Yükleniyor...
Bu yazı, Ahmet Ağaoğlu’nun Üç Medeniyet kitabından alınmıştır.
Eser, Doğu Kitabevi Genel Yayın Yönetmenleri
Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan’ın özel izniyle kullanılmaktadır.
Hükûmet kavramı bizde çoktan beri o kavramın taşıdığı manadan sapmıştır. Hele bugünkü çağdaş telakkiye yanaşmamıştır. Doğu’da genellikle hükûmet hükümdardan ibarettir, hükümdarsa, ta eskiden bütün Doğu üzerine manevi tesirden geri kalmayan İran’ın telakkisine uygun bir şekilde belirmiştir. Hükümdarlık hakkında İran’ın görüş tarzından yukarıda, “ahlak” bölümünde bahsetmiştik, İslamiyet’ten en aşağı bin beş yüz yıl evvel, İranlılar daha sonra Avrupalıların “Droit Divin” dedikleri ilahi hukuk nazariyelerini yaymışlar ve Zerdüşt’ün mukaddes kitabı Zend Avesta’ya geçirmişlerdir. Bu nazariyelere göre, hükümdar kudret ve yetkisini doğrudan doğruya yaradandan alır ve saltanata başladığı dakikadan itibaren, içine girmiş olan Şehriyar namındaki bir tanrıyı taşır ve bütün ilhamlarını dilimize Şehriyar şeklinde geçmiş olan bu tanrıdan alır ve bu sıfatla mukaddes ve sorumsuz olur. Aslı İranlı olan bu nazariyeler, İran’ın haşmeti ve büyüklüğü sayesinde, bütün diğer Doğu kavimlerine de yayıldı, İslamiyet’ ten önce, Asya devletlerinin hepsinde, bu nazariyelerin olduğu gibi kabul edilmiş bulunduğunu görüyoruz. Fakat İslamiyet, mahiyeti itibariyle bu nazariyeye yanaşamazdı. Allah’la insanlık arasında doldurulamayacak bir mesafe koyan İslamiyet, tabiatıyla hükümdarı ilahi ve gökten gelen bir asla bağlayamazdı. Hatta peygamberleri bile günah işleyebilmekten uzak saymayan İslamiyet, tabiatıyla bir hükümdara masumluk, sorumsuzluk gibi, müthiş bir mevki veremezdi, İslamiyet, hükûmetin kaynak ve esasını çok akıllıca ve ilme uygun olarak cemaatte arıyor. Hükümdar icma-i ümmetin (İçtihat devrinde imamlarla fakihlerin ve ileri gelenlerin din konulu bir işte birlik olmaları) iradesi ile işbaşına gelir. Hükümdarı idare ettiği cemiyet seçer ve seçildikten sonra iki türlü sorumlu olur: Maddi olarak cemiyet huzurunda ve manevi olarak Allah huzurunda. Fakat, yazık ki, İslam’ın bu anlayış tarzı İslamiyet’te bile pek uzun devam edemedi. Haşmet, cebir, zulüm ve baskıya alışmış olan Doğu, bu nazariyeye alışamadı ve Muaviye zamanından bugüne kadar yine o eski İran nazariyesi her tarafta hakim oldu. Yalnız, bu kere, Ferr-i Yezdan (Allah’ın haşmetinin timsali) Şehriyar’lar yerine Zıllullah-u Azam (Allah’ın gölgesi), Müeyyet min Tarafullah (Allah tarafından yardım gören), Kaim bi Emrullah (Allah’ın emri ile hükmeden) sıfatları geçti. Ne yaparlarsa yapsınlar, onlara itaat, Allah’a, peygambere itaat etmektir. Onların zulüm ve fesatlarına, hıyanet ve cinayetlerine karşı isyan, ayaklanma, ihtilal gibi teşebbüsler Allah’a isyan gibi sayılacaktır.
