08.12.2024

Türklerde yaşam düzenleri, devlet yerleşim düzeni ve sürekliliği

Tarih öncesi çağlardan bugüne kadar Türklerin yaşama düzenleri bu yazıda: Yerleşik, hareketli ve tekrar yerleşik düzen. Milletin yaşama ve yerleşme biçiminin, devlet düzeninin de esasını oluşturduğunu ve bunun bir süreklilik gösterdiğini öğreniyoruz.


Türklerde Yaşam Düzeni

Türklerde Yaşam Düzeni

I. Türklerde yaşam füzenleri ve süreçleri

Türklerin gök ile yer arasında yaratılışları, tarih sahnesinde yer alışları, dil birliğinin kurulması ve birlikte yaşama süreçleri, toplumlaşmaları üzerine yapılan açıklamaların temel veri kaynakları geniş anlamda arkeolojik buluntular ve bulgular, yazılı kayıtlar[1] ve sözlü <manzum, mensur vesaire> anlatılarda yer alan bilgilerle sınırlıdır, denebilir[2]. Aralarında dil birliği kurulmuş, birlikte yaşama kararlılığına bağlı olarak gereksinimleri karşılayacak örgütlenme ve kurumlaşmalar da kamlık ve törecilik süreçleri içinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu durumun böyle gelişip ortaya çıktığını ‘Benggü Taş Bitig’ içinde yer alan ‘yazıt’lardaki şu sözlerin de açıkladığı kanısındayım: ”Üze kök tengger asra yagız yir kılıntukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumin Kagan İstemi Kagan olurmuş”[3].

Çin tarih kayıtlarına girmiş yaratılış ile bağlı efsanelerden birinde ise, bir araya gelen bu ‘kişi ogulları’, kendilerini yönetmek üzere aralarından birini ‘han’ veya ‘bey’ yahut kagan seçmek üzere toplanmışlar ve seçtikleri o kişiyi göğe doğru kaldırmışlar. Bu ilk kağana ‘törük’ unvanı vermişler[4]. Bu unvan, ilk kağanın unvanı olmak nedeniyle aynı zamanda onun yönetiminde bulunanlara da bu unvan o toplumun kimlik adı olmuş ve bu toplum, tarihî süreç içinde günümüze dek bu kimlik ile anılmıştır. Türk kağanlığı çağında bu unvanın Bilge Kağan tarafından kullanıldığı, ‘benggü taş bitig’ üzerine dokuttuğu yazıtlarda kendini dinleyenlere ve gelecekteki okuyuculara takdim ederken, kendinden ‘Törük Bilge Kagan’ diye söz etmesinden anlaşılmaktadır. ‘Törük’ unvanının kadimden, ilk kaldırılan kağandan bu yana unvan olarak kullanılmış olduğu ve ‘Törük Kağanlığı’nın da yöneticileri değişse bile sürekliliğini koruduğu söylenebilir.

Bu yazıda Türklerin başlangıçtan itibaren geçirdiği yaşam düzenleri <yerleşiklik, taşınır/hareketli yaşam düzeni, yarı yerleşiklik-yarı hareketli yaşam düzeni ve yerleşik yaşam düzeni gibi> üzerinde durulmayacaktır. Ancak, bu terimleri neye göre belirlediğim üzerine birkaç söz etmek, onlara belki daha anlaşılırlık kazandırır, kanısındayım.

Türkler, tüm toplumlar gibi, gelişim süreçlerinin ilkinde bulundukları coğrafyanın sahip olduğu doğa, iklim, bitki, hayvan, su ve ormanları; beslenme, giyinme, barınma, korunma gereksinimlerini karşılamağa ve bütün bunları geliştirip ilerlemeye ve böylece yaşamına süreklilik kazandırmaya çalışmıştır. Bu sürecin kadim toplumların tarihinde ne zaman başladığı kesin olarak söylenemese de, doğa özelliklerinin yaşayış biçimlerini etkilediği, o toplumların da bu özelliklerden yararlanarak toplumsal ve bireysel yetenek ve kapasitelerinin yaratıcılıkları ile gereksinimlerine biçim ve içerik kazandırdığı söylenebilir. Toplumlar böylece yaşayışlarını geliştirir, tarihî yürüyüşlerini sürdürürler. Türkler, tarih boyunca bu şekilde yürüyüşlerini bugüne eriştirerek gelecek yürüyüşlerine biçim ve içerik katmaya çalışmaktadırlar.

