreci ilmin tespitidir ve skolastik Marksizm’in iddiası olan Lizenkoculuk, yani çevrenin kalıtıma tamamen hâkim olacağı tezinden daha karışıktır. Bilimsel sosyalizmin diyalektik mantığının bütün olayların temelinde iki unsurun çelişkisinden ibaret bir mekanizma bulmağa çalışması; tarihî maddeciliğin bütün sosyolojiyi iktisatla (üretim ilişkileriyle), bütün tarihi sınıf kavgasıyla izaha çalışması; birbiriyle karmaşık münasebetler içinde bulunan cemiyet müesseselerini kolayca alt yapı – üst yapı diye ikiye bölüvermesi hep skolastik basitleştirme zorlamasının sonuçlarıdır.
Yanılmaz otoriteler kabulü, skolastiği otoriter olmağa zorlar. Skolastik kafa, inandığı otoritenin tenkit edilmesine, ondan şüphe edilmesine tahammülsüzdür. Tenkitçi ve şüphecileri cezalandırmak, elinden gelirse yok etmek ister. Nitekim skolastik metodun hâkim olduğu rejimler sevgili otoritelerinin manevî şahsiyetlerini koruyacak çok maddî ve tesirli ceza rnekanizmalarını zaman kaybetmeden kurmuşlardır. Avrupa ortaçağında bu otoriteyi ve ceza dağıtma görevini kilise ve onun engizisyonu yüklenmişti. Marksist markalı skolastik rejimlerde kilisenin yerini komünist partisi, engizisyonun yerini de devletin gizli – açık polis teşkilâtı ve önce karar verip sonra yargılayan mahkemeleri almıştır. Galile’yi hapseden, Vavilov’u öldüren hep bu özelliktir.
Nihayet, vakıalara dayanmak ve otoritecilik özellikleriyle birleşen tümdengelimcilik, skolastiğin iyi bir izahçı, fakat kötü bir tahminci olmasına yol açar. Otorite ve safî mantığa dayanılarak çok güzel ve uzun izahlar yapılabilir. Meselâ maddenin neden atomlardan meydana geleceğinin izahını eski Yunan felsefesinde bulabilirsiniz. Neden atomlardan meydana gelemeyeceğinin izahını da bulabilirsiniz: Eğer madde atomlardan teşekkül etmişse bu atomları birbirinden boşluk ayıracaktır. Boşluk ise yok’tur; hiç’tir. Hâlbuki yok iki şey arasında sınır olmaz. O halde madde sürekli olmak mecburiyetindedir. Bu lâflar ilim değil, beyin jimnastiğidir. Bu jimnastiğin ustaları her siparişe uygun izahlar yapabilir; fakat hiçbir şeyi tahmin edemezler. Bilimsel sosyalizmde de durum aynıdır. 1960’larda ABD ve SSCB uzayda yarışırken Rusya’nın her başarısı bilimsel sosyalistlerce «Bilimsel ideoloji sahibi bir toplumun bilimde başarılı olması olağandır.» diye başlayan gayet mantıklı izahlarla karşılanıyordu. ABD’nin başarıları ise, «Proleter toplumların ve işçi sınıfının sırtından, bu zavallılar sömürülerek, uzay gayet tabiî fethedilir… Fakat sosyalist toplumlar önce halklarının karınlarını doyurmayı düşünür.» mantıklı izahı ile hallediliyordu. İş öyle bir hal aldı ki aya ilk adamı SSCB de indirse ABD de indirse yine bilimsel sosyalistlerimiz haklı çıkacaklardı. Her iki şıkkı da rahatlıkla izah edebiliyor, fakat doğru dürüst bir tahmin yapamıyorlardı. Bir meselede bütün ihtimalleri izah etmenin aslında hiçbir şeyi izah edememeye eşdeğer olduğunu daha önce görmüştük.
TÜRKİYE’DEKİ SKOLASTİK
Türk aydını, skolastik’i kelime olarak iyi bilir. Ona bu ismin dışında «gericilik», «ortaçağ kafası», «örümcekli kafa», «irtica» gibi ilgi çekici isimler de vermiştir. Ancak skolastiğin belli bir fikir değil, bir metod, dünyaya bir bakış tarzı olduğunu bir türlü anlayamamış; Avrupa ortaçağındaki skolastiğin kilisesini ve engizisyonunu görerek «ortaçağ kafası» dediği nesnenin ille dinle bir ilgisi bulunması gerektiğini sanmıştır. Diğer taraftan, skolastikle ilmin zıtlığını da hayal meyal kavramış, fakat ilimden, ilim metodundan habersiz olduğu için «bilimsel» kelimesinin peşinden sürüklenerek yeni bir skolastisizmin kucağına düşmüştür. Gericilikle, ortaçağla kavga ede ede yaşayan bu kalabalığın giderek skolastiğin «yılmaz savaşçıları» haline gelişi 20. asır Türkiye’sinin dramıdır.
