Yükleniyor...
Yazarımız Ahmet B. Ercilasun, Yeniçağ gazetesinde 28.01.2018 – 25.03.2018 tarihleri arasında Türklerin türeyiş efsaneleriyle ilgili altı yazı yazdı. Misak editörlüğü bu yazıların birleştirilip tek bir yazı hâlinde okuyuculara sunulmasını uygun gördü.
Türklerin türeyişleriyle ilgili en eski kayıt, Cou-şu adlı Çin kaynağındadır. Bu kaynak, Çinlilerin Cou hanedanının tarihidir ve 629 yılında yazılmıştır. Cou–şu’da anlatılan efsane şöyledir:
Türklerin ataları, Hyung–nu’ların (Hunların) kuzeyindeki So devletinden gelmiştir. Boyun başı A-pang-pu idi; 17 erkek kardeşi vardı. Kardeşlerinden birinin adı İ-çi-ni-şi-tu idi; dişi bir kurttan doğmuştu. Bütün kardeşlerin devletleri yıkıldı, sadece İ-çi-ni-şi-tu kaldı. Çünkü ona bir peri dokunmuştu. Bu sayede yağmur yağdırabiliyor, rüzgâr estirebiliyordu.
İ-çi-ni-şi-tu iki kadınla evlendi; biri yaz tanrısının, biri kış tanrısının kızı idi. Bunlardan biri dört oğul doğurdu. Oğullardan biri ak bir kuğuya dönüştü.
Çocuklardan biri A-fu ile Kem (Yenisey) ırmakları arasındaki topraklara yerleşti; bunlara Kırgız denildi. Üçüncü çocuk Çu-çe ırmağı kıyısında hüküm sürdü.
En büyük oğul, Batı Sayan dağının yamaçlarına yerleşti. Dağın tepesinde A-pang-pu boyunun başka kolları yaşıyordu. Çok soğuktu ve üşüyorlardı. Büyük oğul ateş yakarak onları ısıttı ve korudu. Onlar da büyük oğulu başbuğ yaptılar ve ona Türk adını verdiler. Unvanı No-tu-lu Şad idi.
No-tu-lu Şad’ın on eşi vardı. Bunlardan doğan çocuklar annelerinin soyadını almışlardı. No-tu–lu Şad ölünce bu çocuklardan biri başbuğ seçilecekti. Kadınlar bir ağacın altında toplandılar ve şöyle karar verdiler: Ağaçta kim en yükseğe sıçrarsa o, başbuğ olacak.
Kadınlardan birinin adı A-şi-na idi ve onun oğlu en küçük çocuktu. En yükseğe o sıçradı ve başbuğ oldu. Kendisine A-hien (Bilge) Şad unvanını verdi.
Araştırıcılar, yukarıdaki efsaneyi, Bozkurt / Ergenekon destanının bir varyantı saymışlardır. Bunun birkaç sebebi var:
1) Çin kaynakları bu efsaneyi de Kök Türklere ait efsaneler arasında sayar,
2) İlk ata İ-çi-ni-şi-tu, dişi kurttan doğmuştur,
3) Bu efsanenin sonundaki No-tu-lu Şad (Türk), A-şi-na ve A-hien (Bilge) Şad isimleri, Bozkurt efsanesiyle benzeşir.
Ancak bu efsanede, bacakları kesilen çocuk, dişi kurt tarafından beslenme ve dağların arasına (Ergenekon’a) kaçış yoktur. Buna karşılık Bozkurt efsanesinde olmayan birçok motif vardır: İki kardeş, perinin dokunması, yağmur yağdırma ve rüzgâr estirme yeteneği, yaz ve kış tanrılarının kızlarıyla evlenme, çocuklardan birinin ak kuğuya dönüşmesi, üç çocuğun üç ülkeye sahip olması, Türk’ün ateşi icat etmesi, yükseğe sıçrama.
Çocuklardan birinin iline / devletine Kırgız adı verilmesi, dikkat çekicidir. Bu husus, efsanenin sadece Kök Türk boyuna ait olmadığını, bütün Türklere ait olduğunu gösterir. Bu yargımızın başka sebepleri de vardır.