Toprağa bağımlı toplumlar gibi Türkler de kadim zamanlardan bu yana uzun bir süre kendilerine sürekli yaşayacakları ‘korugan’lar yapmışlardır[5]. Merkezî Avrasya coğrafyasını baştan başa kadim zamanlardan itibaren kendine yurt tutan Türkler, yerleşiklik yaşam düzeni içinde bu coğrafyayı, gök ile yerin geniş düzlükler üzerinde ortaya çıkardığı doğal mimariye bakarak kendi barınaklarını da ona benzeterek, topak ev gibi tasarlayıp öyle bir mimari yapıya dönüştürüp içine yerleşmişlerdir. Arkeolojik bulgular da Türklerin Avrasya bozkırı üzerinde ve onların yayıldığı başka yerlerde bu tür mimari yaşam alanı izleri bıraktığı söylenebilir. Topak ev türü dairesel mimari yapılar, toplantı yerleri düzenlemiş oldukları ve bunları Merkezî Avrasya ve kenarlarına yaymış oldukları bu yaşam düzenine Türklerin ‘korugan yaşam düzeni’ diyorum.

Belki şiddetli iklim değişiklikleri, kuraklıklar ve kıtlıklar, belki ‘yir bulgakı ’(deprem) sıklıkla olduğu için, belki evcil hayvan sürülerinin çoğalmış olması ve onlara daha geniş ve sulak otlaklar bulunması nedeni ile yayılma ve coğrafya üzerine çevreye dağılma gereksinimi belirmiştir. At ve benzerlerinin evcilleştirilmesi, eyer, ip ve demir gemlerin ve üzengilerin kullanıma girmesi Merkezî Avrasya’nın yanı sıra, zaman zaman bu sınırların dışına taşarak yeni yerler arayışı içine girildiği de söylenebilir[6].

Gerek arkeolojik kazılardan ortaya çıkan buluntuların değerlendirilmesinden ve gerekse, farklı dillerde kadim zamanlarda yazılmış yazıtlardan <metinlerden> edindiğimiz bilgiler ışığında şu değerlendirmeyi yapacağım:

Türklerde, ‘at’, ilk yerleşiklik yaşam düzenini değiştirmiş, korunma, barınma ve beslenme gereksinimlerini karşılayacak yeni bir düzene geçilmiştir. Sabit yerleşim birimleri ve ona bağlı tüm mimari yapı, ev eşyaları, kap kapacak, giyim-kuşam, yemek, içmek, tarım ve hayvancılık türleri biçim değiştirmiştir. Bu süreç, dediğim gibi, ‘at’ ile sona ermiştir, kanısındayım. Tüm tasarımlar, üretimler, yaratılar, ‘at’ın getirdiği yeni yaşayış biçimine uyumlu duruma getirilme yoluna girmiştir. At, bir yandan mesafeleri kısaltırken bir yandan da daha geniş alanlar üzerine yayılmayı ve uzakları yakın eden bir ulaşım, bir savaş aracı, bir iletişim işlevi yüklenmiş bir binek hayvanı, binicisini tehlikelerde uyaran kendisinden vazgeçilmez bir can yoldaşıdır. Aynı zamanda etinden, sütünden ve derisinden yararlanılan bir hayvandır.

Türk’ün kanatları at’tır. O, zamanının uçağı, tankı gibi en etkili savaş silahıdır. Yaşam mimarisinde ve yaşam düzeninde olağanüstü bir dönüştürücüdür. Dolayısıyla, Türklerin yaşayış düzeninin ikinci dönemi ‘at’ ile başlar. ’At’, bana göre Türklerin yaşamında her şeyi değiştiren olağanüstü bir devrimi anlatır.

Sabit yerleşim birimleri Türkler arasında genel yaşayış biçimi olmaktan çıkar, değişime uğrar. Ortaya yeni bir yerleşim ve yaşayış düzeni gelir. Şehirler, kasabalar ve köyler, ‘taşınabilir’ mimari ögeler ile kurulur; bu ögeler gerektiğinde sökülüp bozulur, yeniden kurulur ve her şey bu yeni süreçte taşınırlığı güçlendirici teknolojilere dayalı biçimde üretilir. Yeni yaşam, kendi mimarisini ve yaşama düzenini yaratır. Arabalar, arabalı ve arabasız topak evler, ev eşyaları üretimi ortaya çıkar ve yük taşıyıcısı hayvanların kullanımı <at, katır, eşek, deve, sığır gibi> artar.