Türkiye’de dindarlık iddiası taşıyan skolastik tipler yok mudur? Şüphesiz var… Biz bunlara – her Müslüman da bulunan tabiî ümmet sevgisiyle karışmaması için – siyasî ümmetçiler diyoruz. Fakat bu kafalar, memleketimiz için 20. asrın ikinci yarısında doğrudan bir tehlike teşkil etmekten çok uzaktır. Ancak aşağıda ele alacağımız «ilerici» skolastikleri diri tutmak, onların kuşkularına bir sebep teşkil etmek suretiyle dolaylı bir tehlike yaratmaktadırlar.
Siyasî ümmetçi skolastiğin Türkiye’de işi zordur. Çünkü İslâm dini, katolik hristiyanlığın aksine, skolastiğe kapalıdır. Katoliklikte fertle Tanrı arasına bütün heybetiyle Papalık ve kilise teşkilâtı girmiştir. Cennetin anahtarı endülüjansa kadar bütün manevî kozları elinde tutan bu teşkilât, skolastiğin otoritesini ve otoriterliğini tesise amadedir. İslamiyet de böyle mutlak hâkim bir ruhban sınıfı esasta mevcut değildir. Tam aksine, kulla Allah arasına kimse giremez; günah – sevap defterine hiçbir fâninin hariçten şerh düşme hakkı yoktur. Katoliklik, bütün hakikatlerin kendisinde gizli olduğunu iddia edebilir. Dolayısıyla vakıadan kopma, mantığa ve tümdengelime dayanma özelliklerine açıktır. İslamiyet de ise, «İlim Çin’de bile olsa…» gidip bulmak emredilmiştir. İlmin yalnız tefsirle değil, fiilî araştırmayla elde edilebileceği İslâm’ın açık telkinidir. Geçen yazıda naklettiğimiz İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye atfedilen hikâye, İslam’ın vakıaya, deney ve gözleme dayanma anlayışını kuvvetle vurgular.
Bu vasıfları İslâm’ı skolastiğin üç özelliğine de kapalı tutar. Avrupa ortaçağını yaşarken İslâm dünyası bu anlayışla maddî manevî bütün sahalarda parlayabilmiştir.
Hal bu iken, İslâm’a dayalı skolastik bir sistem kurma çabasındaki siyasî ümmetçiye, İslâm kisvesi altında katolik zihniyetini telkinden başka açık kapı kalmamaktadır. Nitekim, endülüjans anahtarına kadar «tam tekmil» bir otorite merkezi, bir Papalık tesisine çalışılmaktadır. Kendi kendini Bedir Muharebesi Başkumandanlığına tayin eden düzenbazlar türemiştir. Propagandasını yapmayanlara, kendisine oy vermeyenlere müminlik yolunun kapanacağım ilân eden sapıklar vardır.
Bütün cemiyetlerde belli bir oranda sapık bulunması tabiîdir. Her toplulukta nasıl belli bir yüzde nispetinde idiyot, astımlı, mongoloid veya romatizmalı varsa, belli bir yüzde nispetinde de sapık ve fanatikler bulunacaktır. Tehlike, bunların uğruna bütün bir memleketi yakmak, bütün dikkatleri bu fanatikler üzerinde toplayıp diğer skolastikleri görmemezlikten gelmektir. Özellikle milletler mücadelesinde, fikir sistemleri savaşının devletimize yönelen silâhlarıyla bu zavallıları aynı kefeye koymaktır… Tehlike, «Makineli tüfeğe de teşbihe de karşıyım» budalalığındadır.
Bugün siyasî ümmetçi skolastikler, İslâm kisveli katolikler, siyaset alanında gerçek güçlerinin üstünde bir netice sağlayabilmişlerse bunun tek sebebi var: Aşağıda inceleyeceğimiz «ilerici» skolastiklerin irtica ile savaş saplantısıyla dine, İslâm’a kadar uzanan saldırıları. Bazan fiilî tecavüz, bazen de – maneviyatı fiilî tecavüzden çok yaralayan – istihza küfrü!
Gerçekte skolastiğin dinle, hele İslâmiyet ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Vakıalardan kopuk bir mantık, otoriteye dayanmak ve düşünce usulünde tümdengelimin tekelinde kalmak, savunulan tez ne olursa olsun, bir insanı skolastiğe teslim etmek için yeterlidir. Skolastikle dinin ilgisizliği, din düşmanı Marksizm’in skolastiğin en güzel örneklerinden biri oluşu bu tezimize kâfi delildir.
