01.10.2025

Skolastik ve Türkiye

Günümüzde Türkiye'deki 'ilerici' skolastisizmi şu özellikleriyle anlatabiliriz. Vakıalarla aralarına yarı gerçek ve yalan haberi katarak bu noktada kitle iletişim araçlarını kullanırlar. Olayları inandıkları otoritelerden hareketle izah ederler. Bunları yaparken tümdengelimci bir metod benimserler.


Ayhan Tuğcugil mahlasıyla İskender Öksüz tarafından yazılan bu yazı,

 1976 yılında TÖRE Dergisinin 63. Sayısında yayımlanmıştır.

 

Geçen yazıda ele aldığımız atın dişleri, cisimlerin düşüş hızı, dünyanın hareketi ve Lizenko olayı misallerini inceleyerek skolastik metodun özelliklerini tespite çalışalım. Bu dört olayda da deney ve gözlemden, vakıadan kaçış hâkimdir. Atın dişlerinin sayılmasına karşı direnilmiş; Aristo’dan Galile’ye kadar özellikleri aynı fakat ağırlıkları farklı cisimleri atıp düşüş hızlarını ölçmek düşünülmemiş; Galile yargılanırken astronomi gözlemlerinin hakemliğine başvurulmamıştır. Lizenko olayında ilim adamlarının yüzlerce makalesi, biyoloji ve tarım araştırmaları bir kalemde «burjuva» dabmasını yemiş, gözler vakıaya kapanmıştır. Buna karşılık atın neden 28 dişi olacağının, ağır cisimlerin neden hızlı düşeceğinin, güneşin neden dünya etrafında döneceğinin ve uygun şartlarda yetiştirilen buğdayın neden çavdar olacağının hep mantıklı izahları vardı! Meselâ, «Ağır cisimler hafiflerden hızlı düşer.» iddiası mantıklı, fakat deneye gözleri kapalı bir kafadan çıkabilir. Yine dört misalde de şüphe edilmeyen otoriteler vardır. At ve düşen cisimlerde otorite Aristo, gezegenlerde Aristo ve Ptoleme, çavdar olan buğdayda ise Marks ve Engels’-dir. Nihayet, her dört misalde de meseleler, bu otoritelerin genel hükümlerinden hareketle ve mantık kullanılarak çözülmeğe çalışılır. Keşfedilecek, anlaşılacak, yeni ve mühim şeyler yoktur. Genel esaslar otoritelerce zaten söylenmiştir. Yapılacak iş, onların veciz genel hükümlerinden hareketle, karşılaşılan özel meseleleri, teferruatı halletmekten ibarettir. Ortaçağ Avrupası’nın teslim olduğu Sokrat ve Eflâtun fikirlerine göre zaten, «Güneşin altında yeni bir şey yoktur!». Bütün bilgiler in­sanda doğuştan mevcuttur, insanoğ­lu bilebileceği her şeyi doğuştan bi­lir; ancak bu bilginin şuurunda değildir. Gaye, bu «a priori» bilgiyi mantıkla şuura çıkarmaktan ibaret­tir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları da benzer bir ruhla hareket ederler. «Komünist Manifesto»da da, «Kapi­talde de «değerin emek teorisi», «tarihi sınıf kavgasının belirlediği» gibi temel hükümler bile tarih ve sosyolojiye dayanılarak ispatlanmaz. Ta başta, şüphe edilmez hakikatler olarak vaz edilirler. Sonra okuyucu­nun bu kati gerçekleri daha iyi anla­yabilmesi için lütfen misaller verilir. Tabiî bu misaller, karmaşık bir in­sanlık tarihinden – aslında Marks sadece Avrupa tarihini bildiği için yalnız Avrupa tarihinden – cımbızla bulunup çıkarılır. Son safha, bu seç­me misallerin, tezi tam destekleyecek yanları vurgulanarak kaleme alınmasıdır.                             /

Bu akıl yürütme usulüne, yani genel hükümlerden özel neticeler çı­kartmaya, tümdengelim (dedüksiyon) denir.[1]

O halde skolastiğin özelliklerini şöyle toparlayabiliriz:

  • Vakıalara (deney ve gözleme)

değil, mantığa dayanmak.

  • Yanılmaz otoriteler kabul et­mek.
  • Düşünce usulünde tümdengelimcilik.

Bu üç özellik birbirinden ba­ğımsız değildir. Sadece otoriteye bağlı ve vakıaları görmeyen bir ka­fa, kendiliğinden tümdengelimci o­lur. Benzer şekilde, tümdengelimcilik ve bir otoriteyi benimseme, gi­derek, vakıalardan kopmayı ve safî mantığa bağlanmaya yol açar. Ni­hayet, vakıalardan kopan ve tümden­gelimi benimseyen bir mantık da kendi otoritesini arayıp bulacaktır.