İnanç değişiklikleri <Kamlık, Mazdeizm, Maniheizm, Budizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet>,Türk toplum yaşamına yerleşikliğe özgü, kalıcı ve taşınamaz ‘yapı’lar kurma ve içinde yaşama gereksinimini de beraberinde getirir. İslâmî inanç ile birlikte, yerleşiklik eğilimleri, inanç yapılarına yakın yaşama isteği kazanması ile yeniden taşınamaz şehirler, kasabalar ve köyler Türklerin yaşayışına geri döner.

Tarihin değişimine bağımlı biçimde Türklerin yaşayışı da değişime uğrar. Merkezî Avrasya coğrafyası üzerinde Türklerin yaşayışında üçüncü dönem başlar. Yerleşikliğin kendini gösterdiği şehirler, kasabalar ve köyler ve bunların yanında taşınabilir şehirler, kasabalar, köyler gibi birimlerde yaşayışlarını yan yana sürdüren Türkler, zaman zaman birbirleriyle çıkar çatışmalarına düşeceklerdir. Ancak, yönetimler bu tür uyuşmazlıkları önlemeye çalışsa da geniş sürülerin ekili çayırları ortadan kaldırması önlenemez. Yarı hareketli-yarı yerleşik yaşam düzeni, yerleşiklik arttıkça kendini daha güvende hissettiği söylenebilir. Bu ikili yaşam düzenini dengeleme açısından güçlüğü farklı çıkar açılarından doğan bakış açıları çıkarıyor olsa gerek.

Türklerin yaşam düzeninde ikili yapının toplum üyeleri arasında sürekli bir çatışma alanı yarattığı ve bunun önlenemeyişi ile türlü başkaldırıların ortaya çıkması yönetimleri usandırmıştır. Yerleşikliğe geçiş bu yüzden yönetimlerce teşvik edilmiştir. Kimi zaman da kimi aşiretlerin yerleşikliğe, iskâna mecbur edildiği bilinmektedir. Bu türden tedbirler büyük ölçüde yerleşikliği arttırmış ve böylece yeni bir yaşam düzenine toplum yaşamı evrilmiştir, denebilir.

Yerleşik yaşam düzenine Türkler, Önavrasya coğrafyası üzerinde her ne kadar XI. yüzyılda başlatılabilirse de, ağırlıklı olarak XV. yüzyıl içinde girmeğe başlamış, XX. yüzyıl içinde süreç tamamlanmıştır. Aydınlı aşireti gibi çok küçük bir Türkmen aşiretinin varlığı bugün Türk toplumu içinde gözboncuğu değerinde tutulmaktadır.

Türklerin tarih boyunca yaşayış düzenlerinde görüp belirtmek istediğimiz durumlar bunlardır. Ancak bütün bunlar gelişi güzel, kim ne isterse öyle olsun bağlamında kurulu yaşam düzenleri değildir. Her dönemin kendine özgü yönetim ve yerleşme töresi vardır ve herkes bu töreye uymakla yükümlüdür. Bunlar başlangıçtan günümüze kadar sözlü ve yazılı yasalar çerçevesinde düzenlenmiştir. Bunları uygulayıcı devletin de ‘yurt’ coğrafyası üzerinde bir yerleşim ve dağılım düzeni vardır. Türk tarihinde bu düzen bugün de varlığını büyük ölçüde koruyor, diyebilirim.

II. Türklerde devlet düzeninin yurt üzerinde konumlanışı ve sürekliliği

Ural-Altay eklemeli dil ailesi toplumları arasında yer alan Türkler, kadim zamanlardan beri doğuda Ordos’tan batıda Kara Ormanlar’a kadar uzanan Merkezî Avrasya toprakları üzerinde yurt tutup yaşamışlardır. Kadim zamanlarda bu sınırların dışına taşıp yayıldıklarına dair görüşler vardır. Ancak bundan daha önemlisi, Merkezî Avrasya üzerinde olduğu gibi, Türklerin, Önavrasya üzerinde de, ikinci bir yurt kurup yeni bir Türk devleti ve imparatorluğu kurmalarıdır. Bu yurt, Selçuklu hânedanı, İlhanlılar, Beylikler, Osmanlı hanedanı ve nihayet Cumhuriyet Türkiyesi ile varlığını sürdürmektedir. Şüphesiz yerleşik yaşam düzeni de en yüksek düzeyine erişerek yoluna devam etmektedir.