Türkiye’de skolastiğin en açık tezahürleri de bilimsel sosyalistlerden gelmiştir. 12 Mart öncesinde Türkiye İşçi Partisinin hâkim fraksiyonu ile millî demokratik devrimci (MDD) Mihri Belli fraksiyonu arasında geçen «bilimsel» münakaşayı misal olarak alabiliriz. Çeşitli sebeplerle MDD gençlik arasında TİP’ten daha başarılı olmuş, TİP’e de işçi-köylü arasında çalışacağını ilân etmek düşmüştü. Bu durumda TİP, hemen, bilimsel sosyalist otoritelerden şu tefsiri yaptı: «Bilimsel sosyalizm proleter sınıfının felsefesidir. Faaliyet alanı proleteryadır. DMM’ciler Marks – Engels – Lenin’in bu açık hükmünü hiçe sayıp burjuva kökenli üniversiteliler arasında çalışmakta, buradan topladıkları taraftarlarla bize yüklenmektedirler. Bu hareket Marks – Engels – Lenin’e aykırıdır; dolayısıyla yanlıştır ve başarılı olmayacaktır.» Mihri Belli’nin TÎP’e verdiği cevap ise mealen şöyleydi: «Evet; bizim gençlerimiz burjuva kökenlidir. Devrimci sosyalistleri coplayan toplum polisi ise proleter kökenli… Bu durum Marks – Engels – Lenin’e aykırıdır. Marks – Engels – Lenin yanılmayacağına göre bu işin bir başka izah tarzı olmalı.» Ve mantıklı izah tarzını da buldu: «Bir insanın hangi sınıftan olduğu kökenine değil, attığı adıma, davranışına bağlıdır. Üniversiteli, burjuva kökenine rağmen proleter felsefesini benimseyip o felsefeye göre hareket ediyorsa, o, proleterdir. Toplum polisi kökenine rağmen kapitalist düzeni savunuyorsa, o, proleter değil, kapitalisttir.»!!!
Bu münakaşadaki skolastik unsurların tespitini bir alıştırma olarak okuyucuma bırakıyorum…
Türkiye’de siyasî ümmetçilerin ve bilimsel sosyalistlerin dışındaki «ilerici» skolastikler yakın tarihimizin ürünleridir. Bunları bir sınıflamaya tabi tutmak zordur. Tanıdıkları otorite bakımından «batıcılar», «Atatürkçüler», «Kitle haberleşme vasıtacılar» gibi gruplardan bahsetsek bile bunların çoğu zaman aynı şahısta iç içe bulunduğunu görürüz. Bu iç içe bulunabilme kaydıyla, saydığımız üç grubu inceleyelim:
Batıcıların otoritesi, etiketlerinden de anlaşılacağı gibi batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. İmparatorluğumuzun batı karşısında gerileyişinin ve çöküşünün sebep olduğu aşağılık duygusu, Osmanlı’nın son devirlerinden günümüze kadar birçok aydını, vakıayı anlamadan batıya hayranlık duymaya ve taklide itmiştir. Burada vakıa, batının kalkınması ve kalkınmanın sebebi iken bu incelenmemiş, gözden kaçmış; yerine, kalkınmanın bazı neticelerini (sebeplerini değil) taklit yoluna gidilmiştir. Sonra bu neticelerin neden kalkınmaya sebep olacağı tam bir kilise babası ustalığıyla izah edilmiştir. (Değerli Türk Milliyetçisi ve ilim adamı Prof. Dr. Mümtaz Turhan birçok eserinde, özellikle «Garplılaşmanın Neresindeyiz?» kitabında aydınlarımızın bu tutumunu çok güzel tenkit eder.) İktisat anlayışında bu taklit önce (19. asır başında, Koca Reşit Paşa zamanında) Adam Smith tipi bir liberal kapitalizm şeklinde belirmiştir. Smith’i baş tacı eden kadrolar Türkiye’de henüz sanayi kapitalinin bulunmadığını görememişlerdir. Daha sonra ve günümüzde aynı taklit bu sefer sosyalizme yönelmiştir. Bu grup, batılı gibi davranmak, batılı gibi müzik yapmaktan II. Meşrutiyet batıcısı Abdullah Cevdet’in Avrupa’dan damızlık erkek getirmek teklifine kadar varan bir tayf yaratmıştır. Daha birkaç yıl önce, Türkiye’de Başbakanlık yapmış bir zat (Nihat Erim) yabancı bir gazeteye, «Memleketimde Almancadan başka dil bilmeyen, Bavyera tipi deri pantolonlar giyen Türk çocukları görüyorum. Bu fevkalâdedir; Türkiye büyük bir değişme içinde!» fikirlerini söylerken bayağı heyecanlanıyordu… İslâm kültürü batının antitezi olarak görüldüğü için Türkçedeki doğu menşeli kelimelere karşı savaş açılmış; buna karşılık «öztürkçe» adı altında batı dillerinden kelime ve kaide ithaline girişilmiştir. Yalnız Türk-İslâm kültürü değil, İslâmiyet’in kendisi de onlarca anti-batı olduğundan, batıcılar dine cephe almada başı çekmişlerdir.