Skolastiğin üç ana özelliği he­men bazı ikincil (sekonder) özellik­leri doğurmuştur. Vakıalara dayan­mamak, deney ve gözlemden kaçış, skolastik kafada bir nevi şizofreni yaratır. Tıp terimi olarak şizofreni (akıl bölünmesi), gerçekle ilginin kopmasını ifade eder. Dış dünyadan gelen tesirlerle bir şizofrenin göster­diği tepkiler arasında akıllı bir bağ yoktur. Halk arasında «erken bunama» denilen bu hastalığa yakalanan­lar meselâ denizde yürümeye, kara­da yüzmeye kalkabilirler… Yukarı­daki misallerde atın dişleri görüldü­ğü ve sayıldığı halde hâlâ Aristo’yu savunup, «Belki at yanılıyor…» saç­malığına kadar gitmek; Piza Kule­sinden düşen taşlan gördükten son­ra gözlerine inanamamak, hep şizof­reniye paralel davranışlardır. Lizenko olayında tam 27 yıl buğday çav­dar olmamış, şarlatanların elindeki SSCB tarımı halka açlık ve kıtlık çektirmiş, fakat liderler tarım ve bi­yolojideki şizofreniden ancak Hrutçof’dan sonra kurtulabilmişlerdir. Tıbbî şizofrenle skolastik şizofren arasında önemli bir fark varsa o da birincinin elinde olmadan, İkinci­nin ise bile bile vakıalardan kopmasındadır. Mantığa dayanmanın sebep olduğu ikinci özellik, tabiatı basit görme eğilimidir. İnsan mantığı basit ve kısa izahları sever. Bu man­tığın tabiî bir eğilimidir. İlim de, karışık tabiat olaylarını izah etmek için mümkün mertebe basit kanunlar bulmağa çalışır; aynı olayın biri ka­rışık, biri basit iki izahı varsa basit olanı seçer… Fakat bu arzuyu va­kıalara dayanarak gerçekleştirmeğe uğraştığı için mantığın tabiî basit­leştirme eğilimi ilimde yıkıcı olmaz. Vakıaya dayanmanın sağladığı em­niyet skolastikte yoktur. Olaylar saçmalaşıncaya kadar basitleştirile­bilir. Eski Yunanlıların bütün ta­biatı su, hava, ateş ve toprak olmak üzere dört elemanla izaha çalışmala­rı bu cins bir basitleştirmedir. (Bu­gün fizik, 103 eleman tespit etmiştir.) Jenler – mütasyon – tabiî seçim süreci ilmin tespitidir ve skolastik Marksizm’in iddiası olan Lizenkoculuk, yani çevrenin kalıtıma tama­men hâkim olacağı tezinden daha karışıktır. Bilimsel sosyalizmin diyalektik mantığının bütün olayların temelinde iki unsurun çelişkisinden ibaret bir mekanizma bulmağa ça­lışması; tarihî maddeciliğin bütün sosyolojiyi iktisatla (üretim ilişkileriyle), bütün tarihi sınıf kav­gasıyla izaha çalışması; birbiriyle karmaşık münasebetler içinde bulu­nan cemiyet müesseselerini kolayca alt yapı – üst yapı diye ikiye bölüvermesi hep skolastik basitleştirme zorlamasının sonuçlarıdır.

Yanılmaz otoriteler kabulü, sko­lastiği otoriter olmağa zorlar. Sko­lastik kafa, inandığı otoritenin tenkit edilmesine, ondan şüphe edilme­sine tahammülsüzdür. Tenkitçi ve şüphecileri cezalandırmak, elinden gelirse yok etmek ister. Nitekim skolastik metodun hâkim olduğu rejimler sevgili otoritelerinin manevî şahsiyetlerini koruyacak çok maddî ve tesirli ceza rnekanizmalarını za­man kaybetmeden kurmuşlardır. Avrupa ortaçağında bu otoriteyi ve ceza dağıtma görevini kilise ve onun engizisyonu yüklenmişti. Marksist markalı skolastik rejimlerde kilise­nin yerini komünist partisi, engizisyonun yerini de devletin gizli – açık polis teşkilâtı ve önce karar verip sonra yargılayan mahkemeleri almış­tır. Galile’yi hapseden, Vavilov’u öl­düren hep bu özelliktir.

Nihayet, vakıalara dayanmak ve otoritecilik özellikleriyle birleşen tümdengelimcilik, skolastiğin iyi bir izahçı, fakat kötü bir tahminci ol­masına yol açar. Otorite ve safî man­tığa dayanılarak çok güzel ve uzun izahlar yapılabilir. Meselâ maddenin neden atomlardan meydana gelece­ğinin izahını eski Yunan felsefesinde bulabilirsiniz. Neden atomlardan meydana gelemeyeceğinin izahını da bulabilirsiniz: Eğer madde atomlar­dan teşekkül etmişse bu atomları birbirinden boşluk ayıracaktır. Boş­luk ise yok’tur; hiç’tir. Hâlbuki yok iki şey arasında sınır olmaz. O halde madde sürekli olmak mecburiyetin­dedir. Bu lâflar ilim değil, beyin jimnastiğidir. Bu jimnastiğin ustaları her siparişe uygun izahlar yapabilir; fakat hiçbir şeyi tahmin edemezler. Bilimsel sosyalizmde de durum ay­nıdır. 1960’larda ABD ve SSCB uzayda yarışırken Rusya’nın her ba­şarısı bilimsel sosyalistlerce «Bilim­sel ideoloji sahibi bir toplumun bi­limde başarılı olması olağandır.» di­ye başlayan gayet mantıklı izahlar­la karşılanıyordu. ABD’nin başarıla­rı ise, «Proleter toplumların ve işçi sınıfının sırtından, bu zavallılar sö­mürülerek, uzay gayet tabiî fethedi­lir… Fakat sosyalist toplumlar önce halklarının karınlarını doyurmayı düşünür.» mantıklı izahı ile halledi­liyordu. İş öyle bir hal aldı ki aya ilk adamı SSCB de indirse ABD de indirse yine bilimsel sosyalistlerimiz haklı çıkacaklardı. Her iki şıkkı da rahatlıkla izah edebiliyor, fakat doğ­ru dürüst bir tahmin yapamıyorlardı. Bir meselede bütün ihtimalleri izah etmenin aslında hiçbir şeyi izah edememeye eşdeğer olduğunu daha önce görmüştük.

