Yükleniyor...
Bizim terör örgütü, terörist dediklerimize, kendileri ve destekçileri gerilla, özgürlük savaşçıları, halk ordusu, devrimci diyor. Yani mesele sadece terör, şiddet, silahlı çatışma ve askeri operasyonlardan ibaret değil görüldüğü gibi. Karşı tarafın da kendince bir davası ve karşılıklı propaganda savaşı var. Amaçları sadece terör eylemlerini gerçekleştirmek değil aslında. Kendi davalarını haklı ve meşru, hedeflerine koydukları Türkiye’nin davasını ise haksız ve gayrimeşru göstererek Türk halkı ve tüm dünya kamuoyu gözünde Türkiye Cumhuriyeti devletini mahkûm etmek istiyorlar. En azından ne kadar insanı ikna edebilirlerse ya da zihinlerini bulandırabilirlerse kâr biliyorlar.
Türkiye’yi yıllardır uğraştıran, insani ve maddi büyük kayıplara uğratan PKK’nın, ülkemizi işgal etmeye hiçbir zaman yetmeyecek 5-10 bin silahlı üyesiyle neden ısrarla terör faaliyetlerine devam ettiğini hiç düşündünüz mü? Aslında stratejileri yeni değil. Türkiye’den önce Osmanlı’ya, Yunan, Bulgar ve Ermeni terör örgütleri tarafından uygulanmış ve bazıları başarıya da ulaşmış, gayrinizami harp denen bilindik bir yöntem. Silahlı örgüt kur. Terör ve şiddet uygula. Hedef aldığın devletin resmî görevlilerine, tesislerine ve devlete bağlılık gösteren halka vur kaç yöntemiyle saldırarak etnik milliyetçilik üzerinden toplumsal huzuru boz. Başta kırsal alanlar olmak üzere devlet otoritesinin zayıf kaldığı alanlarda baskıyla, şiddetle hakimiyet kur, devlet karşıtı propaganda yap. Ve devletin kendini savunma adına harekete geçmesiyle gerilim ve şiddet karşılıklı bir hâl alınca da tüm dünyaya haber sal…
“Yetişin ey insanlık! Barbar Türkler bizi kıtır kıtır kesiyor! İnsanlıktan nasibini almamış Türkler, bize sadece Türk olmadığımız için zulmediyor. Temel haklarımız gasp ediliyor! Silahlı mücadeleden başka yolumuz yok.”
Ve de önce özerklik sonra da bağımsızlık için tek seçenek olan dış müdahaleyi sağlayabilmek için fırsat kolla. Dış müdahale gelmese bile zemin hazırla.
Türklere karşı her zaman olumsuz önyargıları olan, gerçek sahibi olduklarına inandıkları Anadolu’dan Türk milletini kovmak için bahane arayan; Katoliğiyle, Ortodoksuyla, Protestanıyla tüm Hristiyan dünyası galeyana gelmeye zaten her zaman hazırdır. Yunanistan ve Bulgaristan’ın önce özerklik sonra bağımsızlık kazanmaları da batı dünyası ve Rusya’nın desteğiyle olmuştur. Terör çetelerinin sebep olduğu asayiş sorunu yüzünden kaçınılmaz hâle gelen karşılıklı şiddet Türklerin aleyhine kullanılmış, Müslüman olmayanlara karşı Osmanlı Devleti tarafından zulüm ve katliam yapıldığı algısı Rusya’nın Yunanlıların Bulgarların ve Ermenilerin sistematik propagandalarının da katkılarıyla Hristiyan dünyasında kabul görmüştür. Ayrılıkçı hareketlerin güç kazandığı dönemde Osmanlı sahada kazansa bile masada yedi düveli karşısında bulmuş ve kazandığını bırakmak zorunda kalmış, sahada kaybettiğinde ise masada kaybı daha da büyümüştür.