Batıcılar «Hangi Batı?» sorusuna tam bir cevap veremezler. Her biri en çok tanıdığı veya talebelik veya başka vesilelerle ziyaret ettiği batı ülkesini otorite kabul eder. Birkaç nesil önce moda otorite, Paris’in fakir talebe muhiti, Lâtin kesimi idi; bugün daha çok ABD’nin tenkitçi üniversite talebesi muhitleri otoritedir. Bu muhitlerin kendi düzenlerini tenkidi bizim batıcılarımızda bu sefer acayip bir ikilik yaratmış, kültürde, davranışta, dilde batının kölesi olanlar aynı anda gözü kapalı birer batı düşmanı kesilmişlerdir. Onların ABD düşmanlığının aslında ABD’lilerin kendi düzenlerini tenkitlerinin; Fransa, Almanya vs. düşmanlıklarının, bu memleket tenkitçilerinin kendi kendilerini veya birbirlerini kınamalarının maymunca bir taklidi olduğunu anlarsak, görünürdeki tenakuz çözülür. Kendisi de bir batı ideolojisi olan bilimsel sosyalizm Rusya ve Çin’in soğuk harp silâhı olduktan sonra batı düşmanı batıcılara yeni bir cephe açıldı…
Batıcılar, Atatürk’ün de kendilerinden olduğunu savunurlar. Onun, «batı medeniyeti»ni benimsediğini ileri sürerler. Hâlbuki Atatürk dikkatle «batı medeniyetini» değil, «muasır medeniyet» demiş ve medeniyet demiştir. Gökalp’i biraz okumuş bir yarı aydın bile onun medeniyetle harsı (kültürü) nasıl titizlikle birbirinden ayırdığını görür. Atatürk ise Gökalp’i herhalde çok iyi biliyordu.
Batıcı skolastiğin vakıalara kapalı kafasını Milliyetçi Hareket’in düşmanları akıllıca kullanmaktadırlar. Ülkücülere karşı girişilen propaganda saldırısından sık sık başvurulan bir usul, hücumu batı’dan getirmektir. Bunu gerçekleştirmek için ya batıda Milliyetçi Hareket aleyhine demeç verebilecek bir politikacı bulup onun söylediklerini «Almanlar diyor ki…» edasıyla manşete geçer veya Türkiyeli bir yazarın batıdaki bir gazeteye yazı yazmasını sağlayıp sonra da o yazıyı tercüme ve iktibas ederler. «Frankurter Algemeine diyor ki…» veya «The Sun şöyle yazdı…» tipi tercüme iktibasların arkasında umumiyetle yerli bir* Milliyetçi Hareket düşmanı yazarın önce batı dillerinden birine çevrilmiş bir yazısı vardır. Diyen de, yazan da aslında o anda İstanbul veya Ankara’da oturan bir adamcağızdır. Milliyet gazetesinin Türkçe yazarken «Sami Kohen» İngilizce yazarken «Sam Cohen» imzalı yazan buna tipik bir örnektir. Aynı adam aynı yazıyı Türkiye’de ve Türkçe yazsaydı batıcı skolastik ondan şüphe edebilirdi. Ama «Batı bizi böyle görüyor!» klişesinin yanılmazlık garantisi altında büyük hakikatlerin tercümelerini huşû içinde okurlar. Onların kafasında «Kaale Aristo!» şimdi «Kaale batılı» olmuştur.
Batıcı skolastik zihniyetin diğer bir tipik tezahürü, Türk Milliyetçilerini faşist veya nazi sanmalarıdır. Vakıaya kör olan skolastik kafa yapıları Milliyetçi Hareket’i anlamalarına engeldir. Şöyle düşünürler: «Ben sosyalistim. Bu batıya uygundur. Orada da sosyalistler görmüştüm. Öteki kapitalist. Bu da uygun. Batıda da kapitalistler var. Peki, bu ülkücüler ne oluyor? Türk Milliyetçisi mi? Olamaz! Ben batıda Türk Milliyetçisi görmedim. Ama orada Naziler, Faşistler var (veya bir zamanlar varmış). O halde bunlar kapitalist ve sosyalist olmadıklarına göre herhalde (ve muhakkak) nazi- o da değilse faşisttirler.»