TÜRKİYE’DEKİ SKOLASTİK

Türk aydını, skolastik’i ke­lime olarak iyi bilir. Ona bu ismin dışında «gericilik», «ortaçağ kafası», «örümcekli kafa», «irtica» gibi ilgi çekici isimler de vermiştir. Ancak skolastiğin belli bir fikir değil, bir metod, dünyaya bir bakış tarzı ol­duğunu bir türlü anlayamamış; Av­rupa ortaçağındaki skolastiğin kili­sesini ve engizisyonunu görerek «or­taçağ kafası» dediği nesnenin ille dinle bir ilgisi bulunması gerektiği­ni sanmıştır. Diğer taraftan, skolas­tikle ilmin zıtlığını da hayal meyal kavramış, fakat ilimden, ilim meto­dundan habersiz olduğu için «bilim­sel» kelimesinin peşinden sürüklene­rek yeni bir skolastisizmin kucağına düşmüştür. Gericilikle, ortaçağla kavga ede ede yaşayan bu kalabalı­ğın giderek skolastiğin «yılmaz savaşçıları» haline gelişi 20. asır Tür­kiye’sinin dramıdır.

Türkiye’de dindarlık iddiası ta­şıyan skolastik tipler yok mudur? Şüphesiz var… Biz bunlara – her Müslüman da bulunan tabiî ümmet sevgisiyle karışmaması için – siyasî ümmetçiler diyoruz. Fakat bu kafa­lar, memleketimiz için 20. asrın ikin­ci yarısında doğrudan bir tehlike teş­kil etmekten çok uzaktır. Ancak a­şağıda ele alacağımız «ilerici» sko­lastikleri diri tutmak, onların kuşkularına bir sebep teşkil etmek sure­tiyle dolaylı bir tehlike yaratmaktadırlar.

Siyasî ümmetçi skolastiğin Tür­kiye’de işi zordur. Çünkü İslâm di­ni, katolik hristiyanlığın aksine, skolastiğe kapalıdır. Katoliklikte fertle Tanrı arasına bütün heybetiyle Pa­palık ve kilise teşkilâtı girmiştir. Cennetin anahtarı endülüjansa ka­dar bütün manevî kozları elinde tu­tan bu teşkilât, skolastiğin otorite­sini ve otoriterliğini tesise amadedir. İslamiyet de böyle mutlak hâkim bir ruhban sınıfı esasta mevcut değil­dir. Tam aksine, kulla Allah arasına kimse giremez; günah – sevap defte­rine hiçbir fâninin hariçten şerh düşme hakkı yoktur. Katoliklik, bü­tün hakikatlerin kendisinde gizli ol­duğunu iddia edebilir. Dolayısıyla vakıadan kopma, mantığa ve tüm­dengelime dayanma özelliklerine açıktır. İslamiyet de ise, «İlim Çin’de bile olsa…» gidip bulmak emredil­miştir. İlmin yalnız tefsirle değil, fii­lî araştırmayla elde edilebileceği İs­lâm’ın açık telkinidir. Geçen yazıda naklettiğimiz İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye atfedilen hikâye, İslam’ın va­kıaya, deney ve gözleme dayanma an­layışını kuvvetle vurgular.

Bu vasıfları İslâm’ı skolastiğin üç özelliğine de kapalı tutar. Avrupa ortaçağını yaşarken İslâm dünyası bu anlayışla maddî manevî bütün sahalarda parlayabilmiştir.

Hal bu iken, İslâm’a dayalı sko­lastik bir sistem kurma çabasındaki siyasî ümmetçiye, İslâm kisvesi al­tında katolik zihniyetini telkinden başka açık kapı kalmamaktadır. Ni­tekim, endülüjans anahtarına kadar «tam tekmil» bir otorite merkezi, bir Papalık tesisine çalışılmaktadır. Kendi kendini Bedir Muharebesi Başkumandanlığına tayin eden dü­zenbazlar türemiştir. Propagandasını yapmayanlara, kendisine oy ver­meyenlere müminlik yolunun kapa­nacağım ilân eden sapıklar vardır.

Bütün cemiyetlerde belli bir oranda sapık bulunması tabiîdir. Her toplulukta nasıl belli bir yüzde nispetinde idiyot, astımlı, mongoloid veya romatizmalı varsa, belli bir yüzde nispetinde de sapık ve fana­tikler bulunacaktır. Tehlike, bunla­rın uğruna bütün bir memleketi yak­mak, bütün dikkatleri bu fanatikler üzerinde toplayıp diğer skolastikleri görmemezlikten gelmektir. Özellikle milletler mücadelesinde, fikir sis­temleri savaşının devletimize yöne­len silâhlarıyla bu zavallıları aynı kefeye koymaktır… Tehlike, «Maki­neli tüfeğe de teşbihe de karşıyım» budalalığındadır.

Bugün siyasî ümmetçi skolas­tikler, İslâm kisveli katolikler, siya­set alanında gerçek güçlerinin üstün­de bir netice sağlayabilmişlerse bu­nun tek sebebi var: Aşağıda ince­leyeceğimiz «ilerici» skolastiklerin irtica ile savaş saplantısıyla dine, İs­lâm’a kadar uzanan saldırıları. Bazan fiilî tecavüz, bazen de – maneviyatı fiilî tecavüzden çok yaralayan – is­tihza küfrü!

Gerçekte skolastiğin dinle, hele İslâmiyet ile doğrudan bir ilgisi yok­tur. Vakıalardan kopuk bir mantık, otoriteye dayanmak ve düşünce usu­lünde tümdengelimin tekelinde kal­mak, savunulan tez ne olursa olsun, bir insanı skolastiğe teslim etmek için yeterlidir. Skolastikle dinin il­gisizliği, din düşmanı Marksizm’in skolastiğin en güzel örneklerinden biri oluşu bu tezimize kâfi delildir.

