Yükleniyor...
Sadi Somuncuoğlu tarafından yazılan bu makale,
Töre dergisinin, 1982 yılı Kasım ayının
138. sayısında yayımlanmıştır.
Uzun ve zoraki bir dinlenme (!) sonunda ne yapılır? Eğer bu bedeni dinlendiren, ruhu yoran bir dinlenme ise, yapılacak da bellidir. Kendini dinlenmiş zanneden bedeni, kıskacı içinde inleten ruh yorgunluğunu dindirmenin yollarını aramak ve bulmak… Bunun için de bir parçamız olan dertlerden kopabilmek veya dert kaynaklarını kurutmak şart. Bu mümkün mü bilemem. Ama ben, «şu düğümleri çözeyim de» dedikçe, vadeler birbirini kovalayıp gidiyor. Sahi, dert kaynağı kurur mu? Belki! Gerçi, dertten derde fark var. Kuruyanı var, kurumayanı var… Tatlısı var, acısı var… Bizimki, galiba deniz suyu içenin hikâyesine benziyor. İçtikçe daha fazla susayan insan gibi, «biz de çözdük» dedikçe, artıyor, eksilmiyor. Allah’a şükürler olsun diyoruz! İşte ben bu duygular içinde, bir iç dinlenmesi nasıl yaparım derken, bizim TÖRE karşıma çıktı. Benden yazı istiyordu. Düşüncesiyle birlikte kendini tel örgüler içinde hisseden bir kişi ne yazabilir? Hayal gücü fazla olanlar için belki böylesi daha da elverişlidir. Ama benim gibi, yaşadığını yazmakta güçlük çekenler için, yazmak oldukça zor. İç yorgunluğu dediğim, «alaboradan» sonra yazmak? Bütün bunlara rağmen yazmaya mecburum. Çünkü Töre öyle istiyor. Töre karşısında boynumuz kıldan ince. Yeter ki o yaşasın. Yazayım ama ne yazayım! Suya sabuna dokunmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden yazmak ne ifade eder? Ama mademki yazacağım, bakalım kalemin ucuna neler gelecek… «Dağdan atlılar indi… Dizginleri kopmuş, başları düşük atlarıyla. Atlılar, vadiye girerken kısraklarının yelelerine terlerini siliyorlar; mendilleri, arkadaş yaralarında sarih kaldı! Vadiler, mahmuzlarının sesini büyülte büyülte öbür vadilere vermesin diye mahmuzlarını söküp attılar… Ay ışığında kılıçlarının destanı parladı. Kılıçlarının parıldamasından korktular… Gecenin daha karanlık yerlerine saptılar. Karanlığın bir ucundan öbür ucuna giderlerken, taşlı yollara düştüler… Nal seslerini, dağlar, dağlara verdi ve bir ses: — Bu yandalar! Diye haykırdı. Atlılar, eğildiler; dizginleri kopmuş, eğersiz atlarının yelelerine soğuk terlerini sildiler. Mendilleri, arkadaş yaralarında sarılı kaldı.» Bu yazı, büyük insan rahmetli A. Nihat Asya tarafından 1929’da kaleme alınmıştı. 1929, bir başlangıç. Ama ne kahramanlıklarla, ne fedakârlıklarla… Kısacası yokluktan doğan varlığı besleyen, ne ruh büyüklükleriyle başlayan başlangıç, ne büyük bedellerle başlayan bir başlangıç. Nesilden nesile devredilen bu başlangıcın mirası, inananlar için kıyamete kadar sürüp gidecek. Nitekim bu yeni başlangıç da, eski başlangıçların devir-tesliminden ibaret değil mi? Ama kim, neyi teslim aldı; neyi teslim etti ve edecek? Önemli olan bu. Ah bu hesapları sağlam yapabilsek! Ah bu hesapları baştan yapabilsek! Ah bu hesaplarda, hiç olmazsa, işlem hatası bari yapmasak!