Türkleri ‘boy’ devletleri olmaktan çıkarıp onları birleştirip tek ‘bodun’a dönüştüren Hun[=Xiong-nu] beyi Mode[Mode> Mod=Bod=Boy] Han, kuzeyde yay çeken bütün boyları birleştirdikten sonra unvanı ‘Tengri Qutı Mo-tun’ olmuştur. ‘Mo-tun=Bo-tun” anlam bakımından aynıdır. Adı, m- = b- ses denkliği açısından ele alınca ’Bo-tun’ bildiğimiz ‘bodun’ [Boylar birliği] anlamında bir sözcüğe dönüşür. Türk kültüründe ‘boylar birliği’ anlamındadır. ‘Bod’=mot sözcüğü teklik halinde ’ boy’ anlamındadır ve +n çokluk eki ile boylar birliği anlamında, ‘botun=bodun’ sözcüğünü verir.

Türk devletinin düzenlenmesi, yurt üzerinde yerleştirilmesi de herhalde bodun, boy, oba, avul ve ocak düzenlerinde nüvesi bulunan yapının bir ‘devlet düzeni’ biçimine geliştirilip dönüştürülmesi de yay çeken boyların birleştirilip bir düzene konması ile başlar. Devletin, bu örgütlenme ve kurumlaşma yapısı ile yurt üzerinde yayılışı uzun yüzyıllar korunmuştur. Bu modelin topak ev içinde yer alan ot(ateş)-ocak ve yerleşim ve oturuş <tör, sağ-sol, eşik, kaplık-kaşıklık, yüklük, yiyecek-içecek yeri, ocak ve sacayak > düzeninden geliştirilip ortaya çıktığı da düşünülebilir.

Türklerin bu devlet yerleşim ve örgütlenme modeli, yönetim yapısı üçlü bir sacayak üstüne oturur. Türklerin bu örgütlenme modelinde üçlü sacayak şöyledir: sağ kanat (batı), ortu <orda> (merkez) ve sol kanat (doğu) vardır. Kağan adayı tigin/şad ise, doğuda, yani solda kendi ordusu ile bir ‘has’ yöneticisi yapılır. Yönleri, nereye doğru bakıp oturma biçimi belirler. Dolayısıyla değişmez olan doğu, orda (ortu) ve batı yönleridir. Bu üç değişmez konuma göre, yönetici kadroları devlet yaşamında yerlerini alır ve işlevlerini yüklenir, yerine getirmeye çalışırlar. Ortu veya orda’da kağana yardımcı olanlar ve kağanın devlet ve hükûmet işlerini yürüttüğü kişiler ve hizmetleri yürütecek görevliler oturur.

Her üç kanadın yaylağı, kışlağı bellidir. Kimse ötekinin yaylağına veya kışlağına giremez. Çin tarihçileri ‘Tengri Qutı Bodun Kagan’ tarafından kurulmuş bu üçlü yapının yurt toprakları üzerinde kendi zamanında nasıl düzenlediğini kayıt altına almıştır.

’Han Hanedanlığı Tarihi’ içinde yer alan ‘Hsiung-nu(Hun) Monografisi’ adlı eserde üçlü yapının nasıl konumlandırılmış olduğu ve hangi devlet görevlilerinin bu düzen içinde yer aldığı, topraklarının nerelerde bulunduğu açıklanır. Üçlü yapı deyişimizi bu kayıtlar iyice pekiştirir.

’Tanyu’ başkanlığında yönetim yapısında toplam 24 boy beyi bulunurdu ve bunların on binlik tümenleri vardı. Kaynak, bunların altlarında da daha küçük birim beyleri bulunduğunu belirtir. Bunlar, devlet divanında şöyle oturur ve şu toprak düzeninde yaşarlardı:

Sol taraftaki bey ve komutanlar doğuda otururlardı. Toprakları Shang-ku’nun doğusundan Hui-mo ve Ch’ao-hsien’e kadar uzanırdı. Sağ tarafın bey ve komutanları batıda otururlardı. Toprakları Shang-chün’ün batısından Ti ve Ch’iang’lara kadar uzanırdı. Ch’an-yü’nün mülkü ise Tai-chün ve Yün-chung sınırına kadar gelirdi. Her birinin kendine ait bir toprağı vardı. Su ve otları takip edip yer değiştirerek göç ederlerdi.[7]

Yukarıdaki alıntıda yer alan sözler bize Türk devlet yapısının örgütlenme ve yurt toprağı üzerinde konuşlanma modelini anlatır. Bunun da, sağ kanat-ortu- ve sol kanattan oluşan bir üçlü yönetim yapısı ortaya çıkardığı görülür. Şad unvanlı müstakbel kağan adayı Tigin için ise, ayrıca bir ‘has’ tahsis edilir ve orada geleceğe hazırlanırdı.