Türkiye’de skolastiğin en açık tezahürleri de bilimsel sosyalistler­den gelmiştir. 12 Mart öncesinde Türkiye İşçi Partisinin hâkim frak­siyonu ile millî demokratik devrim­ci (MDD) Mihri Belli fraksiyonu ara­sında geçen «bilimsel» münakaşayı misal olarak alabiliriz. Çeşitli sebep­lerle MDD gençlik arasında TİP’ten daha başarılı olmuş, TİP’e de işçi-köylü arasında çalışacağını ilân et­mek düşmüştü. Bu durumda TİP, hemen, bilimsel sosyalist otoriteler­den şu tefsiri yaptı: «Bilimsel sos­yalizm proleter sınıfının felsefesidir. Faaliyet alanı proleteryadır. DMM’ciler Marks – Engels – Lenin’in bu açık hükmünü hiçe sayıp burjuva kökenli üniversiteliler arasında ça­lışmakta, buradan topladıkları taraf­tarlarla bize yüklenmektedirler. Bu hareket Marks – Engels – Lenin’e ay­kırıdır; dolayısıyla yanlıştır ve başa­rılı olmayacaktır.» Mihri Belli’nin TÎP’e verdiği cevap ise mealen şöyleydi: «Evet; bizim gençlerimiz bur­juva kökenlidir. Devrimci sosyalist­leri coplayan toplum polisi ise pro­leter kökenli… Bu durum Marks – Engels – Lenin’e aykırıdır. Marks – Engels – Lenin yanılmayacağına gö­re bu işin bir başka izah tarzı ol­malı.» Ve mantıklı izah tarzını da buldu: «Bir insanın hangi sınıftan olduğu kökenine değil, attığı adıma, davranışına bağlıdır. Üniversiteli, burjuva kökenine rağmen proleter felsefesini benimseyip o felsefeye gö­re hareket ediyorsa, o, proleterdir. Toplum polisi kökenine rağmen ka­pitalist düzeni savunuyorsa, o, prole­ter değil, kapitalisttir.»!!!

Bu münakaşadaki skolastik un­surların tespitini bir alıştırma ola­rak okuyucuma bırakıyorum…

Türkiye’de siyasî ümmetçilerin ve bilimsel sosyalistlerin dışındaki «ilerici» skolastikler yakın tarihimi­zin ürünleridir. Bunları bir sınıfla­maya tabi tutmak zordur. Tanıdık­ları otorite bakımından «batıcılar», «Atatürkçüler», «Kitle haberleşme vasıtacılar» gibi gruplardan bahsetsek bile bunların çoğu zaman aynı şahısta iç içe bulunduğunu görürüz. Bu iç içe bulunabilme kaydıyla, say­dığımız üç grubu inceleyelim:

Batıcıların otoritesi, etiketlerin­den de anlaşılacağı gibi batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. İmparatorluğu­muzun batı karşısında gerileyişinin ve çöküşünün sebep olduğu aşağılık duygusu, Osmanlı’nın son devirle­rinden günümüze kadar birçok ay­dını, vakıayı anlamadan batıya hay­ranlık duymaya ve taklide itmiştir. Burada vakıa, batının kalkınması ve kalkınmanın sebebi iken bu incelen­memiş, gözden kaçmış; yerine, kal­kınmanın bazı neticelerini (sebeple­rini değil) taklit yoluna gidilmiştir. Sonra bu neticelerin neden kalkınmaya sebep olacağı tam bir kilise babası ustalığıyla izah edilmiştir. (Değerli Türk Milliyetçisi ve ilim a­damı Prof. Dr. Mümtaz Turhan bir­çok eserinde, özellikle «Garplılaş­manın Neresindeyiz?» kitabında ay­dınlarımızın bu tutumunu çok güzel tenkit eder.) İktisat anlayışında bu taklit önce (19. asır başında, Koca Reşit Paşa zamanında) Adam Smith tipi bir liberal kapitalizm şeklinde belirmiştir. Smith’i baş tacı eden kadrolar Türkiye’de henüz sanayi ka­pitalinin bulunmadığını görememiş­lerdir. Daha sonra ve günümüzde ay­nı taklit bu sefer sosyalizme yönel­miştir. Bu grup, batılı gibi davran­mak, batılı gibi müzik yapmaktan II. Meşrutiyet batıcısı Abdullah Cevdet’­in Avrupa’dan damızlık erkek getir­mek teklifine kadar varan bir tayf yaratmıştır. Daha birkaç yıl önce, Türkiye’de Başbakanlık yapmış bir zat (Nihat Erim) yabancı bir gazete­ye, «Memleketimde Almancadan baş­ka dil bilmeyen, Bavyera tipi deri pantolonlar giyen Türk çocukları gö­rüyorum. Bu fevkalâdedir; Türkiye büyük bir değişme içinde!» fikirleri­ni söylerken bayağı heyecanlanıyor­du… İslâm kültürü batının antitezi olarak görüldüğü için Türkçedeki doğu menşeli kelimelere karşı savaş açılmış; buna karşılık «öztürkçe» adı altında batı dillerinden kelime ve kaide ithaline girişilmiştir. Yalnız Türk-İslâm kültürü değil, İslâmi­yet’in kendisi de onlarca anti-batı olduğundan, batıcılar dine cephe al­mada başı çekmişlerdir.

Batıcılar «Hangi Batı?» sorusu­na tam bir cevap veremezler. Her biri en çok tanıdığı veya talebelik veya başka vesilelerle ziyaret ettiği batı ülkesini otorite kabul eder. Bir­kaç nesil önce moda otorite, Paris’­in fakir talebe muhiti, Lâtin kesimi idi; bugün daha çok ABD’nin tenkitçi üniversite talebesi muhitleri otoritedir. Bu muhitlerin kendi dü­zenlerini tenkidi bizim batıcılarımız­da bu sefer acayip bir ikilik yaratmış, kültürde, davranışta, dilde batının kölesi olanlar aynı anda gözü kapalı birer batı düşmanı kesilmişler­dir. Onların ABD düşmanlığının as­lında ABD’lilerin kendi düzenlerini tenkitlerinin; Fransa, Almanya vs. düşmanlıklarının, bu memleket tenkitçilerinin kendi kendilerini veya birbirlerini kınamalarının maymun­ca bir taklidi olduğunu anlarsak, görünürdeki tenakuz çözülür. Ken­disi de bir batı ideolojisi olan bilim­sel sosyalizm Rusya ve Çin’in soğuk harp silâhı olduktan sonra batı düş­manı batıcılara yeni bir cephe açıl­dı…

Batıcılar, Atatürk’ün de kendile­rinden olduğunu savunurlar. Onun, «batı medeniyeti»ni benimsediğini ileri sürerler. Hâlbuki Atatürk dikkatle «batı medeniyetini» de­ğil, «muasır medeniyet» demiş ve medeniyet demiştir. Gökalp’i biraz okumuş bir yarı aydın bile onun medeniyetle harsı (kültürü) nasıl ti­tizlikle birbirinden ayırdığını görür. Atatürk ise Gökalp’i herhalde çok iyi biliyordu.