Aynı taktikleri devreye sokan Ermeni çetelerinin tetiklediği karşılıklı şiddet ortamında ölen Türk Müslüman ahaliyi ve Ermeni örgütlerinin acımasız terörünü görmezden gelen ABD’li misyoner din adamları, sadece olaylarda ölen Ermenileri ülkelerine bildirdikleri için ABD halkı içinde okyanusun öte tarafındaki Osmanlı’ya derhâl savaş ilan edilmesini isteyen, bunun için büyük bir heyecanla gösteriler yapan ciddi bir kitle bile oluşmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı’ya Ermeni ıslahatı yapılması baskısı, savaş sonrası Anadolu’nun hiçbir bölgesinde tarihin hiçbir döneminde nüfus çoğunluğu olmayan Ermeniler için bağımsız devlet planlanması ve Millî Mücadele sonrası Lozan’ın ABD tarafından tanınmaması tesadüf değildir. Sistematik Ermeni propagandasının sonucudur.
Osmanlı’nın ekonomik, siyasi ve askerî olarak zayıf düşmesi ve ordusuna giren okullu alaylı subay çekişmesiyle emperyalizmin Yunanistan ve Bulgaristan planları başarıya ulaşmış, Ermenistan planı ise Rusya’da çarlık rejiminin devrilmesi ve Türklerin Anadolu’daki millî mücadelesinin başarıya ulaşarak Sevr’i önlemesiyle suya düşmüştü. Sıradaki plan Türkiye’nin her yerinde yaşayan Kürt etnik kimliği üzerinden, önce özerk sonra bağımsız Kürdistan devleti kurulmasıdır.
Kıbrıs’ta, ulus anlayışlarını Türklere kin ve nefret duyguları üzerine kuran Rumları Türklerle birleştirmek için büyük gayret gösteren batı dünyasının, Anadolu’da yüzyıllardır kader birliği yapan, aynı dine inanan Kürtleri ve Türkleri ayırmak istemesi gerçek niyeti ortaya koymaktadır.
Birileri şöyle diyebilir. “Sen Türk milliyetçiliği yapınca iyi de birileri Kürt milliyetçiliği yapınca mı kötü?” Ben de diyorum ki, uyuşturucu ticaretiyle gelir sağlayan, bölge halkından haraç toplayan, örgütün taleplerini yerine getirmeyenleri gaddarca infaz eden, insan kaynağı sağlamak için acımasızca çocuk kaçıran, gençleri kara propagandalarla kandıran, kamplarında psikolojik işkenceye ve cinsel istismara göz yuman, savaş suçu sayılan her türlü kirli yöntemle Türk askerine saldıran, emperyalizm destekli bir örgütün vicdan yoksunu katil elebaşlarının kuracağı yöneteceği devletten Kürt halkına da insanlığa da hayır gelmez. Kürtler Türkiye’nin her yerinde yaşarken ve Kürt kökenli Türk vatandaşlarının ihtiyacının yeni devlet değil, huzur ve refah olduğu ortadayken, ülkenin neresini hangi mantıkla bölecekler acaba? Ve Türkiye’nin içinden Kürdistan diye bir devlet kurarlarsa, o devletin içinde kalan ve Kürt olmayan insanlara topluluklara da ayrı bir devlet kuracaklar mı ya da özerklik tanıyacaklar mı?
Emperyalizmin son projesi Kürdistan ve projenin taşeronu PKK terörüyle mücadele etmenin yolu örgütün amaç ve taktiklerini iyi anlamaktan geçer. PKK’nın en önemli amacı, kendini Kürt etnik kimliğiyle tanımlayan vatandaşlarımızın Türk milletine, Türk devletine aidiyetlerini azaltmak, mümkünse topyekun devlete karşı isyan ettirmek ve Türk milletinde Kürt etnik kimliğine karşı olumsuz duygular oluşturarak Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşamaması gerektiği algısını hem yurtiçinde hem de yurtdışında kabul ettirmektir. PKK’ ya verilecek en büyük zarar, örgütün hedefinde olan bölgelerimizde devlet otoritesini, can mal güvenliğini hukuk ve adalet içinde sağlamak ve ekonomik kalkınmayla bölge halkının devlete bağlılığını artırmaktır.