Önavrasya Türk imparatorluğu içinde de bu model yapı uygulamasının sürmekte olduğu görülür. Şad’ın eğitimi gibi, müstakbel padişah namzedi ‘şehzade’lerin eğitimleri de, üçlü yapının solunda, yani doğu kanadı üzerinde yer alan ve ‘has’ olarak bu işe tahsis edilmiş olan Manisa, Amasya ve Trabzon gibi vilâyetlerde gerçekleştirilirdi. Bu eğitim sürecinde şehzâdelere bir padişah’ın devleti yönetmek üzere bilmesi icap eden bilgiler kazandırılırdı. Bu eğitim süreçlerinde onların ayrıca güzel sanatlar ile ilgili yetenekleri ortaya çıkarılmaya çalışılırdı. Eğitimlerine tahsis edilen hocalar, kendilerine devleti ve orduları sevk ve idare etmeyi, savaş stratejilerini, silâhların özelliklerini ve onların kullanımlarını, diplomasi sanatının inceliklerini öğretirlerdi.

Bu modelin Önavrasya Türk imparatorluğu[8] içinde yetişmiş en mükemmel örneği hiç şüphesiz olağanüstü yeteneklerini tarihe kanıtlamış olan Fatih Sultan Mehmed’dir. Devlet yapısını ve örgütlenme modelini yaşayış biçimine ve zamanın gereksinimlerine göre yeniden yapılandıran kişidir. Bir bakıma Tengri Kutı Bodun Kağan, M.Ö. 200’lerde devlet uğruna neler yapmış, nasıl bir düzen ve yönetim yapısı kurmuş ve zamanın gereksinimlerine cevap vermiş ise, Fatih de kendi zamanında ana yapıyı koruyarak çağın gereksinimlerini karşılayacak yeni bir yapı ve kurumlarını ortaya çıkarmayı başarmıştır, kanısındayım[9].

Türklerin kadim devlet modelinde de ‘şad’ konumunda bulunan ‘tigin’lerin bildiğimiz en iyi örneği ‘Bilge Kağan’dır. Onun iyi bir devlet adamı, bilgelik vasfı, edebî yaratıcılığı, tarihçiliği ve şairliği böyle bir eğitim süreci yaşamış olması ile de ilgili olsa gerektir, diye düşünüyorum.

III. Sonuç

Türklerin devlet düzeni ve bunun yurt üzerine konuşlanma modeli Önavrasya Türk imparatorluğu sürecinde de varlığını korur. Doğuda bulunana Anadolu Beylerbeyliği, batıda bulunana ise, Rumeli Beylerbeyliği denirdi. Devletin sağ ve sol kanadı beylerbeyi tayin edilenler eliyle yönetilirdi. Padişahın oturduğu başşehir <orda, ortu, asitane> İstanbul idi. İstanbul başkanlığını padişahın yaptığı hükûmet merkezi idi. Hükûmet etme ve önemli işler divanda görüşülüp karara bağlanırdı. Divan’a padişah adına çoğu zaman ‘Sadrazam’ riyasette bulunurdu. Bu durum da kadim devlet modeline uygundur. Kadim zamanların modelinde ‘sadrazam’ için en güzel örnek, ‘Serdarlık’ ve ‘Sadrazamlık’ görevlerini birlikte yürüten Bilge Tonyukuk’tur. O da, savaş ve diplomasi işlerini kağan adına yürüten kişidir. ‘Kengeş’, ‘ayuk’ veya ‘toy’ toplantılarında kağanın ayguçısı, orduyu sefere çıkarıcısı ve yöneticisi, serdar ve başvezir konumunda bulunan kişi olurdu.[10]