Yukarıda saydığımız farklı motifler, daha sonraki kaynaklarda bütün Türklere ait motifler arasında geçer. 1126 yılında yazılmış bulunan Mucmelü’t-Tevârîh adlı Arapça kaynakta Türk’ün babası Yafes’tir. Yafes, Babası Nuh’tan öğrendiği bir adı bir taşa kazımış ve ihtiyaç duyunca yağmur ve kar yağdırma gücünü elde etmiştir. Yine bu Arapça kaynakta Türk’ün yerleştiği bölgedeki dağın başında bir ateş peyda olmuştur. Üç oğulun üç ülkeye yerleşmesi motifi, Şehname’de Feridun’un dünyayı üç oğlu arasında paylaştırması ve İslam kaynaklarında da Nuh’un dünyayı üç oğlu arasında paylaştırması ile aynıdır. İslam kaynaklarındaki bu rivayetler, Kök Türk boyu ile değil, genel olarak bütün Türklük ile ilgilidir. Şu halde 629’daki Çin kaynağında bulunan bu efsane, İslam kaynaklarındaki efsanenin en eski biçimidir; fakat az da olsa Bozkurt efsanesi ile karışmıştır.
Tarih ve coğrafya bakımından birbirinden çok uzakta bulunan Çin ve Arap kaynaklarının, Türklerin bu en eski efsanesine ait benzer motiflere sahip olması tek bir şekilde açıklanabilir: Çinliler de, Arap kaynaklarını yazanlar da bunları Türklerden işitmişlerdir. Elbette efsanede, zaman ve coğrafya farklılığından ve dinleyenlerin algılamalarından doğan değişiklikler söz konusudur.
İlk ataların adları? Yaz ve kış tanrılarının kızlarıyla evlenme? Onları da sonraya bırakalım.
Uzun zamandan beri Türk destan ve efsaneleri hakkında yazmak istiyordum. Geçen hafta bir ucundan işe başladım. Türlü türlü izlerin ve sözlerin birbirine karıştığı bugünlerde destanlara sığınmak belki ruhlarımızı arındırır. Geçen hafta sorduğum sorulara daha sonra döneceğim. Şimdi “Yeniden Türeme” efsanesine bakalım:
Türkler, Hyung-nu’ların (Hunların) özel bir uruğudur. A-şi-na soyundan geliyorlar; kendi başlarına, ayrı olarak yaşıyorlardı. Bir süre sonra komşu ülkenin saldırısına uğradılar ve yenildiler. Bütün soy ve sopları yok edildi. Sadece on yaşında bir çocuk kaldı. Düşman askerleri onun küçük bir çocuk olduğunu görünce öldürmeye kıyamadılar; ayaklarını kestiler; bir sazlık ve bataklığa attılar. Orada bir dişi kurt vardı. Çocuğu etle besledi. Çocuk büyüdü; kurt ile birleşti. Kurt, çocuktan hamile kaldı. Komşu ülkenin hükümdarı çocuğun hâlâ hayatta olduğunu işitince, öldürülmesi için adamlarını gönderdi. Gelenler, çocuğun yanında kurdu da gördüler; onu da öldürmek istediler. Kurt, Kao-çang (Turfan) ülkesinin kuzeyindeki dağa kaçtı. Dağda bir mağara vardı. Mağaranın içinde zengin ve verimli, çayırlarla kaplı bir ova vardı. Ova, yüzlerce kilometre genişliğindeydi ve dört bir yanı dağlarla çevriliydi. Dişi kurt orada saklandı ve on erkek çocuk doğurdu. On çocuk büyüdü. Mağaradan çıkıp dışarıdan kızlar alarak evlendiler. Onlar da hamile kaldılar. Böylece on çocuğun her biri bir soya sahip oldu. Soylardan biri de A-şi-na idi. Bunların oğul ve torunları da çoğaldılar; zamanla yüzlerce aile oldular. Birkaç nesil sonra hep birlikte mağaradan çıktılar ve Ju-ju’lara (Juan-juan’lara) tâbi oldular. Altay Dağlarının güney eteklerinde Ju-ju’ların demircileri olarak yaşadılar. Altay dağı miğfere benziyordu ve onların dilinde miğfere Tu-kü (Türk) deniyordu. Bu sebeple kendilerine Tu-kü (Türk) adını verdiler.