Skolastiğin üç temel özelliği açısından batıcıları incelersek:
Bir diğer Türkiye tipi skolastiğe «Atatürkçü» diyoruz. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminden ayrı bir Atatürkçülük düşünmek saçmadır. Türk Milliyetçileri «Atatürkçü» değildir ama Atatürk bir Türk Milliyetçisidir. Atatürk’ün gayesi Türk Milleti’nin ebedî bekasıdır. Bu gayeye varmak için benimsediği metod da ilim metodudur. O’nun Altı Ok’u, yaşadığı çağın Türk Milliyetçiliği doktrinidir. Dokuz Işık’ın, Türk Milliyetçiliğinin Türkiye’nin bugünkü şartlan için tespit ettiği doktrin olması gibi…
Türk Milliyetçiliğinin, dolayısıyla Atatürk’ün metodunun ilim olduğunu O, «Hayatta hakikî mürşit ilimdir» sözüyle vurgulamıştır. Bizim skolastik Atatürkçülerimize göre Mustafa Kemal’in bu sözü bir tevazu eseridir. Doğrusu, «En hakikî mürşit benim» olmalıydı. Aslında Atatürkçü skolastikler bu sözle bile Türk Milliyetçiliğine varabilirlerdi. Eğer ilim metodunu, vakıayı yakalamayı başarabilselerdi… O zaman, Atatürk’ün gayesiyle Türk Milliyetçilerinin gayesinin, metoduyla Türk Milliyetçilerinin ilim metodunun intibakını görecek ve Türk Milliyetçiliğine geleceklerdi. Onlar bu zahmetli usule de başvurmamışlar, tam bir ortaçağ Avrupalısı kafasıyla Atatürk’ün hayatı boyunca sarfettiği sözlerin tefsiriyle uğraşmışlardır. Atatürk, o dediği sözü neden söylemiş; o yaptığını niçin yapmıştır? Bu soruların doğru cevabı vakıayı yakalamak, dolasıyla skolastikten kurtulmak olurdu. Kendilerine Atatürkçü diyenler bir mesele, bir vakıa karşısında Türk Milliyetçiliğinin gayesine dayanan bir hedef tayini ve bu hedefe gidişe ilim metoduyla bir yol arama yerine Atatürk’ün sözlerine ve onun yaptıklarının tefsirine başvururlar. Kafalarında Aristo’nun yerini Mustafa Kemal almıştır. Bazen şaşırırlar. Çünkü Atatürk hem «Yurtta sulh, cihanda sulh», hem «Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz» demiştir. Skolastik kafa şimdi ne yapsın? Yapabileceği Abelard’ın «Sic et Non»u («Evet ve Hayır»ı) gibi bir çetele tutmaktan ibarettir. Bir kumandanın, bir devlet adamının sözlerini, sebeplerine inmeden uygulamaya kalkışmak ne kadar yanlışsa, hareketlerini anlamadan taklit de o derece yanlıştır. İlmi metod alan Mustafa Kemal, belki bugünün değişik şartlarında dün yaptığının tam tersini yapardı… Fakat vakıadan kopuk mantık, otorite kara sevdalısı ve dedüksiyon tekelindeki kafalar bu elâstikiyeti gösteremez.
Söylediklerimizin bir misali, Atatürkçü skolastiklerimizin eski adıyla «irtica», yeni adıyla «gericilikse karşı bitmeyen savaşlarıdır. Hilâfete karşı sürdükleri büyük mücadeleyi de unutmamak lâzım. Cumhuriyet, altı asır hükmeden bir hanedanı, altı asır süren bir imparatorluğu sona erdirmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, altı asırlık bir hâkimiyetin yerine oturmak üzere geldi. Bu gelişin, bu oturuşun kolayca ve zahmetsiz olabileceğini düşünmek muhakkak ki akıl kârı değildir. Osmanlı, hanedanıyla olmasa bile manevi hâkimiyetiyle genç Cumhuriyet’e karşı direnecekti ve direndi de… 1920’lerin Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ile mücadele etmek zorundaydı. Bu mücadeleyi verdi ve başardı. Osmanlı kaybetti; Cumhuriyet kazandı. Daha 10. yılında Cumhuriyet’in kesin zaferi sağduyu sahipleri için aşikârdı. 10. yıl 2O.ye, o da 50.’ye giderken artık Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı diye, hilâfet diye bir alternatifi kalmamıştı. Fakat skolastik vakıaya değil, otoritenin sözlerine ve mantığa bakar. Ortada düşman kalmamış! Fakat skolastikler 1920’lerde, 1930’larda Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in Osmanlıya karşı açtığı savaşı bütün hızıyla sürdürdükleri zannındadırlar. Dayanakları, o tarihlerde Atatürk’ün söyledikleri ve yaptıktandır. Fakat şartlar tamamen değişmiş, ateş ettikleri düşman ortadan kaybolmuştur. Onlarsa ateşte berdevamdırlar!