Türkler imparatorluk topraklarını büyük ölçüde yitirdi. Ancak, bugün devletin, cumhuriyetin yine Rumeli ve Anadolu toprakları üzerinde yerleşik devlet düzenini, üçlü modeli yurt üzerine yayarak varlığını geleceğe taşımakta olduğu anlaşılıyor. ‘Tengri Qutı Kagan[11]’ın yarattığı üçlü devlet örgütlenme ve yurt üzerine konuşlandırma modelinin çağımızda bile işlevini başarı ile yürüttüğü kanısındayım. Şüphesiz bu modelin iç yapısına yeni gereksinimlere göre yeni birimlerin katılması doğaldır. Üçlü devlet yönetim modelinin tarihî süreç içinde gösterdiği varlığı sürdürme ve var olma azmi, Türkleri geleceğe taşıyacak yetenek ve kapasiteleri bünyesinde koruduğu anlamını da içinde barındırır, kanısındayım[12]. Cumhuriyetin yerleşim ve idari yapı modeli, ayakta durmak için seçilmiş en özgün modeldir ve bugün aldığı yaralara karşın çağın güçlüklerine <daha tahribe uğratılmaz ise> direnebilecek yegâne yapıdır. Elimizde iki eyaletten Rumeli eyaletinden küçük bir parça, Trakya ve Anadolu eyaletinden sadece Anadolu toprakları kalmıştır. Tarih, deneyimler, Türkleri, ortu’yu İstanbul’dan Ankara’ya taşımak mecburiyetinde bırakmıştır.

Dursun YILDIRIM Hacettepe Üniversitesi E. Öğretim Üyesi, email:dursun2@gmail.com

[1] Benggü Taş Bitig yaratılarında yer alan Türk dilinde yazılmış yazıtlar bir yana konacak olur ise, Türk tarihinin en kadim dönemleri ile bağlı bilgilere ancak Çin yıllıklarından erişmek mümkündür. Kaynakçada konuyla bağlı önemli gördüğümüz yayınlara sınırlı sayıda da olsa yer vermeye çalışacağız.

[2] Bu konularda kapsamlı bilgi dökümü bakımından Zeki Velidi Togan’ın ‘Tarihte Usul’ adlı eserine bakılması tavsiye olunur.

[3] Köl Tigin Benggü Taş Bitigi, D1’de yer alan bu cümlede koşutluk nedeniyle ‘tengri’ diye okunan çift addan oluşan sözcüğü, ben burada, ‘tengger’ <gök çadır> biçiminde okuyorum. Çünkü, ’üze kök tengger’in koşutu ‘asra yagız yir’ söyleyişi böyle okunmasını icap ettirir, düşüncesindeyim. Bu nedenle ‘ kök tengger’ koşutu ‘yagız yir’ biçiminde okunmalıdır. Ayrıca, adlarının yanlış kaydedildiği inancı ile genel okuyuşlarda ‘Bumin’ ve ‘İstemi’ biçiminde kaydedilen adların ilkini ‘Tuman’ veya ‘Tümen’ şeklinde; ikincisini de ‘ Uç Temir’ veya Üç Temir’ diye okumanın daha doğru olacağı ve yanlış kaydedilmiş olduğu anlaşılan bu adların böylece düzeltilmiş olacağı kanısındayım. Her ikisinin de birer askerî unvan gösterdiği göz önüne alınırsa, bu unvanların asıllarının bu şekilde olması icap eder. ‘İstemi’ batıda, yani uçta bulunur. Devletin başının ‘Tümen’ veya ‘Tuman’ unvanı ile anılması da mümkündür. Önceki unvan kalmış olabilir. Kutluk Kağan’nın “İlteriş Kutluk Kağan” olması öncesi gibi. Ben, ”Uç Temir” ve “Tümen”i tercih ediyorum.