Bu suretle istibdadın en karanlık ve müthiş bir şekli kurulmuş oldu. Padişahın iradesi mutlak bir kudret halini aldı. Ve garibi şudur ki, ilahi iradeye Allah’ın kendisi riayet ettiği halde, padişahlar iradelerine bile sadık kalmadılar. İstedikleri surette iradelerini bozmakta tereddüt etmediler. Şöyle ki, Allah’ın gölgesi olan zat gölgesi bulunduğu kuvvete bile tabi olmadı, heveslerine uyarak hareket etmeyi adet edindi. Padişahın büyüklük derecesi, kudret ve haşmeti de bu ani değişiklikler, beklenmeyen heybetli, korkunç, keyfi hareketlerde belli oldu. Padişah böyle olduğu için, bütün devlet adamları, kumandanlar da aynı yolu tuttular. Bu usul, aslı ve ruhu bakımından anarşiktir, karışıktır. Çünkü belli ve sağlam hiç bir esasa dayanmıyor. Bizdeki istibdat ile XIV. Louis’nin, 1. Nikola’nın istibdadı mukayese edilsin, hemen aradaki fark meydana çıkar. Onların istibdadı yine de kanuna dayanmaktadır. Gerçi kanun orada da hükümdarın iradesinden ibarettir, fakat, hükümdar belli usuI ve merasime riayet ederek yeni bir irade yayımlamadıkça, bir evvelki iradeye tamamıyla tabi olur ve bundan dolayı herkes vergisini, vazifesini, haklarını önceden bilir. Bizde öyle değildir ki… Herkes, her an müthiş bir tehlike karşısındadır. Heveslere kapılarak değişikliğe uğrayan iradeler bir dakika içinde başka bir biçim alır. Birçok adamların başları uçar, evleri söner, İran da hala kimse canından, malından, ırzından emin değildir. Nasreddin Şah’ı öldüren biçarenin kızlarının ırzına geçilmişti. Tahran’a şikayet ettiği için, oğullarının da ırzına geçildi. Nihayet üzüntü ve ümitsizliğe düşmüş, hayatından bıkmış olan bu adam hançerine başvuruyor ve müthiş bir intikam alıyor. Zaten heveslere, keyiflere kapılmaya karşı tek ileri sürülecek kuvvet, ya hançerdir veya hile, entrika ve saray tertipleriyle saray cinayetleridir ki, bunların da emsalini tarihimizde bol bol buluyoruz.
Yüzyıllarca devam eden bu hâl, yazık ki, bizde çok garip bir hukuki zihniyet yaratmıştır. Bu zihniyeti, yaptığımız siyasi inkılap, aldığımız meşrutiyet usulü de değiştiremedi. Meşrutiyet zamanında bizim hükûmet hakkındaki görüşümüz hemen hemen aynı kaldı. Kendi yaptığımız kanunları en evvel kendimiz bozduk. Bu suretle bizim meşrutiyetimiz de, istibdadımız kadar anarşik oldu. Gerçekte biz, maddi olarak istibdadı attıksa da, mana olarak atamadık. Onun kalplerimizdeki, dimağlarımızdaki köklerini koparıp sökemedik. Biz, her şeyden evvel, hukuki zihniyetimizi değiştirmeye çalışacaktık. Aldığımız esasların ruhlarına varacaktık ve yalnız o sayede onların faziletlerini, bereketlerini, nimetlerini görecektik. Milli kuvvetlerin üçe (yürütme, yasama, adalet) bölünmesi ve bu kuvvetlerin birçok kısımlara ayrılması, mesela yasama kuvvetinin iki meclisten kurulması, meclislerden her birine ait yetki dairesinin açık bir surette belirtilmesi, yürütme kuvvetinin çeşitli basamaklardan ibaret olması, bunların yetki ve sorumluluk derecelerinin tayini, köy, il ve belediye teşkilatı, bu yan bağımsız teşekküllerin çalışmaları, adli kuvvetin bağımsızlığı, bu bağımsızlığın dayandığı müeyyideler, fertlerin elinden alınamayacak haklar hep aynı noktaya dayanmaktadır. Yani, yetkilerin ve faaliyetlerin birbirine karışmaması, birbirine engel olmaması noktasına dayanmaktadır. Bu gibi vasıtalarla hazırlanmış çağdaş milletlerin hayatı yakından incelenirse, hükûmetlere ait vazifenin son derece sadeleşmiş olduğu görülür. Genellikle bu vazife, bağımsız, serbest müesseselerin ahenkli ve düzenli bir şekilde çalışmalarını kontrol etmek ve asayiş hizmetini sağlamaktan ibarettir. Halbuki bizde işte bu durum anlaşılmadı.
Belediye ve il teşkilatına ait kanunlarımız incelensin, hep aynı ruhun hakim olduğunu görürsünüz. Bu teşkilattan maksat, belli bir içtimai müesseseye kendi içinde çalışmak için tam serbestlik vermekten, merkezdeki hükûmetin veya mahalli yürütme kuvvetinin lüzumsuz, çok kere zararlı müdahalelerine meydan vermemekten ibaretti. Halbuki, biz bu teşkilatı taklit ederken, bu maksadı kaybettik. Merkezî hükûmete ve valilere o kadar yetki ve müdahale hakkı verildi ki, şehir ve iller serbestisi tamamıyla kayboldu. Yine eskisi gibi ve hatta daha ziyade valiler ve yürütme kuvveti her şeye hakim oldu. Bu kere, milli eğitim memurlarının tayin ve azilleri bile, fiili olarak onlara verilmiş bulundu. Netice ne oldu? Ne yerli halk kendi işine baktı ve ne de valiler doğrudan doğruya kendi işleriyle meşgul oldular. Şehir ve belediye meclisleri toplandılar, konuştular, fakat valinin rızası dışında bir şey yapamadılar. İstanbul şehri bu hususta en feci bir örnektir. Bir milyona yakın ahalisi bulunan ve tabiatın cömertlikle süslediği bu şehir, bugün bile, Avrupa’nın dördüncü derecedeki şehirleri seviyesine erişememiştir. Şehir ve iller böyle bakımsız kalırken, valiler de şehirlerde sokak ve tiyatro, illerde yollar, köprüler yapmakla güya meşgul oldular. Halbuki yanı başlarında eşkıya çeteleri her tarafı usandırıyor, ihtilal komiteleri büyük şebekeler kuruyor! Bunların haberi bile yoktur! Adli teşkilatımız daha berbat. Çağdaş milletleri taklit ederek, adliyenin bağımsız olduğunu Kanun-u Esasi’mize (anayasamıza) bir özel madde ile soktuk ve herkesin tabi olduğu mahkeme dışında yargılanamayacağını ilan ettik. Fakat ne adliyenin bağımsızlığını sağlayabildik ve ne de yargı prensiplerine riayet ettik. Asıl fenalık, yürütme kuvvetinin hakimler hakkındaki görüşü idi. Hükûmet, adliye memurlarını da diğer memurlar gibi, kendi istek ve keyfine tabi sayıyor, onları istediği gibi kullanabileceği kanaatini besliyordu. Ne hükûmet adamları ve ne de umumi efkâr, adliyeyi yürütme kuvveti dışında bağımsız ve gerektiği zaman yürütme kuvvetine karşı da yalnız hak ve hukuku korumak için hareket edebilir bir müessese olarak tasavvur edebiliyor. Hakiki fenalık bu zihniyettedir. Gerçekte taklit ettiğimiz anayasalar ve adli teşkilat, adliyenin bağımsız olmasını gerektirir. Fakat kağıtlar ve kitap sahifeleri üzerindeki yazılar, yüzyıllardan beri süregelen ve kuşaktan kuşağa geçen bir görüş tarzını, bir zihniyeti büyük inkılap hareketleri veya derin zihnî değişiklik olmadan silemez. Bu hususta Tanzimat devrinden başlayarak, ta son Meşrutiyet devrine kadar, hep aynı nokta etrafında dolaştık. Çünkü düşünme tarzı, zihniyet değişmemişti. Tanzimat devri bize bir “mecelle” bıraktı.
İtiraf ediyoruz! Mecelle bir abidedir. Mecelleyi yapan eller üstat elleridir. Her çeşit övülmeye layıktırlar. Fakat mecellenin ruhu, esası nereden alınmıştır? Hangi geleneğe dayanır? Bu gelenekler çağdaş hukuk anlayışına uyuyor mu? İşte asıl mesele! Fakat bu mesele mecelleyi yapanlar için yoktur. Çünkü onlar mecellenin dayandığı ruh ve geleneğin her zaman ve mekanın ihtiyaçlarını karşılayabileceği düşüncesindeydiler. Temel hata buradadır. Bu hata ayniyle meşrutiyet devrinde de tekrarlandı. Bu devir, bir taraftan çağ, çağın ruhuna uymak ihtiyacını şiddetle duyuyor, fakat diğer taraftan yine o geleneklerden ayrılamıyor, yine onları muhafazaya çalışıyor, orta, karışık bir şeyler yapmak istiyor ve tabiatıyla başaramıyor ve hiçbir zaman da başaramaz. Çünkü karşımıza çıkan mesele gayet açıktır: Biz ya iflas etmiş olan o geleneklere sadık kalarak tamamıyla yok olacağız veya onlardan tamamıyla ve kesin bir tarzda ayrılarak hayatımızı yeni esaslar üzerine kuracağız. Yoksa yüzlerce yıl evvel hayatın gayet basit, ilim ve fennin ve özellikle hukuk biliminin pek iptidai olduğu bir zamanda olan esaslardan bugün yardım istemek ve o esasları prensip alarak, bugünün gayet karışık ve zor olan hayatını düzenlemeye kalkışmak, ölülerden can ummak gibi bir şeydir. Mecelleyi baştan aşağıya okuyunuz: Koyduğu prensipler ve o prensiplerden çıkardığı kaideler belki bir aşiret, bir bedevi cemaat için kâfidir. Fakat, çağdaş milletlerle onların mücehhez oldukları o müthiş, siyasi, iktisadi, içtimai, ticari, zirai ve ilh … teşkilat ile rekabet ve mücadele etmek mecburiyetinde bulunan bir cemiyet için, katiyen yararlı değildir. Yalnız yararsız değil, o cemiyeti öldürmek için en tesirli bir amil olur. Bakınız: Biz, çağdaş cemiyetleri teşkilat itibariyle taklit ettik, adliye sistemimizi değiştirdik, fıkhı mecelle şeklinde kodifiye (hukuki metin düzenlemesi) ettik. Meşrutiyet usulünü kabul ettik, yasama meclisleri kurduk. Fakat, başarılı olduk mu? Kurduğumuz makineler vazifelerini hakkıyla yapabildiler mi? Yasama meclisleri kanun yapma işinde kendilerini serbest hissettiler mi? Ne zaman önemli bir mesele ele alındı ise, “Efendiler, geleneğe dokunuyoruz” diye korkunç bir ses önümüze çıktı ve hepimizi hareketsiz bıraktı. Adliyemiz birbirini devamlı olarak bozan iki kısma ayrılmıştır: Ne beriki doğrudan doğruya yeni yolu takip edebildi, ne öteki açıktan açığa eski yola devam edebildi, içinden çıkılmaz bir kargaşalık doğdu. Neticede bir devletin en önemli, en esaslı vazifesi olan adalet dağıtımı işlemez oldu. Bu şartlar içinde, bir muhitte, bir cemiyette hukuki zihniyet kurulabilir mi? Hak aşkı, duygusu gelişebilir mi? İşte bunun içindir ki, bütün taklitlerimize, bütün yeni teşkilatımıza rağmen, sırf çağdaş ruha doğrudan doğruya ve açıktan açığa yanaşamadığımız için, yine eski geleneğimiz olan zorbalar idaresinden hiç bir zaman kurtulamadık. Geleneklerimiz, ne bilinmeyen iki mazlumun müdafaasını sırf hak ve hukuk aşkı ile üzerine almış olan Voltaire’leri ve ne Yahudi Dreyfus’u bütün Fransa hükûmetine karşı müdafaa ederek yıllarca mücadele eden Zola’ları kaydetmiştir. Aksine olarak, Türklüğü ebedi surette utandıracak, Türk’ün tarihi üzerinde silinmez bir leke teşkil edecek olaylar bol bol geçti. Hürriyet ve İtilaf Partisi zamanında bir divan-ı harp başkanı, aslı olmayan bir maddeye dayanarak, sekiz yüz kişinin işini yirmi dört saatte bitiriyor. Ondan sonra gelen Nazım Paşa mahkemesi, sırf saraydan ve Babıali’den aldığı emir üzerine, bir masumu darağacına gönderiyor ve yaşlanmış, beli bükülmüş, bu milleti ilmî eserleri ile faydalandırmış şeyhülislamı idama mahkum ediyor. İnsan, bu idam hükümlerine ait ithamnameleri okurken insanlık namına utanıyor, kızarıyor. Çünkü aynı itham ile, sokaktan herhangi bir adam alınıp asılabilir. Gerçekte bunlar mahkeme değil, kasaphanelerdir. Başka milletlerde geçen olaylarla bu fenalıklar, karşılaştırıldığı zaman, insan yaşamaktan bile nefret ediyor. İstanbul Mahkemesi, sırf İngilizlere ve Ermenilere hoş görünmek için, sokaklarda İslamları çil yavruları gibi takip ve ele geçirdiklerini idam ettirdiği zaman, İngiliz hakimleri toplanarak İngiliz hükûmetinin, Alman imparatorunun Londra’ya alınması ve orada İngiliz hakimleri tarafından muhakeme olunması kararını şiddetle protesto ediyorlar. Alman hükümdarını muhakeme etmek için elde hiçbir kanun ve kaide olmadığını ve İngiliz hükûmetinin, İngiliz mahkemesini intikam hissini tatmin için alet edemeyeceğini ve hükûmetinin bu arzusuna uyacak bir tek namuslu hakim bulunamayacağını ilan ediyorlar. Londra’da İngiliz şerefini yükselten bu karar verilirken, İstanbul’da Vahdeddin ile sadrazam Ferit, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, vatan evladından yetmiş beş adamı, muhakeme etmeden, düşman eline teslim ediyorlardı. Hemen aynı günlerde, üç milyon nüfusu olan Hollanda hükûmeti ve milleti, kendisine sığınmış olan Alman imparatorunu teslim etmemeye karar veriyor ve hatta bu kararını muharebeyi göze alarak ilan ediyor.
Yine aynı Sultan Vahdeddin hükûmeti, İngiliz Miralayı Maxwell’in emri ile, Ermenilere her İslam ve Türk evine girerek şüpheli gördükleri kızları alabilmek için bir belge verdiği ve bu yüzden birçok İslam kızlarının din ve bekâretlerine tecavüz olunduğu halde, Alman milleti ve hükûmeti yüzlerce milyar tazminatı, bütün harp ve ticaret filosunun yok edilmesini ve diğer müthiş şartları kabullenmesine rağmen, evladından bir tek adamın düşmanlara teslimine razı olamıyor. Kısacası, bu gibi yüzümüzü kızartacak yüzlerce misal gösterilebilir. Bizde hak ve hukuk endişesinden eser bile görülmüyor. Eskisi gibi zorbalar hüküm sürmekte ve halk da ona tahammül eylemektedir. Bugünkü çağdaş milletlerde, çağdaş hukuk anlayışı ile mücehhez olan cemiyetlerde bu rezaletlerin milyonda birinin olması ihtimali bile yoktur. Bütün bu rezaletlerin kaynağı, hükûmet hakkındaki görüş tarzımız ve hukuki zihniyetimiz ve bu zihniyetin ilham aldığı esaslardır. Bir zamanlar, bu hâle karşı çare olarak, mahkemelerin birleştirilmesi düşünülüyordu. Bu iş esas itibarı ile çok gereklidir. Fakat mahiyeti itibarı ile mihaniki olduğundan, asıl derde çare olamaz. Yara daha derin, daha tehlikelidir. Daha kesin, daha esaslı çarelere başvurmak mecburiyeti vardır. Gerek hükûmet ve gerek hukuk hakkındaki zihniyetimiz ta kökünden değişmelidir. Bu da taklide mecbur olduğumuz medeni zümrenin anlayış tarzlarını, zihniyetini açıktan açığa ve olduğu gibi kabul etmekle olabilir.
Kanun-u Esasi
Hükûmet şekli meselesi de, bizde garip bir haldedir. Hükûmetimizin şekli nedir? Meşrutiyet ilanına kadar, hiç şüphe yoktur ki, hükûmetimiz bir dinî saltanattı. Bu hususa ait ne denilirse denilsin, hangi safsata ile tevil edilmeye çalışılırsa çalışılsın, Osmanlı saltanatı dini bir saltanat mahiyetindeydi. Halife olan sultan, şeriatı, şer’i hükümleri korumakla mükellefti. Şeriata ve şer’i hükümlere uymayan bir harekette bulunamazdı ve bulunulmasına müsaade edemezdi. Hatta, meşrutiyetin ilanından sonra kabul edilen Kanun-u Esasi (o zamanki anayasa) bile, bu cihete dokunmaktan ve hükûmet şeklini açıkça belirtmekten sakınmıştır. Gerçekten Kanun-u Esasi’nin üç maddesinde bu hususta şöyle denmektedir:
Madde 3- Yüce Osmanlı saltanatını ve İslamiyet’ in büyük hilafetini haiz olan Osmanoğulları sülalesi, eski usul üzere, en büyük oğula aittir. Padişah tahta çıktığı zaman umumi mecliste ve meclis toplantı halinde değilse, ilk toplantısında şeriat hükümlerine ve Kanun-u Esasi hükümlerine riayet ve vatan ve millete sadakat edeceğine yemin eder.
Madde 4- Padişah, halife olduğu için İslam dininin koruyucusudur.
Madde 5- Padişahın vazifeleri sayılırken şeriat ve kanun hükümlerinin korunması vazifesi de kaydedilmektedir!
Altını çizdiğimiz cümlelerden açıkça anlaşılıyor ki, bizde meşrutiyet din işleriyle sınırlandırılmıştır. Başka bir deyimle, millî irade kanun yapmak ve hükümler koymakta serbest değildir. Bu cihet yeni hayalımızın en açık ve en önemli çelişmelerinden birisidir. Meşrutiyet ya vardır, ya yoktur. Varsa, millî iradenin her işle ilgili olması ve özellikle hükümler koyarken ve kanun yaparken, bağımsız olması gerektir. Yoksa, anayasalar fazladır. Bir taraftan meşrutiyet ilan etmek, yasama meclisleri teşkil etmek ve diğer taraftan da, bu meclislerin asıl vazifeleri olan kanunlar yapmak yetkisini vermemek, kelime ile oynamaktan başka bir şey addolunamaz. Dikkat olunsun: Başka milletlerin anayasalarında yazıldığı gibi, “Padişah dini korumakla mükelleftir” denilmemiştir. “Şeriat hükümlerine riayetle ve bunları korumakla vazifelidir” denmiştir. Başka bir deyimle, yasama meclisleri şeriatın koymuş olduğu hükümleri ve kabul eylemiş bulunduğu kaideleri değiştiremez ve padişah onları muhafaza ve müdafaa etmekle mükelleftir. O halde, yasama meclislerinin vazifeleri neden ibaret olacaktır? Şeriat bütün hayat ve dünya meselelerini ele almıştır: Mesela nikah, miras, alım-satım, kira, akitler vs.’yi belli esaslar üzerine halletmiştir. Maddi hayat ise, bütünüyle bu konuların dairesi içinde dolaşıyor. Yasama meclisleri devamlı olarak onların, değişik suret ve şekillerini düzenlemek ve bu yolda “kanun yapmakla” meşguldür. Fakat Kanun-u Esasimiz bile bizde bu maddelere dokunmayı yasaklıyor. O halde, meşrutiyetten, yasama meclislerinin vazifelerinden ne kalır? Gerçekte bu meclislerimiz hayatın ciddi esaslarına -ıslah ve düzeltmeye ne kadar muhtaç olsalar da- yanaşamadı. Çünkü onlara yanaşamayacağını biliyordu. İşte bunun içindir ki, on bir yıllık meşrutiyet hayatımız sırasında, hiçbir ciddi iş, ciddi bir yenilik yapılamadı. Böyle kelimelerle, müesseselerle uzun uzun oynanamaz. Bu tezatlara nihayet vermek zamanı geldi. Yine tekrar ediyoruz: Bu deveyi ya bu diyarda güdeceğiz veya bu diyarı terk edeceğiz. Ya çağa uyarak müesseselerini olduğu gibi, kalıpları ve ruhları ile kabul edip uygulayacağız veya bunu yapamayarak mahvolmaya razı olacağız.