Batıcı skolastiğin vakıalara ka­palı kafasını Milliyetçi Hareket’in düşmanları akıllıca kullanmaktadır­lar. Ülkücülere karşı girişilen propaganda saldırısından sık sık baş­vurulan bir usul, hücumu batı’dan getirmektir. Bunu gerçekleştirmek için ya batıda Milliyetçi Hareket aleyhine demeç verebilecek bir poli­tikacı bulup onun söylediklerini «Al­manlar diyor ki…» edasıyla manşe­te geçer veya Türkiyeli bir yazarın batıdaki bir gazeteye yazı yazmasını sağlayıp sonra da o yazıyı tercüme ve iktibas ederler. «Frankurter Algemeine diyor ki…» veya «The Sun şöyle yazdı…» tipi tercüme iktibas­ların arkasında umumiyetle yerli bir* Milliyetçi Hareket düşmanı yazarın önce batı dillerinden birine çevrilmiş bir yazısı vardır. Diyen de, yazan da aslında o anda İstanbul veya Anka­ra’da oturan bir adamcağızdır. Milli­yet gazetesinin Türkçe yazarken «Sa­mi Kohen» İngilizce yazarken «Sam Cohen» imzalı yazan buna tipik bir örnektir. Aynı adam aynı yazıyı Tür­kiye’de ve Türkçe yazsaydı batıcı sko­lastik ondan şüphe edebilirdi. Ama «Batı bizi böyle görüyor!» klişesinin yanılmazlık garantisi altında büyük hakikatlerin tercümelerini huşû için­de okurlar. Onların kafasında «Kaale Aristo!» şimdi «Kaale batılı» olmuş­tur.

Batıcı skolastik zihniyetin diğer bir tipik tezahürü, Türk Milliyetçilerini faşist veya nazi sanmalarıdır. Vakıaya kör olan skolastik kafa yapıları Milliyetçi Hareket’i anlamalarına engeldir. Şöyle düşünürler: «Ben sosyalistim. Bu batıya uygun­dur. Orada da sosyalistler görmüş­tüm. Öteki kapitalist. Bu da uygun. Batıda da kapitalistler var. Peki, bu ülkücüler ne oluyor? Türk Milliyet­çisi mi? Olamaz! Ben batıda Türk Milliyetçisi görmedim. Ama orada Naziler, Faşistler var (veya bir za­manlar varmış). O halde bunlar ka­pitalist ve sosyalist olmadıklarına göre herhalde (ve muhakkak) nazi- o da değilse faşisttirler.»

Skolastiğin üç temel özelliği açı­sından batıcıları incelersek:

  • Vakıayı, yani batının kalkını­şının sebeplerini görememişlerdir. Birinci sınıf ilim ve teknik kadrolar, üniversiteler, kapital birikimi gözle­rinden kaçmıştır. Görebildikleri un­surlar esas sebepler olmadığı için onlar sebep halinde takdim mantık oyunlarına kalır.
  • Tanıdıkları, ziyaretlerinde gö­rebildikleri kadarıyla ve her türlü teferruatı ile kafalarındaki batı ya­nılmaz bir otoritedir.
  • Kafalarındaki otoritenin sun­duğu hükümlerden hareketle ve tümdengelim usulüyle Türkiye üze­rinde teklifler ve tespitlerde bulunur­lar. Türk Milliyetçilerini nazi, faşist sanmaktan damızlık insan getirmeğe kadar bunun misallerini yukarıda gördük.

Bir diğer Türkiye tipi skolas­tiğe «Atatürkçü» diyoruz. Daha ön­ceki bölümlerde gördüğümüz gibi Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemin­den ayrı bir Atatürkçülük düşün­mek saçmadır. Türk Milliyetçileri «Atatürkçü» değildir ama Atatürk bir Türk Milliyetçisidir. Atatürk’ün ga­yesi Türk Milleti’nin ebedî bekası­dır. Bu gayeye varmak için benim­sediği metod da ilim metodudur. O’nun Altı Ok’u, yaşadığı çağın Türk Milliyetçiliği doktrinidir. Do­kuz Işık’ın, Türk Milliyetçiliğinin Türkiye’nin bugünkü şartlan için tespit ettiği doktrin olması gibi…