[4] Türklerin meşruiyet ve doğuş efsanelerinden birinde ‘törük’ unvanı ile ilgili bilgi İstanbul’daki Selenge Yayınları arasında çıkan Liu Mau-Tsai’nin “ Çin Kaynaklarına göre Doğu Türkleri” adlı eserinde yer alır: ”T’u-küe’lerin ataları, Hiung-nu’ların kuzeyinde bulunan So Devleti’nden gelmektedir. Kabilenin şefi, onyedi erkek kardeşi olan A-pang-pu’ydu; bir dişi kurt tarafından dünyaya gelen erkek kardeşlerden birinin adı İ-çi-ni-şi-tu’dur. Kardeşlerin hepsi, <a-pang-pu ve kardeşleri> uzuvları eksik dünyaya gelmişlerdi. Bu yüzden sonunda <onların> devletleri <başkaları tarafından> saldırıya uğrayarak yıkıldı, yok edildi. Fakat, bir peri, İ-çi-ni-şi-tu’ya dokunarak onu öyle bir yetenekle donattı ki, yağmurlar yağdırabiliyor, rüzgârları estirebiliyordu. İki kadınla evlendi. Rivayete göre kadınlardan biri, yaz tanrısının ve diğeri ise, kış tanrısının kızıydı. İçlerinden biri dört oğlan çocuk dünyaya getirdi. Oğlanlardan biri beyaz bir kuğuya dönüştü <uçtu, gitti>. Diğeri A-fu ile Kien Nehri arasında kalan topraklarda bir devlet kurdu. Devlete K’i-ku denildi. Üçüncü oğlu Ç’u-Çe nehri kıyısında hüküm sürmekteydi; dördüncüsüyse Tsien-Sse-ç’u-çe-şi Dağı’nın yamacında yaşıyordu. Bu oğlan dört çocuktan en büyüğüydü. Bu dağın tepesinde A- pang-pu kabilesinin başka kolları da yaşıyorlardı. Oralarda hava çok soğuk olduğundan, oğlanların en büyüğü, kabile insanlarının ısınmaları ve hayatta kalabilmeleri için ateş yakıyordu. Böylece hayatta kalmayı başardılar ve en büyük oğlanı reis tayin ederek, ona T’u-küe adını verdiler.” (bk. 15-16). Liu Mai-Tsai, bu efsanede ‘T’u-küe’nin bir hükümdar unvanı olduğunu belirttikten sonra da, açıklamasında T’u-küe sözcüğünün hükümdarlık unvanından türetilmiş olacağına aynı yerde ve dipnotunda işaret eder. Ben bu sözcüğü H.N. Orkun gibi düşünüyorum. ‘Türk’ sözünün yaratmak anlamındaki törü- fiilinden türetildiği görüşünü paylaşıyorum. Bu sözcük ve unvan filolojik açıdan şöyle bir gelişme izlemiştir: törü+k>törük ve buradan da gerileyici benzeşme olayı ile törük>türük ve ikinci ünlünün düşmesi ile ‘türk’ olmuştur. Benggü Taş Bitig yazıtlarında Bilge Kağan’ın bir unvan olarak ‘törük’ unvanını kullandığını görmekteyiz. İslâmileşmiş türeyiş efsanelerinde Türkler, Yafes oğlanlarından ‘Türk’ten türemiş gösterilir. Kısaca, kağanlık unvanı olan ‘törük’ ilk kaldırılan kağanın unvanı olan bu ad, bod ve bodun için bir kağana mensubiyet nedeniyle topluma kimlik adı gibi ıtlak edilmiş, böylece “ törük bodun” ortaya çıkmıştır. Tıpkı ilk kağanı göğe kaldırıp bu unvan ile yaratanlar, kendilerini de topluluk olarak bu ad ile yeniden yaratmışlar, ‘törük bodun’ kavramını ortaya çıkarmışlar; “törük bodun” kavramından yaratılmış, birleştirilip yaratılmış, düzene konmuş toplumu, boylar birliğini anlıyorum. Şunu da unutmamak gerekir. ‘Bodun’ en az beş boyun birleşip bir kağan kaldırması ile gerçekleşebilir.

[5] Türklerin Avrasya üzerinde yarattığı ‘korugan/kurgan’ kültürü üzerine yapılan arkeolojik çalışmalar şaşırtıcı bir benzerlik gösterir. ‘Kurgan culture’ diye bilim dünyasında bu mimari yapıların adlandırılması, yerleşiklik kazanması bilim dünyasının mahcup bir onaylaması sonucudur, kanısındayım. Bununla birlikte, üstü bilimsellik ile örtülü ‘Aryanist’ bakış açısı hemen her çalışmada kızarmış yüzler içinde kendini göstermekten geri durmaz.

[6] Orta Avrupa, Balkanlar, Anadolu ve Mısır, İran ve Hindistan ve Çin Türklerin kadim ve yeni zamanlarda bu geniş coğrafya üzerinde izler bıraktığı, yeni zamanlarda bu sınırları da aştığı söylenir ise yanlış ifade edilmemiş olur. Eski dünya tarihi, toplumların kültür tarihleri Türkler olmaksızın yazılırsa eksik olur. Ancak, burada Türkler yerine sadece boyların veya iktidarların adları belirtilmek suretiyle aradaki bağlar buharlaştırılır ve Türkler eski dünya üzerinde anlaşılmazlığa terk edilir. Sayıları az da olsa, bu bakış açısından dışarı çıkıp bilimin dürüstlüğü içinde davrananlar da vardır ve her biri gerçek bilim adamı hüviyetini korur ve güvenilirlikleri ile geleceğe yürürler. Onlara, eserlerine hiç şüphesiz dünya tarihçiliği ve Türk tarihçiliği müteşekkirdir.

[7] Ayşe Onat, Sema Orsoy ve Konuralp Ercilasun tarafından hazırlanıp TTK tarafından yayınlanan “Han Hanedanlığı Tarihi Hsiung-nu(Hun) Monografisi” adlı eserden alınmıştır. Bk. sahife: 8.

[8] Önavrasya deyimi ve buna bağlı Önavrasya Türk imparatorluğu kavramı bana aittir. Zira, Türk devlet ve imparatorluğu temelleri 1041’de Tuğrul ve Çağrı Beyler tarafından atılmış ve bu devlet, çeşitli iktidarlar ve hanedanlar eliyle Cumhuriyet çağına erişmiştir. Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler, İlhanlılar ve Timurlular, Beylikler ve Osmanlı dönemleri ve nihayet Cumhuriyet Türkiyesi Önavrasya Türk İmparatorluğu süreci içinde görülen değişimleri, bölünme ve birleşme tarihlerinin geçirdiği süreçleri yansıtır. Parçalanmalar, kendi aralarında savaşanların iktidar kavgası sonucu olmakla beraber, Türklerin yurt tuttuğu coğrafya Türk diliyle konuşmayanların yönetiminde asla kalmaz. Bu nedenle, Rumeli ve Anadolu Beylerbeylikleri öncesi Önasya Türk İmparatorluğu, bu hüviyetini küçülse de üçlü yerleşim yapısını korumaya muvaffak olur.

[9] Fatih Sultan Mehmed, eğitim sürecinde hem Türk ve hem de Roma eğiticilerince yetiştirilmiş, eğitilmiştir. Kadim zamanlarda da Türk ve Çinli eğitimcilerin müstakbel kağan adaylarını birlikte eğittikleri olmuştur.

[10] Zeki Velidi Togan, Hüseyin N.Orkun, Nihal Atsız, M. Fuad Köprülü, Reşid R.Arat, Ziyaeddin F. Fındıkoğlu, Abdülkadir İnan, Ömer L. Barkan, P. Naili Boratav, Şükrü Elçin, M. Kaplan, Faruk Sümer, Bahaeddin Ögel, Şinasi Tekin, Muharrem Ergin, Zeynep Korkmaz, Semih Tezcan, İsenbike Togan, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Ahmet Taşağıl, Ahmet Bican Ercilasun, Konuralp Ercilasun, Tuncer Baykara, Ferruh Ağca, Erhan Aydın, Hatice Şirin ve Talat Tekin yazdıkları eserler ile Türk tarih yazıcılığına önemli mesafeler kazandırmışlardır. Bu isimlere elbette eklenebilecek çok sayıda bilim adamı vardır. Ben burada ilk aklıma gelenleri zikretmekle yetindim. Her biri bir döneme ışık tutmaya çalışmış Türk bilim adamlarıdır. Başlangıçtan günümüze doğru Türk tarihinin çeşitli kesitlerine ışık tutarlar.

[11] Her ne kadar ‘Tanyu, Tanhu, Şanyu’ vesair söylenişleri var ise de, ben Türkler arasında yaygınlık kazanmış olan ‘Kagan’ unvanını bu yazıda tercih etmiş olduğumu belirtmeliyim.

[12] Bu yazı için bir kaynakça tertip etmeyeceğim. Ancak, birçok yerli ve yabancı bilim adamlarının eserlerinin okunduğu ve bunların tahlillerinden terkip edilmiş ve Türklerin kültür ve tarihi ile bağlı şahsî çıkarımlarımı ve açıklamalarımı yapmış olduğum bu yazı eleştiriye açıktır ve bundan memnuniyet duyacağımı ifade etmek isterim.

Yazar

Dursun Yıldırım

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.