Hilâfete karşı mücadeleleri daha da acıklıdır. Hilâfetin kaldırılması zamanı için hayatî bir olay, Türkiye hesabına çok kritik bir meseleydi. 1970’lerin Türkiye’sinde ise Hilâfetle uğraşmak ancak zavallılık, gülünçlüktür. Ama madem otorite öyle yapmış, skolastik bugün de öyle yapmağa mecburdur. Bir an Avrupa ortaçağı kafasından kurtulup, «Yahu bugün biz birini tutup halife ilân etsek -bunu kabul edecek bir akılsız bulabildiğimizi düşünelim- o halifeyi kaç kişi dinler? Bırakın Türkiye dışındaki Müslümanları, Türkiye’de kaç kişi dinler?» sorusunu soran yok. Kaldı ki bugün, birkaç İslâm ülkesinde bu cins «halife»ler vardır; varlıklarından da çoğu Müslümanın haberi bile yoktur. *[2]
Bu davranışı bir atasözümüz çok güzel alaya alır: Maymuna soba yakmayı öğretmişler; yazın da yakmış!
Atatürkçü skolastik tipini üç özelliği açısından özetleyelim:
Ele alacağımız son tip Türkiye skolastiği «kitle haberleşme vasıtacı»dır.
Bu grup mensuplarıyla gerçekler arasına bir kitle haberleşme vasıtası, umumiyetle bir günlük gazete veya radyo ve televizyon girmiştir. Bu vasıta, yarattığı kafadar çevresiyle birlikte otorite unsurunu teşkil eder.
Kitle haberleşme vasıtacı «ilerici» skolastik tipleri arasında en yenisidir. Komünist blok dışındaki batı skolastiği iyi tanıdığı ve artık yendiği için batı ile yoğunlaşan temas aslında skolastiğin aleyhine işler. Türkiye’de batı ile temas arttıkça -çelişki gibi görünse de- batıcı ve Atatürkçü skolastisizm zayıflamaya başlamıştır. Diğer taraftan, bu iki gurubun teklif ettiği bütün tedbirler az çok denenmiş ve beklenen sonuç bir türlü alınamamıştır. Bu hal, batıcı ve Atatürkçü skolastiklere prestij kaybettirdi. Bu durumda, sağ şöyle dursun, solun içinden bile bazı yazar ve sanatkârlar (Kemal Tahir, Atilâ İlhan, Metin Erksan, Halit Refiğ, vs.) «ilerici» skolastikleri tenkide başladılar. Türkiye’de ilerici skolastiğinin artık sonu görünüyordu. Tam bu sırada bir yandan bazı siyasetçilerin -özellikle CHP’nin- diğer yandan hayatını kurtarmak için çırpınan skolastiğin gayretleri ile kitle haberleşme vasıtacı hamle doğdu.
Basın övülürken, gazeteler için, «İnsanın dünyaya açılan penceresi» sözünü kullanmak âdettir. Bu söz ancak, gazetecilerin haber namusuna sahip oldukları kabul edildiğinde doğrudur. Aksi takdirde gazete, «İnsanın dünyaya açılan penceresini örten bir kâğıt parçası…» da olabilir; Bu gidişi önleyecek karşı tesirler vardır: Gerçeği çarpıtarak okuyucusunu vakıadan koparan gazetenin yanında aynı kalitede ve doğruyu yazan gazeteler varsa yalancı mağlup edilebilir. Saptırılmış bir değerlendirmeyi savunan okuyucunun çevresinde saptırılmamışını bilen dostları bulunuyorsa gazetelerin kafalarda tekel kurması önlenir. Türkiye’de bu iki kurtarıcı süreç de işlemedi.
Kitle haberleşme skolastiğinde otorite öncülüğünü Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleri yaptı. (Bugün bunlara, aynı yolda ilerleyen daha küçük başka yayın organları da eklenmiştir. Fakat liderlik yine bu ikisindedir. Milliyet bir aralık devlet radyo ve televizyonunu da ele geçirerek bir kamuoyu diktatörlüğüne yönelmişti.) Bu iki gazete, yayın politikalarını batıcı ve Atatürkçü aydına göre ayarladı. Aynı teknik kalitede diğer gazeteler, daha geniş bir kitleye hitap etmeye çalışıyorlardı. Bu tutumlar, batıcı ve Atatürkçü çevre içinde doğru yazanın yalan yazanı düzeltmesi imkânını yok etti. Kafalarındaki mitler yıkılmağa, mantık zincirleri kopmağa başlayan «ilerici» skolastik gruplar, yeni sunulan skolastiğe bir kurtarıcı gibi ve kitle halinde sarıldılar. Standart ilerici skolastik aydınlar Türkiye’de zaten kapalı ve ayrı bir sınıf halindeydiler.
Kitle halinde gazete edinişleri de, gerçekleri bilenlerin tek yanlı propagandaya maruz kalanları uyarma imkânını ortadan kaldırdı. Tam aksine, günlük yalanlar ve yarım gerçekler bürolarda çay saatlerinde, dost meclislerinde, konken, poker masalarında tekrarlanarak, uygun mizahlarını da yaratarak bir cins «geri besleme» ile güçlenip kuvvetleniyordu. Böylece vakıalardan kopmuş, falan genel yayın müdürünün veya filân yazı işleri müdürünün emrettiği mantıkla düşünen; önüne çıkan bütün meseleleri bu açıkgözlerin telkinleri doğrultusunda tahlile çalışan iğfal edilmiş bir kesim doğdu.
Kitle haberleşmesinde iki türlü aldatma vardır: 1) Adî tarzda doğrudan yalanla ve 2) Gerçeğin sadece bir kısmım söyleyerek… ikinci tarz daha etkilidir. Bunun güzel bir misalini Milliyet hâkimiyetindeki TRT vermiştir. Bir haber bülteninde, TÖB-DER mensubu, yâni solcu bir öğretmenin tabancayla vurularak öldürüldüğü bildiriliyordu. Olay gerçekti. Bir TÖB-DER mensubu tabancayla vurulup öldürülmüştü. Gerçekti ama, gerçeğin söylenmeyen yarısı, katilin de TÖB-DER mensubu olduğuydu. Skolastik bayraktan basın bazı basit hilelerle tekzip müessesesini de çalışmaz hale getirmiştir. «Ülkü Ocaklılar falan suçu işledi» demez. Böyle dese, Ülkü Ocaklarının resmen tekzip hakkı doğar. «Komandolar…» der! Ordudakilerin haricinde isimleri resmen «komando» olan bir grup bulunmadığı için bu haberi tekzip edemezsiniz. Bu taktiğe yarım doğru tipindeki yalanlar da eklenince uygulanması kolay bir aldatma mekanizması doğar. Komünistlerle milliyetçiler kavga mı etti… Manşet hazırdır: «Komandolar (yine) Öğrencilere Saldırdı». Bir kavgada muhakkak iki taraf da birbirine saldırmıştır. (Aksi taktirde kavga değil kaçanla kovalayan olurdu.) Tekzip edilemeyen yarım gerçekse yukardaki manşetle verilir.
Bu küçük, adî oyunlar her gün birkaç haberde tekrarlandıkça, bu yalanlar uygun karikatürlerle, bilgiç yorumlarla desteklendikçe kitle haberleşme skolastiğinin kafasında sarsılmaz stereotipler doğar: Bir tarafta ellerinden kan damlayan katil,- kaba komandolar, diğer tarafta masum devrimci, ilerici öğrenciler. Bir tarafta barıştan başka bir şey istemeyen namuslu parti ve lideri, diğer tarafta el altından silâh dağıtan gangster çeteleri. Nihayet vakıalardan kopuş o hale gelir ki, Elazığ’da bir ülkücü, CHP’li demek başkanı tarafından öldürüldükten iki saat sonra CHP lideri hâkimiyetindeki radyodan« Bitsin bu faşist cinayetler» vezninden yirmi dakika nutuk atabilir. Ölen ülkücü ve tek kişi iken namusluluk iddiasını elden bırakmayan gazete «Faşistler iki kişiyi öldürdü» diye manşet atabilir. Seydişehir’de komünistlerin ülkücü bir işçiyi öldürmesi aynı kişiler tarafından defalarca «Faşistlerin sendika gangısterliği» olarak vasıflandırılabilir. Atın dişlerine, baka baka Aristo’nun haklılığını tekrarlayan kilise babalan yeniden dirilmiştir. Skolastik şizofreni bütün ağırlığıyla kafalara çökmüştür.
İttifak halinde bulundukları ihtilâlci solun Türkiye’ye yönelen açık tehdidi Milliyet ve Cumhuriyet’in sayfalarında yer bulamaz. Bir hafta içinde dört ülkücünün art arda CHP’liler ve komünistlerce katline bu sayfalar kapalıdır. Bunlar yerine, ortaçağın büyücülüğüne eşdeğer sentetik tehlikeler, Pan-islamizm’ler, Pan- Türkizm’ler keşfolunur. Artık komünist ihtilâlciler seslerini duyurabilmek için duvarları «tek yol silahlı devrim» sloganı ile doldursalar da, kitle haberleşme skolastiği sadece eli kanlı komandoları okur, eli kanlı komandoları söyler. «Kürda azade» sloganı üniversite duvarlarını boyar, miting meydanlarında bağırılırken, bazı liselerimizde istiklâl marşı söylenemez, Türk bayrağı çekilemezken kelli felli adamlar kaba kuvvetle iktidara gelmeğe çalışan faşistlerden korkar olurlar. Nihayet adalet mekanizması hedef alınır. Öyle ya. Katillerin, komandoların yeri, rengi belli iken mahkemeler niçin onları mahkûm etmemektedir? Diktatörlüğe has istekler demokrasi adına tekrarlanır: Hükümetten suçluları mahkûm etmesi istenir. Hiç kimse bu adalet anlayışının Stalin’inkinden farksız olduğunu hatırlamaz. Tıpkı Rusya’daki, tıpkı Çin’deki gibi icradan kaza görevini yüklenmesi istenmektedir. Sağduyu, vakıa, akıl, hepsi İpekçi Holding’e teslim olmuştur. artık…
Aynı oyun sanatta da tekrarlanır. İlk romanını yazan her solcu büyük romancıdır. Yeni kilise babalan, ikinci sınıf senaryoların, üçüncü sınıf hikâye, oyun ve romanların niçin şaheser olduklarını radyolarda, televizyonlarda, sayfalarda tartışırlar. Tutsak okuyucu işe hangi şaheseri okuyarak başlayacağını şaşırmıştır. Gruba dahil yayınevlerinin elde kalmış kitapları iki yoldan satılarak iflâsları önlenir: 1) Satmayan kitaba ödül verirseniz satmağa başlar. 2) Satmayanı, «en çok satan kitap» ilân ederseniz satmaya başlar!
Günümüzde en diri «ilerici» skolastisizmi temsil eden bu grubu üç özellik yönünden özetleyerek Türkiye’deki skolastik bahsini kapayalım:
1) Vakıalarla aralarına gerçeğin yarısını veya adî yalanı vererek yayın yapan kitle haberleşme vasıtaları girmiştir.
2) Otoriteleri bir gazete, bir genel yayın müdürü, birkaç fıkra yazan ve yorumcudur.
3) Olayları, inandıkları otoritelerin hükümlerinden hareketle izah ederler; tümdengelimcidirler.
[1] İnsanın akıl yürütmede kullandığı usuller genel olarak üçe ayrılır: 1) Tümevarım (özelden genele gitme – indüksiyon), 2) Tümdengelim (genelden özele gitme – dedüksiyon), 3) Benzetme (analoji). Yerine göre, her üç usul de kullanılabilir. Ancak, ilmin «kanun»ları birinci usulle, tümevarımla bulunmuştur. Tümdengelim’e, halihazırda bilinen kanunların uygulanmasında başvurulur. Skolastiğe göre «genel» önceden malûm olduğu veya otoritelerce ortaya konduğu için tümdengelim dışındaki iki usul, bu arada ilmin indüksiyon yolu lüzumsuzdur. Hattâ skolastik, tümevanm’ı kullananlara kızar. Meselâ Engels, «Doğanın Diyalektiği» adlı eserinde, belki gelmiş geçmiş en büyük fizikçi olan Nevton’a, «îndükisyoncu eşek – indüksiyoncu budala» sözleriyle hakaret eder. Bu tek taraflı münakaşada sağduyu sahipleri gerçek eşeğin kim olduğuna kolayca karar verebilir.
[2] Bu tip skolastisizmin komşularımızda da bulunduğunu biliyoruz. Meselâ İran’da sırf Şah Rıza Pehlevî (Bugünkü Şah’ın babası) «Demiryolu yapın!» dediği ve demiryolu yaptığı için demiryolu yapılmaktadır. Halbuki yeni demiryollarının yapıldığı bölgelerde karayolunun hem daha ucuz hem daha kârlı ve faydalı olduğu uzmanlarca tespit edilmiştir.