Türk Milliyetçiliğinin, dolayısıy­la Atatürk’ün metodunun ilim oldu­ğunu O, «Hayatta hakikî mürşit ilimdir» sözüyle vurgulamıştır. Bi­zim skolastik Atatürkçülerimize gö­re Mustafa Kemal’in bu sözü bir te­vazu eseridir. Doğrusu, «En hakikî mürşit benim» olmalıydı. Aslında Atatürkçü skolastikler bu sözle bile Türk Milliyetçiliğine varabilirlerdi. Eğer ilim metodunu, vakıayı yakala­mayı başarabilselerdi… O zaman, Atatürk’ün gayesiyle Türk Milliyetçilerinin gayesinin, metoduyla Türk Milliyetçilerinin ilim metodunun in­tibakını görecek ve Türk Milliyetçi­liğine geleceklerdi. Onlar bu zahmet­li usule de başvurmamışlar, tam bir ortaçağ Avrupalısı kafasıyla Ata­türk’ün hayatı boyunca sarfettiği sözlerin tefsiriyle uğraşmışlardır. Atatürk, o dediği sözü neden söyle­miş; o yaptığını niçin yapmıştır? Bu soruların doğru cevabı vakıayı yaka­lamak, dolasıyla skolastikten kur­tulmak olurdu. Kendilerine Atatürk­çü diyenler bir mesele, bir vakıa karşısında Türk Milliyetçiliğinin ga­yesine dayanan bir hedef tayini ve bu hedefe gidişe ilim metoduyla bir yol arama yerine Atatürk’ün sözleri­ne ve onun yaptıklarının tefsirine başvururlar. Kafalarında Aristo’nun yerini Mustafa Kemal almıştır. Bazen şaşırırlar. Çünkü Atatürk hem «Yurtta sulh, cihanda sulh», hem «Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz» demiştir. Skolastik kafa şimdi ne yapsın? Yapabileceği Abelard’ın «Sic et Non»u («Evet ve Hayır»ı) gibi bir çetele tutmaktan ibarettir. Bir kumandanın, bir devlet adamının sözlerini, sebeplerine in­meden uygulamaya kalkışmak ne kadar yanlışsa, hareketlerini anlamadan taklit de o derece yanlıştır. İlmi metod alan Mustafa Kemal, bel­ki bugünün değişik şartlarında dün yaptığının tam tersini yapardı… Fakat vakıadan kopuk mantık, oto­rite kara sevdalısı ve dedüksiyon tekelindeki kafalar bu elâstikiyeti gös­teremez.

Söylediklerimizin bir misali, Atatürkçü skolastiklerimizin eski adıyla «irtica», yeni adıyla «gerici­likse karşı bitmeyen savaşlarıdır. Hilâfete karşı sürdükleri büyük mü­cadeleyi de unutmamak lâzım. Cum­huriyet, altı asır hükmeden bir ha­nedanı, altı asır süren bir imparatorluğu sona erdirmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, altı asırlık bir hâkimiyetin yerine oturmak üzere geldi. Bu gelişin, bu oturuşun kolayca ve zah­metsiz olabileceğini düşünmek mu­hakkak ki akıl kârı değildir. Osman­lı, hanedanıyla olmasa bile manevi hâkimiyetiyle genç Cumhuriyet’e karşı direnecekti ve direndi de… 1920’lerin Türkiye Cumhuriyeti, Os­manlı ile mücadele etmek zorunday­dı. Bu mücadeleyi verdi ve başardı. Osmanlı kaybetti; Cumhuriyet ka­zandı. Daha 10. yılında Cumhuriyet’in kesin zaferi sağduyu sahipleri için aşikârdı. 10. yıl 2O.ye, o da 50.’ye gi­derken artık Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı diye, hilâfet diye bir alternatifi kalmamıştı. Fakat skolas­tik vakıaya değil, otoritenin sözleri­ne ve mantığa bakar. Ortada düşman kalmamış! Fakat skolastikler 1920’lerde, 1930’larda Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in Osmanlıya karşı açtığı savaşı bütün hızıyla sürdürdükleri zannındadırlar. Dayanakları, o tarih­lerde Atatürk’ün söyledikleri ve yap­tıktandır. Fakat şartlar tamamen değişmiş, ateş ettikleri düşman orta­dan kaybolmuştur. Onlarsa ateşte berdevamdırlar!

Hilâfete karşı mücadeleleri daha da acıklıdır. Hilâfetin kaldırılma­sı zamanı için hayatî bir olay, Tür­kiye hesabına çok kritik bir mese­leydi. 1970’lerin Türkiye’sinde ise Hilâfetle uğraşmak ancak zavallılık, gülünçlüktür. Ama madem otorite öyle yapmış, skolastik bugün de öy­le yapmağa mecburdur. Bir an Avrupa ortaçağı kafasından kurtulup, «Yahu bugün biz birini tutup halife ilân etsek -bunu kabul edecek bir akılsız bulabildiğimizi düşünelim- o halifeyi kaç kişi dinler? Bırakın Türkiye dışındaki Müslümanları, Türkiye’de kaç kişi dinler?» soru­sunu soran yok. Kaldı ki bugün, bir­kaç İslâm ülkesinde bu cins «halife»ler vardır; varlıklarından da ço­ğu Müslümanın haberi bile yoktur. *[2]

Bu davranışı bir atasözümüz çok güzel alaya alır: Maymuna soba yakmayı öğretmişler; yazın da yak­mış!

Atatürkçü skolastik tipini üç özelliği açısından özetleyelim:

  • Vakıayı kaybetmiş, mantık­larıyla baş başa kalmışlardır. Teklif ettikleri tedbirler aslında 1920’lerin, 1930’lann meselelerinin çözümleri­dir.
  • Otoriteleri, anlayabildikleri kadarıyla Atatürk’tür.
  • Düşünceleri, Atatürk’ün söz ve hareketlerinin tefsiri, bu söz ve hareketlerden gelerek meseleleri çözme üzerinde toplanır. Tümdengelimcimdirler.

Ele alacağımız son tip Türkiye skolastiği «kitle haberleşme vasıtacı»dır.

Bu grup mensuplarıyla gerçek­ler arasına bir kitle haberleşme vası­tası, umumiyetle bir günlük gazete veya radyo ve televizyon girmiştir. Bu vasıta, yarattığı kafadar çevresiy­le birlikte otorite unsurunu teşkil eder.