Bu efsane de 629 tarihli Çin kaynağında, Cou-şu’da kayıtlıdır. Efsane, bütün Türklerle değil, doğrudan doğruya Kök Türklerle ilgilidir. Bütün Türklerle ilgili olan türeyiş efsanesini geçen hafta yazmıştım. Bütün Türklerle ilgili olmadığına, sadece onların bir kolu olan Kök Türklerle ilgili bulunduğuna göre bu efsane daha sonraki bir türeyişi göstermektedir. Bu sebeple “ilk türeme” değil “yeniden türeme” efsanesidir. Halk bilimi ve destan bilimi uzmanı olan Dursun Yıldırım da bu efsane için haklı olarak “yeniden türeme” terimini kullanmıştır.
Görüldüğü üzere bu metin, hepimizin bildiği Bozkurt Destanı’dır. Daha sonraki Çin kaynaklarında bu metnin değişkeleri (varyantları) de bulunmaktadır. Değişkelerdeki bazı farklılık ve fazlalıklar önemlidir. Mesela Sui-şu’da (636), metnin başlarında “Bu insanların ataları Batı Denizi’nin üst bölgesine hükmediyorlardı.” cümlesi vardır. Bei-şi’de (659) ise “Batı Denizi’nin batısı” denmektedir. Bu kayıt, Kök Türklerin atalarının düşman saldırısına uğramadan önceki yurtları hakkında bir ipucudur. Batı Denizi’nin neresi olduğu konusunda araştırıcıların çeşitli fikirleri vardır.
Sui-şu ve Bei-şi’deki şu kayıt da ilgi çekicidir: “Ama birden dişi kurdun içine sanki bir ruh girmişti ve kurt kendisini Batı Denizi’nin doğusunda buldu.” 1000 yılının başlarına ait bir Çin kaynağındaki kayıt ise şöyledir: “… tam yaklaşıp öldürecekler iken bu kurt kuvvetlenerek, tabiat üstü bir şekilde uçarak denizin doğusunda bulunan dağda durdu.” (Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler, 1995: 110). 801 tarihli Çin kaynağı Tung-dien’de ise kurdun çocuğu beslemek için uçarak et bulduğu kaydı vardır (Taşağıl 1995: 95).
Bu kayıtların önemi şudur: Çocuğu besleyen ve ondan hamile kalan kurt, alelade bir kurt değildir; olağanüstü bir varlıktır. Dursun Yıldırım’a göre “don değiştirmiş bir dişi Türk, bir kadın kam” olabilir. “Don değiştirmek”, “başka bir kılığa girmek, insan iken hayvan, hayvan iken insan kılığına girmek” demektir. Hacı Bektaş ile ilgili rivayetlerde ve “Ali Cengiz Oyunu” masalında “don değiştirme” motifine rastlanır.
Sui-şu’da, efsanenin sonunda şu kayıt da vardır: “A-şi-na, soylarını unutmamak için çadırının önüne bir bayrak astı. Üzerinde kurt başı vardı. A-hien-şe (Bilge Şad) adlı adam kabilesini mağaradan dışarı çıkardı. Kuşaktan kuşağa Ju-ju’lara hizmet ettiler.”
Acaba Ergenekon’la bu metin arasında bir ilişki var mı? Sorular çoğalıyor. Elbette cevapları gelecektir.
Türklerin türeyişiyle ilgili en eski kayıtta ilk atalardan İ-çi-ni-şi-tu, yaz ve kış tanrılarının kızlarıyla evlenmişti. Konuyla ilgili ilk yazımın sonunda sormuştum: Acaba daha başka rivayetlerde buna benzer bir şey var mıydı? Sorunun cevabını, bu defa Çin veya Arap kaynaklarında değil, eski bir Türkçe metinde buluyoruz. Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’nda.
13-15. yüzyıllarda yazıya geçirildiği tahmin edilen Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’nda, gökten inen ışığın içinde güzel bir kız vardır; Oğuz onu görür ve evlenir. İkinci olarak göl ortasındaki bir ağaç kovuğunda güzel bir görür; Oğuz onunla da evlenir. Bunlardan birincisi yaz tanrısının, ikincisi kış tanrısının kızı olmalıdır. 629 yılına ait Çince kayıttaki yaz ve kış tanrılarının kızlarının, sekiz dokuz yüzyıl sonraki bir kayıtta bu kadar değişikliğe uğraması tabiidir.
Destanların önemli bir özelliği bu metinlerin çeşitli katmanlar (tabakalar) barındırmasıdır. Bunun anlamı şudur: Çok eski tarihlerde farklı zamanlarda geçen olaylar, destanlarda aynı zamanda geçmiş olaylara dönüşebilir ve farklı tarihlerdeki olayların farklı ana kahramanları, destanlarda tek bir kahramanmış gibi görünebilir. Hatta destanlarda, efsanevi dönemlere ait katmanlar da bulunabilir.
Oğuz Kağan destanında en az üç katman vardır. Son katman, Asya Hun hükümdarı Motun (Mete) ile ilgilidir. Araştırıcıların çoğu Oğuz Kağan’ı Motun olarak kabul eder. Motun’dan önceki katman, Alp Er Tonga ile ilgilidir. Alp Er Tonga, Kafkasları aşıp Anadolu, Suriye ve Mısır’a kadar uzanmıştır. Reşideddin rivayetindeki Oğuz Kağan da öyle. Bunu dikkate alan Zeki Velidî Togan, Oğuz Kağan’ın Alp Er Tonga olduğunu düşünür.
Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’nda bunlardan da eski bir katman vardır. Bu da ışıktaki ve ağaç kovuğundaki kızlarla evlenme motifinde ve doğan çocuklara verilen isimlerde gizlidir. Işıktaki kızdan doğan çocuklara Gün (Güneş anlamında), Ay, Yıldız adları verilir. Ağaç kovuğundaki kızdan doğan çocuklara ise Gök, Dağ, Deniz adları konur. Gün (güneş), ay, yıldız uzay cisimleridir. Gök (atmosfer), dağ, deniz ise dünyadadır.
İlk katman, Türklerin kozmogoni (yaratılış) anlayışını ortaya koyar. Gökten inen ışıktaki kızın çocukları uzay cisimleri, ağaç kovuğundaki kızın çocukları yer cisimleridir. Türklerin kozmogoni anlayışı, Köktürk anıtlarında da “üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insan oğlu yaratılmış” cümlesiyle ifade edilmiştir.
İşte Oğuz Kağan Destanı’nın bu ilk katmanı, Türklerin türeyiş efsanesiyle ilgili oluyor. Fakat Oğuz Kağan Destanı’nda kozmogonik katman dışında türeyişle ilgili başka izler de vardır.
Oğuz Destanı’nın bir başka değişkesi (varyantı) de 1660’ta Ebulgazi Bahâdır Han’ın Çağatay Türkçesiyle yazdığı Şecere-i Terâkime’dir. Orada Oğuz Kağan, Keyûmers ile çağdaş gösterilir. Keyûmers, efsanelerine göre Farsların ilk atasıdır. Demek ki Oğuz da Türklerin ilk atası oluyor.
Ancak gerek Reşideddin’in 14. yüzyıl başlarında yazılmış Farsça Oğuznâme’sinde, gerek Ebulgazi Han’n 1660’ta yazılmış Çağatayca Oğuznâme’sinde (Şecere-i Terâkime’de) Oğuz, Hz. Nuh’a dayandırılır ve Nuh ile Oğuz arasında birçok (birincide üç, ikincide dokuz) hükümdar vardır. Her iki değişke de Müslümanlıktan sonra olduğu için Türklerin ilk atalarının Nuh’a bağlanması tabiidir.
Fakat… Togan’ın 1972’de yayımladığı Reşideddin Oğuznâme’sinin başında bir cümle vardır ki hayli dikkat çekicidir: “Yafes, Türklerin deyişine göre Olcay Han diye lâkap alır.” Olcay Han ismi, Ebulgazi’de Amulca Han şeklindedir. Çeşitli yazmalarda bu isim Abulca, Abulça biçiminde de geçer. İşte ilk yazımızdaki diğer sorunun cevabı da bu isimde gizlidir.
629 tarihli Çin kaynağında, kardeş olan ilk ataların adları Çinceleşmiş biçimlerle (ve belki de Çince bazı eklentilerle) veriliyordu: A-pang-pu ile İ-çi-ni-şi-tu. Yüzyıllar sonra bu iki isim, Amulca / Abulça oldu ve İslami rivayete bağlanmak için de Yafes’e Türklerin verdiği ad olarak kabul edildi. Çin kaynaklarıyla İslami kaynaklarda değişikliğe uğramış bu isimlerin bence Türkçe ilk biçimi Apa Eçe idi (Apa Eçe > Abulça > Olcay; Apa Eçe > Apa [ngpu] İçi [nişitu]).
Apa Eçe, Türklerin ilk atasıdır ve bu kelime, Köktürk anıtlarında “atalarım” anlamında geçen eçü(m) apa(m) ikilemesindeki kelimelerin yer değiştirmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Ulu Han Ata Bitigçi, kayıp bir kitabın adıdır. Kitap kayıptır ama Mısır’da yaşayan bir tarihçi 1330’larda kitabı görmüş ve oradan çıkardığı notları kendi kitaplarına almıştır.
Kıpçakların kurduğu Türk devletinde (Memlüklerde) yaşayan tarihçinin adı Ebûbekr bin Abdullah bin Aybek ed-Devâdârî’dir. Türk asıllı Ebûbekir, biri dokuz, biri tek ciltlik iki dünya tarihi yazmıştır. Eserler Arapçadır; İstanbul’da Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde bulunmaktadır.
Ebûbekir, altın bir mahfaza içinde bulunan kitabı arkadaşlarıyla birlikte incelemiştir. Arapça eserinde kitabın adını Türkçe olarak kaydeder: Ulu Han Ata Bitigçi. Sonra da bu ismin Arapça tercümesini verir. Biz Türkçesini yazalım: Ulu Han Baba’nın Kitabı.
Ebûbekir’in eser hakkında verdiği bilgiye göre Ulu Han Ata Bitigçi, 826 yılında, Abbasi saray doktoru Cibrîl bin Bahtîşû tarafından Farsçadan Arapçaya çevrilmiş. Daha önce de Türkçeden Farsçaya tercüme edilmiş. Eser, Ebû Müslim Horasânî’den kalmış. Ona da büyük atası Büzürgmihr bin Bahtigân’dan intikal etmiş.
Büzürgmihr bin Bahtigân, Sasani kisrâsı (hükümdarı) Nûşirevan’ın veziridir. Nûşirevan 531-579 yılları arasında kisrâlık yapmıştır ve İstemi Kağan’ın güveyisidir. Demek ki eserin Türkçe aslı, İstemi Kağan çağına kadar çıkmaktadır. Fakat elimizdeki kayıt 14. yüzyıla aittir; çünkü Ebûbekir eseri o zaman görmüştür. Sonra da eser kaybolmuştur. Elimizde sadece Ebûbekir’in kayıtları vardır.
Ebûbekir’in gördüğü eser Arapçadır. Fakat adı gibi, içindeki bazı özel isimler de Türkçe olarak verilmiştir. Tarihte ve Bugün Şamanizm kitabında Abdülkadir İnan, Ebûbekir’in kitaplarından özetlediği türeyiş efsanesinin özetini verir:
İlk çağda yağmurdan hasıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara döktü. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş, Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Mezkûr mağara kadının karnı (batnı) vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin harareti (ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk çıktı. Bu insana Türk dilince ‘Ay Atam’ denildi ki ‘ay baba’ demektir. Bu ‘Ay Atam’ denen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı. Sonra seller bir daha aktı, yukarıda zikredildiği gibi mağaradaki yarıklara toprak doldurdu. Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki bu topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye ‘Ay-va’ adı verildi ki ‘ay yüzlü’ demektir. Ay Atam ile Ay-va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek yarısı dişi idi. Bunlar birbiriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular.
Ebûbekir’in kitabından ilk bahseden Mısırlı Ahmed Zeki Paşadır. 1912’de Atina’da yapılan Müsteşrikler (Doğu bilimcileri) kongresinde bu eserden ve türeyişle ilgili rivayetlerden bahsetmiştir. 1915’te de Muallim Cevdet, Yeni Mecmua’nın Çanakkale özel sayısında Ebûbekir’in eserinden bahseder. Fuat Köprülü’nün, Hüseyin Namık Orkun’un ve Bahaeddin Ögel’in çalışmalarında da eserden bahis vardır. Bütün bu çalışmalara rağmen bu konu âdeta unutulmuş gibidir. Konunun unutulmaması için bir de roman yazdım: Türk’ün Kayıp Kitabı – Ulu Han Ata. Akçağ yayınlarından çıkan romanın ikinci baskısı da yapıldı. Meraklılar eserin sonuna koyduğum bilgilerden de yararlanabilirler.
Ebûbekir’in anlattıkları bu kadar değil. Arkası da var. Onları da sonraki yazılarda vereceğim.
25 Şubat 2018 tarihli yazımda 14. yüzyılda Mısır’da yaşamış Türk tarihçisi Ebûbekir’den bahsetmiştim. Aybek oğlu Abdullah oğlu Ebûbekir. Arap diliyle iki genel tarih yazmış. Biri mufassal, dokuz cilt. Diğeri muhtasar, tek cilt. İkisinde de Ulu Han Ata Bitigçi adlı eski bir kitaptan bahsediyor ve şeceresi, İstemi Kağan çağına dek çıkan bu kitaptan (evet, kitapların da şeceresi olur) Türk efsanelerine dair alıntılar yapıyor. 25 Şubat tarihli yazımda bu alıntılardan birini yazmıştım. Uzunca olan diğer bir alıntı, bunun devamıdır. Türklerin ilk atalarını ve şehirlerini anlatan bu efsaneyi özetliyorum.
Yüce Tanrı, Yukarı Çin’in ucunda, güneşin doğduğu yerin hizasında, yedi fersah yüksekliğinde bir dağ yarattı. Taşı kapkaraydı ve çok sertti. Üzerinde bitki bitmezdi. Eğer bu dağ güneşin ışınlarına engel olmasaydı güneşin ısısından dünya yanardı. Dağın Türkçe adı Ulu Kara Tağçı’dır.
Dağın batı eteğinde pek çok tatlı pınar vardır. Bunlar toplanıp bir göl oluştururlar. Gölden bir ırmak çıkar. Kırk tam fersah ötede iki büyük şehir vardır. Türk / Moğol dilinde adları Keçermak ve Abdarmak’tır. Kesme kara taştan yapılmış surlarla çevrilidirler. İki şehrin de ak Çin demirinden yapılmış kırkar kapısı vardır. Gölden gelen ırmak iki şehirden de geçer; kanallarla bütün evlere su ulaşır.
Irmak şehirlerden çıkarak geniş bir araziye yayılır, birçok kola ayrılır. Kollar üzerinde kasabalar, köyler, ekili araziler vardır. Buralardaki ağaçların, meyvelerin, kuşların sayı ve türlerini yüce Tanrı’dan başka kimse bilmez. Bu kasaba ve arazilerde çeşitli ırk ve dinden pek çok insan da yaşar. Hepsi iki büyük şehrin yöneticisine bağlıdır. Yöneticinin adı Türkçe Altun Han’dır. Bu ülkelere hâkim olanların hepsi aynı soydan gelmiştir.
Altun Han yönetimindeki insanlar, zevkusefa ehlidirler, sevinç ve mutluluk içinde yaşarlar. Tanrı’nın yarattığı insanların en güzelleri bunlardır. Hiç düşmanları yoktur. Tatlı sulu, temiz havalı, güzel ve temiz otlaklarda beslenen hayvanların en güzel ve lezzetli etlerini yerler. Bunun için sağlıklı ve uzun ömürlüdürler, yüz yıldan çok yaşarlar. Aralarında hasta, sakat görülmez.
Ulu Kara Tağçı denilen dağın doruğunda bir mağara vardır. Mağaranın ağzında, çeşitli mücevher ve değerli taşlarla süslenmiş kızıl altından bir kapı bulunur. Kapıda muhafızlar ve hizmetkârlar vardır. Mağara, buralarda yaşayanların mabududur; “Kara Tağçı için” diye yemin ederler. Büyük ataları bu mağaradan yaratılmıştır; adı Ulu Ay Ataçı’dır. Yine aynı mağaradan yaratılan ilk kadının adı da Ulu Ay Anaçı’dır. Onların pek çok çocukları olmuştur.
Nüfusları çoğalınca aralarında anlaşmazlıklar çıktı; birbirlerine haksızlık yapmaya başladılar. Sonra, haksızlığa uğrayanın hakkını vermesi için bir başkan seçmeye karar verdiler. Ulu Ay Ataçı’nın en büyük oğlunu hükümdar yaptılar. Türklerden ilk tahta oturan hükümdar odur.
İlk hükümdar ölünce yerine, en büyük oğlu geçti. Babasına benzeyen bir altın heykel yaptırdı ve babasının cesedini içine koydurdu. Bir bina yaptırdı, heykeli binanın içindeki bir tahta oturttu. Ona hizmet edecek kişiler görevlendirdi. Binada gece gündüz ışığı sönmeyen kandiller bulunmaktadır.
Bina bir ziyaretgâh oldu. Hükümdarın ölüm yıldönümlerinde bütün bölgelerden insanlar toplanırlar, büyük tören yaparlar, kendi dillerinde yakararak üç gün boyunca altın heykele secde ederler. Törenlere katılıp bağlılık arz etmeyenleri öldürürler. İşte bu hükümdarın adı Altun Han’dır.
Ebûbekir, mağarada yaratılan ilk ata konusunda Türklerle İranlılar arasında tartışma olduğunu da yazar. Türkler de, İranlılar da mağarada yaratılan ilk insanın kendi ataları olduğunu iddia ederlermiş. Eski İran dilinde ilk atanın adı da Keyûmers olup anlamı “babaların babası” imiş.
Ebûbekir’in kitaplarında bir efsane daha var. Onu da sonra yazalım.
14. yüzyılda Mısır’da yaşamış Türk tarihçisi Aybek oğlu Abdullah oğlu Ebûbekir’in iki tarih kitabı vardır. Tek ciltlik olanın adı kısaca Dürerü’t-Ticân’dır. Dokuz ciltlik olanı ise Kenzü’d-Dürer adını taşır.
Ebûbekir, geçen yazımdaki “İlk Atalar” efsanesini Ulu Han Ata Bitigçi adlı bir eserden aktarmıştı. Dürerü’t-Ticân’a göre, şimdi aktaracağım Alp Kara Arslan efsanesini de Ulu Han Ata Bitigçi’den aktarmıştır. Fakat Ebûbekir’in eserleri üzerinde 1974’te bir araştırma yapan Ulrich Haarmann’a göre Ebûbekir, Alp Kara Arslan efsanesini başka bir eserden nakletmiştir. Dokuz ciltlik Kenzü’d-Dürer’deki kayda dayanan Haarmann bu başka eserin yazarının adını da verir: Süleyman bin Abdülhak bin Pehlevân el-Âzerbaycânî.
Hangi kitaptan aktarılmış olursa olsun Ebûbekir’in iki eserinde de Alp Kara Arslan efsanesi vardır. Kâzım Yaşar Kopraman’ın Dürerü’t-Ticân’dan yaptığı tercümeye dayanarak bu efsaneyi de özetliyorum.
Ulu Kara Tağçı’dan akan ırmakların suladığı topraklardan çok uzakta Tibet adlı bir ülke vardı. En iyi misk, bu ülkede yaşayan ceylanlardan elde edilir. Bu ülkedeki hamile bir kadın, odun toplamaya çıkmıştır; vadilerde dolaşmaktadır. O sırada çocuğunu doğurur. Onu sarıp taşımak için ot toplarken bir kartal gelir ve çocuğu kaparak havalanır. Uzaklaşır ve dağın eteklerinde çocuğu düşürür. Çocuk, yeni doğmuş bulunan iki aslan yavrusunun yanına düşmüştür. Aslan onu da kendi yavrusu zanneder; gerçek yavrularıyla birlikte onu da emzirip büyütür. Oğlan büyüyüp güçlü bir delikanlı olur. Yüzü aslanların yüzüne benzer. O kadar güçlüdür ki aslanları bile parçalar.
Günlerden bir gün bu delikanlı, yedi âdemoğlu görür. Üç kadın, üç erkek, bir de genç kız. Yırtıcı aslanlar, bunların etrafını çevirmiş, parçalamak üzeredirler. Delikanlı onları kendine benzetir, insanlık içgüdüsü uyanır. Yerinden kalkıp diğer aslanlara kükrer. Aslanlar ondan korkup kaçarlar.
Kurtulan yedi kişi, aslana benzeyen delikanlının önünde yere kapanırlar. Delikanlı onlara yaklaşır ve eliyle yoklar. Bir onlara, bir kendisine bakar. Onları kendisine benzetir ve yakınlık duyar. Onlar da delikanlıya yakınlık duyar. Delikanlıya seslenirler. Delikanlı bir şey anlamaz. Fakat yine onlara yakınlık göstermeye devam eder. Avladığı hayvanları onlara verir. Onlar da eti ateşte kızartırlar. Delikanlı yer ve beğenir.
Delikanlı bir süre sonra onların söylediklerini anlamaya başlar. Genç kıza takılır ve onunla beraber olur. Kız hamile kalır. Dillerini öğrenince delikanlı sorular sorar. Onlar da dünyada kendilerine benzeyen başka insanlar bulunduğunu anlatırlar. “Niçin onlara rastlamadım?” sorusuna da “Biz uzak bir ülkedeniz, biz Tatarız.” diye cevap verirler; “Tatar, yolunu kaybetmiş demektir.” diye eklerler.
Delikanlıya Alp Kara Arslan Belçükçi adını verirler. Bunun anlamı “kara aslanın yavrusu”dur. Hamile kız da bir oğlan doğurur. Ona da Tatar Han adını verirler. Tatar Han, “Türk kamışı”nı yapan ilk kişidir. Türkçede ona sabsagu derler. Tatar Han’ın da üç çocuğu olur: Çingiz Han, Oğuz Han, Altun Han. Bu üçü Tatarların en eski köküdür.
Efsane, bazı okuyuculara yabancı gelmemiş olmalıdır. Çünkü Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar eserindeki “Alpaslan Masalı”na benzemektedir. Müftüoğlu’nun bu efsaneden esinlendiğine ilk defa 1925’te Zeki Velidi Togan “Türk Efsanelerinde Millî Alametler” makalesinin bir notunda temas etmiştir. 2010 yılında Bilge Ercilasun “Ahmet Hikmet ve ‘Alparslan Masalı’” adlı makalesinde efsaneyle hikâyeyi karşılaştırmıştır (Dergâh Yayınları’ndan çıkan Türk Roman ve Hikâyesi Üzerine kitabında).
Efsanenin devamında Çengiz Kağan’a kadar gelinir. 13.-14. asırların eserlerinde Moğollar da Türk soyundan kabul edilmektedir. Efsanede de görüldüğü gibi onların ataları da Türkçe adlar taşımakta ve Türkçe konuşmaktadırlar. Yaptıkları “Türk kamışı”na Türkçe sabsagu demektedirler. Sabsagu, Dîvânu Lugati’t-Türk’te sıbızgu, Kazakçda sıbızğı, Batı Anadolu’da sipsi’dir.
Toprağın altından bizi birbirimize bağlayan ne çok şey var!