PKK’nın en önemli hedeflerinden bir diğeri de Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürtler’e karşı sistematik ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri yapıldığı algısını hem Türkiye’de hem dünyada kabul ettirmektir. Böylece Türkiye’den haz etmeyen pek çok ülkeden himaye ve destek gören PKK, insan hakları ve demokrasi konusunda samimi kaygıları olan kitlelerin de desteğini hedeflemektedir. Ayrıca Türkiye’deki olası bir iç karışıklık, otorite boşluğunda Sevr’i tekrar hayata geçirmek için fırsat kollayan emperyalizmin doğrudan müdahalesine gerekçe de hazırlamaktadır. Bu gerekçenin de Türkiye’nin, Kürtlerin haklarını ihlal ettiği üzerine kurulması çok muhtemeldir. Olası dış müdahalede, Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni çetelerinin, Anadolu’da işgalci Rus, Fransız ordularının personeli hâline gelmesi gibi, PKK üyelerinin de işgalci devletle iş birliği yapması kesindir. Geçmişte Hristiyanları zulümden kurtarma gerekçesiyle Osmanlı topraklarına giren emperyalizmin, şimdi de Kürtleri kurtarma gerekçesiyle müdahalede bulunması uzak ihtimal değildir. Şüphesiz ki PKK en kirli ve insanlık dışı yolları uygulasa da kara propagandalarla dış müdahale umsa da Türkiye Cumhuriyeti devleti terörle mücadelede hukuk ve meşruiyet zemininden ayrılmamalı, bölgede olan biteni dünyaya iyi anlatmalı, Türkiye’yi haklı davasında mahkûm etmek isteyenlere de koz vermemelidir.
Peki 80’li yıllardan beri süren terörle mücadelede hiç mi yanlışlık yapılmadı? Maalesef ki yapıldı. PKK’nın içeride ve dışarıda daha fazla destek bulmasına ve örgüt lehinde devlet aleyhinde propagandaya yol açan bu hatalar, aslında terörle mücadeleyi daha da zorlaştırmıştır. 1980’li 90’lı yıllarda siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklardan, sağ sol gerilimlerinden ve ihtilallerden yakasını yeni yeni kurtarmaya çalışan Türkiye, düzensiz harp da denen terörle mücadelede henüz deneyimsizdir. Kanunlar ve askeri teçhizat da henüz yetersizdir. Tüm bunlara, seçilince her şeyin en iyisini bildiğini sanan siyasetçilerin basiretsizlikleri, silah arkadaşlarını teröre kurban veren güvenlik güçlerimizin haklı intikam istekleri ve bazılarının da PKK’nın acımasız ve kirli usullerine karşı kanunlarla mücadele etmenin mümkün olmadığına dair oluşturdukları düşünceler de eklenince, terörle mücadelenin ilk yıllarında yanlış işler ortaya çıkmıştır. Yani terörle mücadelede yapılan yanlışların sebebi nefret ya da ırkçılık değil, bilgisizlik, deneyimsizlik ve güvenlik kaygısıdır.
Batı dünyasıyla beraber Türkiye’yi devamlı olarak etnik kimliklere karşı sistematik hak ihlalleriyle ve ayrımcılıkla suçlayan siyasal İslamcılara, sözde solcu liberal ve aydın takımına sormak isterim. Devletin temeli olan adalete, kanuna aykırı bu tür hak ihlallerinin Türkiye için yarar değil zarar getireceğini bile bile neden ayrımcılık yapalım? Örneğin devlete aidiyet oluşturmaya çalıştığımız Kürt kökenli vatandaşlarımıza ayrımcılık yapmanın zulmetmenin bize ne faydası olur? Ayrımcılık yapan her kimse, zaten insanlıkla beraber ülkesine de ihanet etmiş olur. Biz aptal mıyız ki bunca yıllık terörle mücadele deneyiminden sonra, sistematik olarak hukuk dışına çıkmak gibi büyük bir hataya düşelim?
Tekrar belirtmek isterim ki, terörle mücadelede gereksiz yere hukuk dışına çıkmak, hak ihlali yapmak, zaten Türkiye’yi uluslararası alanda mahkûm etmek için bahane arayan, her biri savaş suçu olan şiddet eylemleriyle can yakarak aslında Türkiye’yi hukuk dışına çıkmaya zorlayan terör örgütlerinin ve Türkiye’ye Sevr’i uygulama hayalinden vazgeçmeyen batı dünyasının arayıp da bulamadığı olumsuz propagandaya sebep olur. Ve bu gerçek, devlete bağlı kadrolar tarafından da ilk yıllardaki bazı acemiliklerden sonra daha iyi anlaşılmıştır.
Aslında devletlerin güvenlik adına cinayet işlemesinin doğru olup olmadığı da tartışma konusudur. Bir gerçektir ki ABD’sinden Rusya’sına, terörle mücadele gerekçesiyle gayri meşru işler yapılmaktadır. Yani bu güçlü devletler bu tür işleri yaptığı için, Türkiye’nin de bu yöntemi uygulaması doğru mudur? Bu konuda kesin bir yargıya varmak zor olsa da koşulların belirleyiciliği açıktır. Ama kesin olan bir şey varsa, böyle bir gücün kullanılmasındaki yöntemin çok önemli olduğu ve bizde geçmişte kullanılan usulün, yani terörle mücadele eden bazı personellere zamanında âdeta suç işleme ayrıcalığı tanınmasının yanlışlığıdır. Böyle bir gücü insanoğlunun karakterinin, egosunun sindirebilmesi ve kusursuz kararlar alarak tamamen doğru zamanda gerekli kişilere karşı kullanması söz konusu değildir. Devleti teröre, yıkıcı bölücü faaliyetlere karşı koruma adına işlenen hukuksuz cinayetler, yarardan çok daha fazla zarar getirmiştir. Öncelikle teröre destek verdiği için devlet görevlileri tarafından öldürülen kişiler hakkında terör örgütü bambaşka hikayeler ortaya atmıştır halk nazarında. Teröre destek veren kişiler, sadece etnik kimliğinden ötürü öldürülen mazlumlar olarak gösterilmeye çalışılmış, devlet karşıtı bir propagandaya malzeme olmuşlardır. Yani teröre destek veren bir kişiyi kanunlar çerçevesinde tutuklayıp mahkeme önünde adil bir şekilde yargılamak varken, gayri meşru şekilde ortadan kaldırmaya çalışmanın terörle mücadeleye yarardan çok zararı olmuştur. Bu tür gayri meşru işler yüzünden terörle mücadelede en önemli amaç olan halkı devlet tarafına çekme davası ciddi şekilde zarar görmüştür.
Ayrıca devlet adına suç işleme ayrıcalığına sahip olanlardan bazıları, bu gücü hazmedememişler, kendilerini devlet sanmaya başlamışlar ve bu güçlerini sadece devlet yararına değil, çeşitli şahsi çıkarları için de kullanmışlardır. Halkın can ve mal güvenliğini tehdit eden, devlet destekli suç örgütü kadar tehlikelisi yoktur şüphesiz. Gözlerine taktıkları güneş gözlükleriyle mafyavari şekilde ortada caka satan o malum şahısların en azından bazıları devleti temsil etme kalitesine sahip değildirler. Halkımıza ürküntü vermenin yanında, devletimize hem içeride hem dışarıda olumsuz propaganda yaratmakta, itibar kaybına sebep olmaktadırlar.
Adına gizli operasyon veya derin devlet diyelim, bu mekanizmanın ne zaman ve nasıl bir durumda harekete geçebileceğine dair bir örnek verelim.
Vermeden önce de altını önemle çizelim. Gizli ya da gayrimeşru operasyonu gerçekleştirecek yapının devlete, millete faydalı olması için millî olması şarttır. İşin temeli de millî siyasettir. Peki millî siyaset nedir?
Pek çok kesim millî olma iddiasındadır. Örneğin insani yetişmişlik açısından en düşük profilde milyonlarca düzensiz göçmeni boca ederek ülkemizi sessiz işgale uğratanlar ortalıkta ”yerli ve millîyiz diyerek dolaşabilmektedir. Yemeyip içmeyip çiftleşen göçmenlerin rekor doğum oranları da bizim yerli ve millîleri mest etmektedir.
Siyasal islamcılar “millî” kelimesinin içini boşaltmaya çalışsalar da Türkiye’de millî olmak devlette adaleti, liyakatı vazgeçilmez kılmaktır. Siyasi, ekonomik, kültürel, tam bağımsızlıkçı, laik ve uluscu olmaktır.
Türkiye’de sözde değil özde millî bir siyaset hâkim olmuş mudur? Üzülerek ifade etmek gerekir ki NATO’ya dahil olduğumuz yıllardan beri millî siyasetten bahsetmek zordur.
1950’lerden beri Türkiye’nin rotasını Amerika çizmiş, bu rota da sanki çok büyük bir komünizm tehdidi varmış gibi, başa gelebilecek en büyük felaket komünizm ya da sol düşüncenin herhangi bir akımıymış gibi komünizmle mücadele olmuştur. Kapitalizmin fedailiğine soyunan Türk sağı komünizmle mücadele derneği bile kurmuştur. Türkiye’nin kurucu ilkeleri, aydınlanma hedefi ve cehaletle mücadele rafa kalkmıştır. İşin kötüsü de komünizmin ilacı olarak dindarlık görülmüş, bu yolda başta siyasal İslamcılık ve tarikatçılık olmak üzere her türlü gericilik var güçle desteklenmiştir.
Gerici yapılara azimle verilen destek 2000’lerde neticesini vermiş, siyasal İslam tarikat koalisyonu Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm yapısını bozarak; yargı, basın, ordu gibi denetleyici tüm mekanizmalarını devre dışı bırakarak devletimiz milletimiz için en doğrusu olan millî siyaset yerine siyasal İslamcı, tarikatçı, gerici iç ve dış siyaseti hâkim kılmıştır.
Nereye geliyorum. Devletin ne zaman cinayet işleyebileceğine dair örnek verecektik. Gerici hükümetin emperyalist proje BOP kapsamında Suriye lideri Esad’ı devirme politikası, Suriye’de devlet otoritesini zayıflatmış ve Suriye terörün cirit attığı topraklara dönüşmüştü. Bu kaos ortamında iki askerimiz yakılarak şehit edilmiş, yetmezmiş gibi görüntüleri de servis edilmişti.
Gönül isterdi ki iki Türk askerinin infaz kararını veren IŞİD kadısı soytarıyı ve infazı gerçekleştirenleri bir tenhaya çekip diri diri yakalım da Türk askerine karşı insanlık dışı muamele yapmanın neticesinin ne olduğunu öğrensinler. Ben şahsen böyle bir gayri meşru cinayetin devlet adına işlenmesine karşı çıkmam. Gayri meşru iş yapılacaksa böyle bir şey için yapılmalıdır. Ama bırakınız bu leş beyinli sözde kadıya hak ettiği dersi vermeyi, fikirdaşı siyasal İslamcı AKP iktidarda olduğu için ayrıcalıklı muamele görmüş, ihbarla yakalandığı hâlde delilleri karartma ihtimali olmadığı gerekçesiyle serbest bırakılmış, hatta Gaziantep’te esnaflık yapmasına dahi müsaade edilmiş, ancak rezalet basına yansıdıktan sonra tutuklanmıştır. Çünkü ortalıkta devletin millî siyaseti değil siyasal İslamcıların ideolojik gerici siyaseti vardır.
Ve yine, gönül isterdi ki çözüm süreci rezaleti yerine terörle mücadelede daha doğru yöntemler uygulansın. Başta Suriye ve Mısır politikamız olmak üzere, dış politikamız millî menfaatlerimize uygun olsun. Ama siyasal İslam iktidarında, devletimizin yüksek çıkarları yok sayılmış, ihanet üstüne ihanet edilmiş, bedelini de Mehmetçiğimiz kanıyla canıyla ödemiştir. Derin devlet diye bir şey hakkıyla var olsaydı, devletimizin çıkarları yerine millî menfaat yoksunu siyasal İslamcıların ideolojileri doğrultusunda iç ve dış politika uygulanamazdı diye düşünüyorum. Ya da eğer Türkiye’de derin devlet varsa, ordumuza kurulan kumpasları, askerî hastanelerin kapanmasını, kozmik odanın açılmasını, stratejik varlıklarımızın birkaç yıllık kârına ya da hurda fiyatının da altında satılmasını, yargının basının içinin boşaltılmasını engelleyemediği için devletin çıkarlarını koruma konusunda zayıf ve beceriksizdir.
Zaten 2002 yılında iktidara gelen tarikatçı dinci koalisyonu AKP’yle beraber bırakınız devleti koruma adına gayri meşru işler yapmayı, devleti korumaya çalışan kadroların bizzat kendisine gayri meşru operasyon çekilmiştir. Sadece millî güvenliğimizin teminatı ordumuza ve istihbaratımıza değil; emniyet, diplomasi, eğitim, iş, hukuk, basın yayın, tıp ve her alanda devletimize bağlılık duyan, hizmet eden, kendi alanında iyi yetişmiş başarılı kişilere kumpaslar kurulmuş, liyakat sahibi vatansever insanlar, yıllarca süren mahkeme süreçleriyle, hapis cezalarıyla sabote edilmişlerdir. Kazan-kazan formülüyle ABD ve taşeronu FETÖ’yle iş birliğine giren AKP, başta ordumuz, emniyet teşkilatımız ve istihbaratımız olmak üzere laik, ulusalcı, vatansever kadrolara âdeta savaş açmıştır. Bu kadroların tam bağımsızlıkçı, emperyalizm karşıtı duruşları ABD’yi; laik, ulusalcı duruşları ise AKP FETÖ ve tüm tarikatları rahatsız ettiğinden, kurulan şer ittifakı gerek kumpaslarla, gerek devlet yönetiminde söz sahibi olmanın getirdiği kadrolaşma avantajıyla tasfiye operasyonuna girişmiş, ortada ne devlet aklı, ne devlet iradesi kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletine, Türk milletine değil, partisine, tarikatına hizmet eden kadrolar mümkün olduğunca yerleştirilmiştir.
Demem o ki, devlet adına hukuksuz iş yapılacaksa bu iş kanunla mücadelenin mümkün olmadığı durumlarda yapılmalı ve böyle bir kararı cumhurbaşkanı dahil en üst makamlar almalı, operasyonu gerçekleştirecek devlet görevlileri iyi kontrol edilmelidir. Ama 2002 yılından itibaren devam eden siyasal İslamcı ihanet sürecinde, ortada zaten devletimizin çıkarları için çalışacak kadro ve irade kalmamıştır. Gayri meşru operasyonu yapan değil, maruz kalan devleti savunan kadrolar olmuş; yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük, seçim hilesi dahil tüm gayri meşru işler, siyasal İslamcıların ideolojik çıkarlarını ve siyasi otoritelerini korumak için yapılmıştır.
Günümüzde Türkiye’de bir adalet sorunu varsa bu sadece Kürt veya başka etnik kökene özel değil genel bir sorundur. Sebebi de demokrasi kültürünün bir türlü yerleşmemesi, toplumun yeterli gelir, eğitim, kültür ve bilinç seviyesine henüz ulaşmaması ve devletin temel mekanizmalarını felç eden adalet vicdan duygusundan yoksun dinci, kinci, tarikatçı siyasettir. Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davalarda subaylarımıza ağırlaştırılmış müebbet cezaları yağmıştı. Kürt oldukları için mi haksızlıklara uğramıştı askerlerimiz? İktidara yakın olmadığı için ihale alamayan, yetmezmiş gibi haksız mali cezalarla tehdit edilen sermayedarlar Kürt oldukları için mi zarara uğruyor? Ya da iktidara muhalif yazılı ve görsel basına ceza yağması, devlet kurumları tarafından ambargo uygulanması, terörle irtibatlandırılan davalar açılması Kürt oldukları için mi? Devletin liyakat düzenini altüst ederek makam ve mevkileri yakınlarına, partililere dağıtan siyasal İslamcılar, tarikatlar hak yerken Türk, Kürt ayırıyor mu? Aileleri tarafından bin bir emekle yetiştirilip devlet kapısına iş bulma umuduyla gelen gençlerimizin mülakatlarda haksızlıklara uğramalarının sebebi etnik kökenleri mı? Elbette hayır.
Biraz daha geçmişe dönerek başka bir örnek verelim. 80 ihtilalcilerinin yönetimde söz sahibi olduğu dönemde Diyarbakır cezaevinde işkence vakalarının yaşandığına dair ciddi iddialar vardır. Peki Diyarbakır cezaevinde çoğunluğu Kürt kökenli yurttaşlarımıza sistematik işkence uygulanmıştır da diğer cezaevlerinde sağcısı, solcusu, ülkücüsü, marksisti beş yıldızlı otel konforunda mı ağırlanmıştır? Yahu işkence sadece Kürtlere yapılan bir hukuksuzluk değildi ki. 80 ihtilalcileri Türk, Kürt, sağcı, solcu demeden sertlikle herkesi sindirerek sivil yönetimin sağlayamadığı devlet otoritesini kendilerince sağlamaya çalışmıştır. Türk vatandaşları olarak, her dönemde çeşitli sorunlarla beraber yüzleşiyoruz. Hani Osmanlı’ya Ermeni ıslahatını dayatır gibi Türkiye’ye Kürt sorunu dayatması yapanlar bilmeli ki, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının özel bir sorunu varsa bu da terör ve güvenlik sorunudur. Terör örgütünün yıkıcı faaliyetleri olmasaydı bölgenin ekonomisinin ve yaşam kalitesinin çok daha iyi olacağı kesindir. Türkiye’de bir demokrasi, hukuk, insan hakları sorunu varsa, bu sorun Kürt ya da başka herhangi bir etnik kimliğe özel değil, genel bir sorundur.
Uludere olayından örnek vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi 2011 yılında kaçakçılık yapan köylüler karakol baskınına gelen PKK’lı teröristler sanılarak havadan bombalanmış ve 34 yurttaşımız hayatını kaybetmişti. Ve Kürtçülerle beraber, sözde sol liberal aydın takımı Türkiye’yi kasıtlı olarak katliam yapmakla suçlayarak ayağa kalkmıştı. Kaçakçılık yapan köylülerin kullandığı güzergahtan, katırlarla silah ve mühimmat taşıyarak karakol baskınına gelen ve önlem almaya çalışan Türkiye’yi yanılgıya düşüren PKK’nın adını anan bile yoktu aralarında. Türk vatandaşlarının ihtiyaçları huzur ve refahken, Türkiye içinde bir Kürt devleti kurulsun diye silahlı mücadele başlatan PKK, halkın devlete bağlılığı artmasın diye bölgenin ekonomik ve kültürel gelişmesini sabote etmeye çalışan PKK, evrensel savaş suçu olan mayınları, bombalı tuzakları ve her türlü kirli yöntemleri kullanan PKK, Türkiye’yi askerî operasyonlar yapmaya zorlayan PKK. Ama bazılarına göre sadece devlet suçlu ve devlet hesap versin. Yahu savaşta hedef şaşabiliyor. Bazen olayla hiç ilgisi olmayan sivilleri, hatta kendi silah arkadaşınızı bile yanlışlıkla hedef alabiliyorsunuz.
Birinci dünya savaşında, Sarıkamış harekâtında farklı güzergahlardan intikal yapan askerlerimiz, kötü planlama, kötü uygulama, koordinasyon eksikliği ve arazi iklim koşulları yüzünden birbirini düşman sanıp çatışmış ve yüzlerce askerimiz şehit olmuştu. Kendi kendimize kasıtlı planlı katliam mı yaptık yani? Veya 1974 Kıbrıs hareâtında Yunan donanmasına ait sanıp Kocatepe muhribimizi batırmıştık, iki muhribimiz ise hava bombardımanından güç bela hasarlı kurtulmuştu. Bu talihsiz olayda 54 askerimiz şehit olmuştu maalesef. Yine kendi kendimize katliam mı yaptık yani? Tabi ki hayır. Bunlar, savaş tarihinde örneğine sık rastlanan dost ateşidir. Savaş işte bu yüzden kötüdür. Zaruri olmadıkça savaş cinayettir. Türkiye gibi devlet geleneğine sahip bir ülkeden toprak koparma hayaliyle düzensiz harp usulleriyle savaş başlatan ve ısrarla terör eylemlerine devam eden PKK, eğer Uludere’li köylülerin ticaret için kullandığı güzergahı karakol basmak için kullanmasaydı, Uludere hadisesi gerçekleşir miydi?
Tanrı aşkına, Türkiye Cumhuriyeti devleti, geçimlik kazanç için didinmekten başka niyeti olmayan köylüleri hava bombardımanıyla öldürerek ne kazansın? Tam tersi, sivillerin hedef olması Türkiye’nin terörle mücadelesine zarar verir ve PKK’ya arayıp da bulamadığı propaganda malzemesi verir. İnanıyorum ki PKK elebaşları ve PKK’nın yasal görünümlü partisindeki siyasetçiler ve devlet karşıtı malum Marksist sol liberal yobaz takımı Uludere olayına üzülmek bir yana sevinçten havalara uçtular. Çünkü ellerine bol bol kullanabilecekleri ve devleti Kürtler’e karşı kasıtlı saldırıyla suçlayabilecekleri malzeme çıkmıştı. Olay sonrası ağızlarından salyalar saça saça Türkiye’yi soykırımla suçlayanlar bile çıkmıştı. PKK’nın binlerce masum insanın hayatına mal olan kasıtlı, planlı ve insanlık dışı sayısız eylemine tepkisiz kalanların, devletin istem dışı olarak düştüğü hataya bu kadar sert tepki göstermesi iki yüzlülüktü doğrusu. Uludere olayından önce PKK’nın büyük kayıplar verdiğimiz, canımızı yakan karakol baskınları olmuştu ve kamuoyu neden bu baskınların önlenemediğini, neden teröristlerin baskın öncesi tespit edilerek hava saldırısıyla etkisiz hâle getirilmediğini sorgulamıştı. Ve bu hava içinde terörist sanılan kaçakçılara bu defa karakol baskınını önleme amacıyla hava saldırısı düzenlendi. Şiddetin gerçek sorumlusu PKK’yı ve oluşturduğu terör koşullarını göz ardı ederek sadece devleti suçlamak, bunu da barış, demokrasi, insan hakları gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği süslü sözcüklere bulamak tamamen kötü niyettir ve düpedüz teröre destektir. Türkiye’yi terör örgütlerinin amaçlarıyla paralel şekilde, devamlı olarak haksızca mahkûm etmeye, çok zor koşullarda verilen terörle mücadeleyi aksatmaya çalışmak; büyük fedakârlıklarla görevini yerine getirmeye çalışan güvenlik güçlerimize, ülkemize ve insanlığa ihanettir.
Terörle mücadelede diğer büyük zorluk, devletimizin kurucu ilkeleriyle her zaman çatışma hâlinde olan gerici kesimden gelmiştir. Millî iradeyi meclise yansıtmaktan uzak yüzde 10 barajlı seçim sisteminin cilvesi olarak yüzde 34 oyla mecliste yüzde 60 küsur temsil hakkı kazanan CIAsal İslamcıların iktidardaki İlk 15 senesi terörle değil, terörle mücadele eden ordumuzla mücadele ederek geçmiştir. Terörle ve her türlü güvenlik tehditleriyle mücadele eden vatansever subaylarımıza ABD’yle ve taşeronu cemaatle iş birliği içinde hazırlanan kumpas davalar sonucunda ağırlaştırılmış müebbet cezaları yağmış, bir yandan ordumuzun darbeci olduğu, cami bombalamayı planladığı, dindarlara düşman olduğu yolunda kara propagandalar da hız kesmemiştir. Emperyalizmin işbirlikçisi, mezhepçi, gayri millî dış politika sonucunda komşumuz Suriye’de devlet otoritesi zayıflamış, istikrarsızlık hâkim olmuş ve terör örgütü PKK’nın faaliyetlerine alan açılmıştır. Böylece terörle mücadele alanımızın güneydoğumuz ve kuzey Irak yanında Suriye’ye de yayılmasıyla işimizi epey zorlaştırmıştır. Siyasal İslamcı ihanete en büyük desteğin, Türk milliyetçiliğinin laiklik ve Türk devrimi karşıtı yorumu olan Türk-İslam sentezi milliyetçilerinden gelmesi de millî siyasetin tekrar etkin kılınmasını geciktirmektedir.
Yönetenlerin ve yakınlarının sınırsız suç işleme ayrıcalığına sahip olduğu, yönetilenlerin ise temelsiz gerekçelerle ağır suçlamalara maruz kalabildiği düzen, devletimize milletimize olan aidiyet duygusuna zarar verdiği için tam manasıyla millî güvenlik sorunudur.