Kitle haberleşme vasıtacı «ileri­ci» skolastik tipleri arasında en ye­nisidir. Komünist blok dışındaki ba­tı skolastiği iyi tanıdığı ve artık yen­diği için batı ile yoğunlaşan temas aslında skolastiğin aleyhine işler. Türkiye’de batı ile temas arttıkça -çelişki gibi görünse de- batıcı ve Atatürkçü skolastisizm zayıflamaya başlamıştır. Diğer taraftan, bu iki gurubun teklif ettiği bütün tedbirler az çok denenmiş ve beklenen sonuç bir türlü alınamamıştır. Bu hal, ba­tıcı ve Atatürkçü skolastiklere pres­tij kaybettirdi. Bu durumda, sağ şöyle dursun, solun içinden bile bazı yazar ve sanatkârlar (Kemal Tahir, Atilâ İlhan, Metin Erksan, Halit Refiğ, vs.) «ilerici» skolastikleri tenki­de başladılar. Türkiye’de ilerici sko­lastiğinin artık sonu görünüyordu. Tam bu sırada bir yandan bazı si­yasetçilerin -özellikle CHP’nin- diğer yandan hayatını kurtarmak için çır­pınan skolastiğin gayretleri ile kitle haberleşme vasıtacı hamle doğdu.

Basın övülürken, gazeteler için, «İnsanın dünyaya açılan penceresi» sözünü kullanmak âdettir. Bu söz ancak, gazetecilerin haber namusu­na sahip oldukları kabul edildiğinde doğrudur. Aksi takdirde gazete, «İn­sanın dünyaya açılan penceresini ör­ten bir kâğıt parçası…» da olabilir; Bu gidişi önleyecek karşı tesirler vardır: Gerçeği çarpıtarak okuyucu­sunu vakıadan koparan gazetenin yanında aynı kalitede ve doğruyu yazan gazeteler varsa yalancı mağlup edilebilir. Saptırılmış bir değerlen­dirmeyi savunan okuyucunun çevre­sinde saptırılmamışını bilen dostları bulunuyorsa gazetelerin kafalarda tekel kurması önlenir. Türkiye’de bu iki kurtarıcı süreç de işlemedi.

Kitle haberleşme skolastiğinde otorite öncülüğünü Milliyet ve Cum­huriyet gazeteleri yaptı. (Bugün bunlara, aynı yolda ilerleyen daha kü­çük başka yayın organları da eklen­miştir. Fakat liderlik yine bu ikisindedir. Milliyet bir aralık devlet rad­yo ve televizyonunu da ele geçirerek bir kamuoyu diktatörlüğüne yönel­mişti.) Bu iki gazete, yayın politikalarını batıcı ve Atatürkçü aydına göre ayarladı. Aynı teknik kalitede diğer gazeteler, daha geniş bir kit­leye hitap etmeye çalışıyorlardı. Bu tutumlar, batıcı ve Atatürkçü çevre içinde doğru yazanın yalan yazanı düzeltmesi imkânını yok etti. Kafa­larındaki mitler yıkılmağa, mantık zincirleri kopmağa başlayan «ilerici» skolastik gruplar, yeni sunulan skolastiğe bir kurtarıcı gibi ve kit­le halinde sarıldılar. Standart ilerici skolastik aydınlar Türkiye’de zaten kapalı ve ayrı bir sınıf halindeydiler.

Kitle halinde gazete edinişleri de, gerçekleri bilenlerin tek yanlı propagandaya maruz kalanları uyarma im­kânını ortadan kaldırdı. Tam aksine, günlük yalanlar ve yarım gerçekler bürolarda çay saatlerinde, dost mec­lislerinde, konken, poker masaların­da tekrarlanarak, uygun mizahları­nı da yaratarak bir cins «geri besle­me» ile güçlenip kuvvetleniyordu. Böylece vakıalardan kopmuş, falan genel yayın müdürünün veya filân yazı işleri müdürünün emrettiği mantıkla düşünen; önüne çıkan bü­tün meseleleri bu açıkgözlerin tel­kinleri doğrultusunda tahlile çalı­şan iğfal edilmiş bir kesim doğdu.

Kitle haberleşmesinde iki türlü aldatma vardır: 1) Adî tarzda doğru­dan yalanla ve 2) Gerçeğin sadece bir kısmım söyleyerek… ikinci tarz daha etkilidir. Bunun güzel bir misalini Milliyet hâkimiyetindeki TRT vermiştir. Bir haber bülteninde, TÖB-DER mensubu, yâni solcu bir öğretmenin tabancayla vurularak öldürüldüğü bildiriliyordu. Olay ger­çekti. Bir TÖB-DER mensubu taban­cayla vurulup öldürülmüştü. Ger­çekti ama, gerçeğin söylenmeyen ya­rısı, katilin de TÖB-DER mensubu olduğuydu. Skolastik bayraktan ba­sın bazı basit hilelerle tekzip müessesesini de çalışmaz hale getirmiştir. «Ülkü Ocaklılar falan suçu işledi» demez. Böyle dese, Ülkü Ocaklarının resmen tekzip hakkı doğar. «Ko­mandolar…» der! Ordudakilerin haricinde isimleri resmen «komando» olan bir grup bulunmadığı için bu haberi tekzip edemezsiniz. Bu tak­tiğe yarım doğru tipindeki yalanlar da eklenince uygulanması kolay bir aldatma mekanizması doğar. Komü­nistlerle milliyetçiler kavga mı et­ti… Manşet hazırdır: «Komandolar (yine) Öğrencilere Saldırdı». Bir kav­gada muhakkak iki taraf da birbiri­ne saldırmıştır. (Aksi taktirde kavga değil kaçanla kovalayan olurdu.) Tekzip edilemeyen yarım gerçekse yukardaki manşetle verilir.

Bu küçük, adî oyunlar her gün birkaç haberde tekrarlandıkça, bu yalanlar uygun karikatürlerle, bil­giç yorumlarla desteklendikçe kitle haberleşme skolastiğinin kafasında sarsılmaz stereotipler doğar: Bir ta­rafta ellerinden kan damlayan katil,- kaba komandolar, diğer tarafta ma­sum devrimci, ilerici öğrenciler. Bir tarafta barıştan başka bir şey iste­meyen namuslu parti ve lideri, diğer tarafta el altından silâh dağıtan gangster çeteleri. Nihayet vakıalar­dan kopuş o hale gelir ki, Elazığ’­da bir ülkücü, CHP’li demek başka­nı tarafından öldürüldükten iki saat sonra CHP lideri hâkimiyetindeki radyodan« Bitsin bu faşist cinayetler» vezninden yirmi dakika nutuk atabilir. Ölen ülkücü ve tek kişi iken namusluluk iddiasını el­den bırakmayan gazete «Faşistler iki kişiyi öldürdü» diye manşet ata­bilir. Seydişehir’de komünistlerin ülkücü bir işçiyi öldürmesi aynı ki­şiler tarafından defalarca «Faşist­lerin sendika gangısterliği» olarak vasıflandırılabilir. Atın dişlerine, baka baka Aristo’nun haklılığını tekrar­layan kilise babalan yeniden dirilmiştir. Skolastik şizofreni bütün ağırlığıyla kafalara çökmüştür.

İttifak halinde bulundukları ih­tilâlci solun Türkiye’ye yönelen açık tehdidi Milliyet ve Cumhuriyet’in sayfalarında yer bulamaz. Bir hafta içinde dört ülkücünün art arda CHP’liler ve komünistlerce katline bu sayfalar kapalıdır. Bunlar yerine, ortaçağın büyücülüğüne eşdeğer sen­tetik tehlikeler, Pan-islamizm’ler, Pan- Türkizm’ler keşfolunur. Artık komünist ihtilâlciler seslerini duyu­rabilmek için duvarları «tek yol silahlı devrim» sloganı ile doldursalar da, kitle haberleşme skolastiği sadece eli kanlı komandoları okur, eli kanlı komandoları söyler. «Kürda azade» sloganı üniversite duvarları­nı boyar, miting meydanlarında bağırılırken, bazı liselerimizde istiklâl marşı söylenemez, Türk bayrağı çe­kilemezken kelli felli adamlar kaba kuvvetle iktidara gelmeğe çalışan faşistlerden korkar olurlar. Nihayet adalet mekanizması hedef alınır. Öy­le ya. Katillerin, komandoların yeri, rengi belli iken mahkemeler ni­çin onları mahkûm etmemektedir? Diktatörlüğe has istekler demokrasi adına tekrarlanır: Hükümetten suç­luları mahkûm etmesi istenir. Hiç kimse bu adalet anlayışının Stalin’inkinden farksız olduğunu hatırla­maz. Tıpkı Rusya’daki, tıpkı Çin’­deki gibi icradan kaza görevini yük­lenmesi istenmektedir. Sağduyu, va­kıa, akıl, hepsi İpekçi Holding’e teslim olmuştur. artık…

Aynı oyun sanatta da tekrarla­nır. İlk romanını yazan her solcu büyük romancıdır. Yeni kilise baba­lan, ikinci sınıf senaryoların, üçün­cü sınıf hikâye, oyun ve romanların niçin şaheser olduklarını radyolar­da, televizyonlarda, sayfalarda tartı­şırlar. Tutsak okuyucu işe hangi şa­heseri okuyarak başlayacağını şa­şırmıştır. Gruba dahil yayınevleri­nin elde kalmış kitapları iki yoldan satılarak iflâsları önlenir: 1) Satma­yan kitaba ödül verirseniz satmağa başlar. 2) Satmayanı, «en çok satan kitap» ilân ederseniz satmaya baş­lar!

Günümüzde en diri «ilerici» skolastisizmi temsil eden bu grubu üç özellik yönünden özetleyerek Türkiye’deki skolastik bahsini kapayalım:

1)   Vakıalarla aralarına gerçeğin yarısını veya adî yalanı vererek yayın yapan kitle haberleşme vasıtaları girmiştir.

2)   Otoriteleri bir gazete, bir genel yayın müdürü, birkaç fıkra yazan ve yorumcudur.

3)   Olayları, inandıkları otoritelerin hükümlerinden hareketle izah ederler; tümdengelimcidirler.

[1] İnsanın akıl yürütmede kullandığı usuller genel olarak üçe ayrılır: 1) Tü­mevarım (özelden genele gitme – indüksiyon), 2) Tümdengelim (genelden özele gitme – dedüksiyon), 3) Benzetme (analoji). Yerine göre, her üç usul de kullanı­labilir. Ancak, ilmin «kanun»ları birinci usulle, tümevarımla bulunmuştur. Tümdengelim’e, halihazırda bilinen kanunların uygulanmasında başvurulur. Skolastiğe göre «genel» önceden malûm olduğu veya otoritelerce ortaya konduğu için tüm­dengelim dışındaki iki usul, bu arada ilmin indüksiyon yolu lüzumsuzdur. Hattâ skolastik, tümevanm’ı kullananlara kızar. Meselâ Engels, «Doğanın Diyalektiği» adlı eserinde, belki gelmiş geçmiş en büyük fizikçi olan Nevton’a, «îndükisyoncu eşek – indüksiyoncu budala» sözleriyle hakaret eder. Bu tek taraflı münakaşada sağduyu sahipleri gerçek eşeğin kim olduğuna kolayca karar verebilir.

[2] Bu tip skolastisizmin komşularımızda da bulunduğunu biliyoruz. Meselâ İran’da sırf Şah Rıza Pehlevî (Bugünkü Şah’ın babası) «Demiryolu yapın!» dediği ve demiryolu yaptığı için demiryolu yapılmaktadır. Halbuki yeni demiryollarının yapıldığı bölgelerde karayolunun hem daha ucuz hem daha kârlı ve faydalı ol­duğu uzmanlarca tespit edilmiştir.

 

Yazar

Töre Dergisi

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar