YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILA HAZIRLANIRKEN

Paul Kennedy’nin “Yirmi birinci Yüzyıla hazırlanırken” kitabı ilk baskısı 1995’de olmak üzere üçüncü basımı yapılan ve güncelliğini kaybetmeyen önemli bir eser. Yazar, Yale Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler tarihi, ekonomik güç ve yüksek teknoloji üzerine uzmanlaşmış bir İngiliz tarihçidir. Medeniyetler çatışmasını ön görenlerden olduğunu da hatırlatmak isterim. Kitap, şu soruların cevaplarını arayarak geleceğe ışık tutmaya çalışmaktadır.“ Şu […]


Paylaşın:

Paul Kennedy’nin “Yirmi birinci Yüzyıla hazırlanırken” kitabı ilk baskısı 1995’de olmak üzere üçüncü basımı yapılan ve güncelliğini kaybetmeyen önemli bir eser. Yazar, Yale Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler tarihi, ekonomik güç ve yüksek teknoloji üzerine uzmanlaşmış bir İngiliz tarihçidir. Medeniyetler çatışmasını ön görenlerden olduğunu da hatırlatmak isterim.

Kitap, şu soruların cevaplarını arayarak geleceğe ışık tutmaya çalışmaktadır.“ Şu andaki yaşam biçimine meydan okuyan unsurlar nelerdir? Dünyadaki değişim kimi, nasıl etkilemektedir? Bunlarla başa çıkmanın yolları nelerdir? Bir toplum kendisini 21 inci yüzyıla hazırlamak için neler yapmalıdır?” Görüldüğü gibi bu sorular dünyanın neresinde olursak olalım, hepimizi ilgilendiren sorular olup, verilen cevaplar da bizim için yol gösterici niteliktedir.

Kitapta, nüfus patlaması ile artan gayri meşru göç, robot sanayii devrimi, küresel emek talebi, ulusal egemenlik sınırlarının daralması, çevre faktörleri ve küresel yönelimler gibi dünyadaki önemli değişim ve dönüşümler analiz edilmektedir.

Bu kitapta ayrıca başarılı toplumların başarı nedenleri, başarısız olanların başarısızlık nedenleri ve neleri yanlış yaptıkları anlatılmaktadır. Küreselleşme sürecinin hem galipleri ve hem de mağlupları olacağına dikkat çekilerek, belli başlı ülkelerin 21 yüzyılı karşılarken hangi sorunları aşmak için neler yapmaları gerektiği konusunda yol gösterilmektedir.

Benim için kitabı önemli kılan ve yazı konusu yapmamın en önemli iki nedeni daha var;

Birincisi, dünyamızda her şey çok hızlı değişmektedir. Bu değişimlerin süratle farkına varıp, fert olarak, toplum olarak, Türkiye olarak, sonuçlar çıkarıp vaziyet almak için, yani bu hızlı değişim sürecinin galipleri arasında yer alabilmek için, gereken ipuçları verilmektedir. Başka bir deyişle küreselleşme ile başa çıkmanın yolları gösterilmektedir.

İkincisi, küresel güç odakları 21 yüzyılda küreselleşmenin kaçınılmaz olduğuna ve ulus devletlerin önemini kaybettiğine tüm dünyayı inandırmak istemektedirler. Buna paralel olarak, günümüz Türkiye’sinde ise küresel sermayenin ve emperyalistlerin işbirlikçileri ile Cumhuriyet karşıtı siyasal İslamcılar, küreselleşmeye kayıtsız şartsız iman etmemizi, ona teslim olmamızı isterlerken, ulus devlet döneminin bittiğini iddia etmektedirler. Tüm bu iddiaların tersine, kitapta “Toplumları yirmi birinci yüzyıla hazırlayacak kurumların başında gene güçlü ulus devletler olduğu” vurgulanmaktadır.

Şimdi yazarın mercek altına aldığı konulardan özellikle gelecek için bize yol gösterici nitelikte olanlarında kısa bir derleme yapalım.

Nüfus Artışı ve Tüketim

Avrupa’yı 1750’lerdeki nüfus artışı karşısında büyük bir açlık tehlikesinin beklediğine işaret eden İngiliz Malthus’un kötü kehanetlerinden 3 şey kurtardı. Birincisi 1820’li yıllarda iki yüz binden fazla insanın İngiltere’den Amerika, Kanada ve Güneydoğu Asya’ya göç etmesi, ikincisi  tarımsal üretimde artışı sağlayan “Tarım devrimi” veya  “Yeşil devrim”in gerçekleşmesi, üçüncüsü ise İngiltere başta olmak üzere insanlığın “Sanayi devrimi”ni gerçekleştirmesidir.

Sanayi devrimi verimliliği o kadar yükseltti ki, hem milli refah ve hem de satın alma gücü, nüfus artışının önüne geçti. 19 uncu asrın tamamı süresince İngiltere nüfusu dört kat artarken milli hasıla ön dört kat artmıştır.

Nüfus ve doğal kaynak tüketimi dünyada uniform olarak dağılmamıştır. 1825’de dünya nüfusu 1 milyardı. 1925’e kadar 2 milyara çıktı. Onu izleyen 50 yılda 2 kat artarak 4 milyar oldu. Şimdi 7 milyardır. Bundan sonraki nüfus artışının % 95’i gelişmekte olan ülkelerde oluşacak. Tehlikeli olan, artıştan çok bu dengesizliktir. 1950’de Afrika nüfusu, Avrupa’nın yarısı kadar, 1985’de eşit, (480 milyon) 2025’de ise Afrika, Avrupa’nın 3 katı olacaktır. ABD dünya nüfusunun % 4’üne sahip dünya petrolünün % 25’ini tüketmektedir. ABD’li bir bebek çevreye İsveçli bebeğin 2 katı, İtalyan bebeğin 3 katı, Brezilyalı bebeğin 13 katı, Hintli bebeğin 35 katı, Çad ve Haitili bebeğin 280 katı zarar vermektedir. Çünkü ABD’li bebeğin ömrü boyunca yapacağı tüketim diğerlerinden bu oranlarda fazla olacaktır. Sonuçta, dünya nüfusunun altıda birinin, dünya nimetlerinin altıda beşini tükettiği, dengesiz bir yapı ortaya çıkmaktadır.

Küresel Yoksulluk ve Çevresel Tahribat

Zenginlerle fakirler arasındaki fark Firavunlar döneminden beri süre gelmektedir. İnsandan insana, devletten devlete yapılan yardım, kendi hayat tarzını etkiyemeyecek ölçüde, deyim yerindeyse iane ölçeğinde yapılabilmektedir. Daha fazlasının yapılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

1950’de Afrika’da 238 milyon insan, 272 milyon hayvan vardı. Şimdi bir milyar insan, 550 milyon hayvan ekosistemi zorlamakta aşırı otlatma, erozyon, su kıtlığı, kuraklık, çölleşme gibi sorunlar kıta ölçeğinde olmaktadır.

Sulanan topraklar artmış, ancak tuzlanma ve çoraklaşma ile birçok alan da kaybedilmiştir. Sadece Hindistan’da çoraklaşan alan 7 milyon hektardır… Bunlar Yerküremizdeki yüzlerce çevre sorunundan sadece birkaç örnek.

Çevre sorunlarına karşı yerel çözümler bulmak yeterli değildir. Çözümler de fedakarlıklar da küresel olmak zorundadır. Ancak fedakarlıklar gelir düzeyi ile orantılı, yani adil olmalıdır. Ümitlerini kaybetmiş Etiyopyalı veya Keşmirlinin ozon deliği pek de umurunda değildir. Çare olarak hayat tarzımızı ve özellikle de tüketim kalıplarımızı değiştirmek zorundayız.

Dünyamızda fakir toplumların zenginlere duyduğu kızgınlık, üç şekilde kendini göstermektedir;

  • İletişim imkanları sayesinde batılı yaşam tarzı ile tanışmışlardır. Kıskanıyorlar, kızıyorlar.
  • Kendi toplumlarında statükocu antidemokratik yönetimler nedeniyle değişim ve dönüşüm sağlanamadığı için, göçüyorlar.
  • Batının değerlerini reddedip, radikalizme sığınıyorlar.

 

Ulus Devletin Geleceği

Günümüzde dünya meselelerinin oynandığı sahnenin önemli aktörleri güçlü milli devletler yanında, küresel şirketlerdir.

Birinci dünya savaşının eseri pasaporttur. Pasaport devletin malıdır. Gerekirse devlet onu geri isteyebilir. İkinci dünya savaşının eseri ise GSMH ( Gayri Safi Milli Hasıla)dır.

Gelinen noktada, günlük para mübadeleleri hacminin bu ülkenin GSMH’sından çok fazla olduğu bu ortamda, hükümetlerin sisteme müdahale edebilme gücü, 25 yıl öncesine göre çok azdır. Uluslararası finans devrimi, ulus-devletin egemenliğine meydan okumaktadır.

Küresel gelişmeler karşısında bazı ülkelerin durumlarına kısaca değinelim;

Japon Modeli

1945’den bu yana Japonya’nın sağlam temellere dayanan refah yaratmadaki başarı hızına başka hiçbir devlet erişememiştir. Japon toplumunda çok az cinayet, şiddete dayalı suç ve grev yaşanmaktadır. Aile içi ve nesiller arası bağ çok kuvvetlidir. Ortalama hayatta kalma ümidi yüksektir.

Konfüçyanizmin etkisiyle eğitim önemlidir. Öğrenciler grup çalışması yapar. Öğretmen de grubun bir parçasıdır. Öğrenciler arasında kıyasıya rekabet vardır. Eğitim sistemi doğrudan amaca yöneliktir. Faydacıdır. Bir Japon çocuğunun 14 yaşına kadar gördüğü eğitim, bir ABD’li çocuğun 17 yaşına kadar gördüğü eğitime bedeldir.

 

Japon halkı küçük konutta yaşar, grup jimnastiği yapar, milli gurur tesellisi ile yetinir. Japonculuk, kültürel bir kimliğin ortaya konmasının ötesine geçerek, bir ırkçılık ölçeğinde baskındır.

Sovyetler Birliği

Sovyetler Birliği 1950’li yıllarda ekonomiyi inşa etmek için ideal girdi olan ucuz emek, ucuz enerji ve yoğun hammadde kullanımıyla bir büyüme sağlamıştır. Üretenin işçi sınıfı, tüketenin genelde Sovyet ordusunun olduğu bu sistem sürdürülebilir olmaktan uzaktı. Neticede merkeziyetçi bilimsel sosyalizm iflas etti. Günümüz Rusya’sı geçmişin hantal yapısından kurtulmuş güçlü bir küresel aktör olarak yol almaktadır.

Avrupa Birliği

Avrupa’nın daha büyük bir ölçekte birleşmesinin, yani Avrupa Birliğinin oluşma gerekçeleri şunlardır; Birleşmiş Avrupa’nın küresel sorunlarla (özellikle çevre) daha kolay başedebileceği düşüncesi, birlikte bir ülkenin tek başına yapabileceğinden fazla teknolojik proje üretebilme düşüncesi (mesela Airbus gibi), dünyadaki stratejik dengelerin yön değiştirmesi, ekonomik büyüme kalıplarının değişmesi, Doğu Asya’nın önlenemeyen yükselişi, Avrupa’nın 1900’lü yıllardaki ekonomik gücüne tekrar sahip olmak istiyorsa, kendi içinde savaşmaması gerektiği düşüncesidir.

Dünya ticaretinin üçte birini AB yönetmektedir. Dünyanın ticarette önde gelen on ülkesinin yedisi Avrupa’dadır. Ancak Avrupa’nın kaynaklarının 28 ulus devlete bölündüğü de unutulmamalıdır. Avrupalılaşmanın bir maliyeti vardır. Çünkü ekonomilerini birleştirmedikleri takdirde omuzlarına müthiş bir yük binecektir.

Hindistan ve Çin

20.nci asrın sonunda Hindistan’ın nüfusu 900 milyon, Çin’inki ise 1150 milyondu. 2025 yılında ikisi de 1,5 milyara yaklaşacak ve muhtemelen de Hindistan Çin’den daha kalabalık olacaktır. Çin nüfusu kontrol altına almıştır. Ama Hindistan henüz alamamıştır. Çin’de toprak mülkiyeti devlette kaldı, ancak köylüye uzun süreli kiralama ile ürünün bir kısmını pazarlamasına izin verildi. Bu ise üretimi arttırdı. Çinlinin karnı doydu. Açlık çeken insan sayısı 50 milyon gibi çok düşük bir seviyededir. Fakat Hindistan bunu yapamadı. Çin dış ticareti yılda % 13,5 bir hızla arttı.

Çevre yönetimi dezavantajlarına, yüksek askeri harcamalara rağmen Çin, ekonomik ve ticari açıdan küresel sistemin güçlü bir aktörüdür.

Hindistan’daki erozyon ve nüfus artışı en büyük çevre sorunu olmayı sürdürüyor. Bu nedenlerle küresel aktör olarak, Çinin gerisindedir.

Amerika

ABD’nin savunma harcaması yılda 300 milyar dolardır. (Dünya toplamı 900 milyar dolar). ABD ekonomisi nispi bir gerileme içindedir. Süper güç konumunu ilelebet devam ettirmesi mümkün değildir.

ABD’nin geleceğinin parlak olduğunu söyleyenlerin yanında, süper güç konumunu kaybedeceğini söyleyenler de vardır. Ancak geçmişteki refah düzeyini yakalaması için bazı değişim ve dönüşümlerin yapılması gereğinde ittifak edilmektedir.  ABD, ya değişecek veya yüz yıl önce İngiltere’de olduğu gibi sistemsizliği sistem haline getirerek yoluna devam edecektir.

Gelişme Yolundaki Ülkelerin Başarı ve Başarısızlıkları

Gelişmiş toplumlarla aralarındaki farkı en başarılı bir şekilde kapatan, yani küreselleşme ile bir ölçüde başedebilen ülkeler, ekonomileri dış ticarete dönük, Doğu Asya ülkeleridir. Bunun nedenleri;

Konfüçyüs geleneklerine bağlı eğitim, çok yüksek ulusal tasarruf, güçlü siyasal yapılar, verimsizliği düşürecek hiçbir harekete izin verilmemesi, belli sektörlerin sübvanse edilmesi ve önlerinde bir Japon modelinin bulunmasıdır.

Küreselleşme sürecinde başarısız olarak nitelenebilecek ve çoğunluğu Güney Amerika’daki ülkelerin mağlubiyetlerini hazırlayan sebeplere gelince;

Üretimin artmasını göz ardı eden bir ücret sistemi, gerillaların hedefi olan mülk sahiplerinin devlete küsmesi, yolsuzluğa bulaşmış bürokrasi, eğitimli personel yokluğu, korumacı eğilimlerin artması, uyuşturucu sorunu, enflasyon, siyasi sorunlar ve demokrasiye dönüş çabalarının önündeki engeller ve yüksek savunma harcamalarıdır.

Gelişmiş ülkeler 21inci yüzyılda sermaye, teknoloji, gıda fazlası, çok uluslu şirketler gibi tüm kozları ellerinde bulundurmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin ellerinde bulunan emek ve teçhizatın değeri de yeni teknoloji yüzünden her geçen gün aşındığı için, aradaki fark daha da açılmaktadır.

Küresel Değişim İhtiyacı ve Ulus Devlet

20 inci yüzyıl ve özellikle 2 inci dünya savaşı, ulus-devleti ön plana çıkarmıştır. SSCB dağıldığında ulus devlet sayısı 1930’lu yıllara göre üç katına çıkmıştı.

21 inci yüzyıla girerken en önemli sorun, nüfusun artması ve zengin, fakir ülkeler arasındaki demografik dengesizliklerdir. Yeryüzünün bir tarafında nüfus patlaması ve yokluklar, diğer tarafında teknoloji patlaması ve israf varken, istikrarlı bir uluslararası düzen kurmak mümkün değildir.

Diğer yandan nüfus patlaması, çevre sorunları yaratmıştır. On milyarlık bir dünyada zengin toplumlar, bugünkünün yarısı kadar bile doğal kaynak tüketmeye kalkışırsa dünyanın buna dayanması mümkün değildir. Kaldı ki daha nüfus on milyara varmadan çevre bazında geri dönülmesi mümkün olmayan birçok kritik eşik aşılmış olacaktır.

21 inci yüzyıla girerken bir başka tehlikeli yönelim, teknolojinin geleneksel işleri gereksiz hale getirerek, bunları yepyeni üretim sistemleri ile ikame etmesidir. Aslında bu memnuniyet vericidir ve insanoğlunu bugünkü refah seviyesine ulaştıran şey, üretimde yeni icatların kullanılmasıdır. Ne var ki bu seferki fazla ses getirir değişimlerdir. Biyo-teknoloji devriminin, geleneksel tarımı, robotik devrimin ise iki asırdan beri devam eden sanayideki istihdam yapısını değiştirmesi söz konusudur. Bu ise yüz milyonlarca insanın işsiz kalacağı bir patlama demektir.

Çok uluslu şirketler küresel piyasadaki paylarını artırmak için kıyasıya bir mücadele içindedirler. Bunun için üretim tesislerini başka ülkelere taşımak, otomasyona geçmek, yeni teknolojiler kullanmak gibi yollara başvurmaktadırlar. Bu durumda gelişmiş ülkelerin toplumlarının bir kısmı, az gelişmiş ülke toplumlarının ise tamamı bu süreçten zarar görecektir. İletişim teknolojisindeki gelişmeler, zengin fakir ülke farkını insanların gözü önüne serince, yasal ve yasal olmayan göçler hızlanmıştır. Az gelişmiş ülkelerdeki milyarlarca yoksul ve eğitimsiz insan, gelişmişlerde milyonlarca vasıfsız işçi, ümitsizliğin pençesine düşmüştür

Ülkelerin kendi kaderlerine hakim olabilme imkanları giderek ellerinden çıkmıştır. Nüfusları artmayan ülkeler dahi, gayri kanuni göç, tarım ve sanayideki işçi fazlasının yarattığı tehdit karşısında çaresiz kalmaktadırlar.

Gelinen noktada, beşeriyet engebeli bir yola girmiştir. İşin kötüsü nereye baksak bu kötü gidişin daha da devam edeceğine dair işaretler fazlaca görülmektedir.

21 inci yüzyıla girerken her şeye rağmen iyi durumda görünen Japonya, Güney Kore, Doğu Asya ve AB ülkelerinin ortak özellikleri ise; Yüksek tasarruf oranları,  yeni tesisler için kaynak ayırabilmeleri, mükemmel eğitim sistemleri, alan değiştirme kabiliyetine sahip vasıflı işgücü, sanayi kültürüne sahip olmaları, kaliteli ürün üretme kabiliyetleri, ticaret fazlası vermeleri, kültürel yapılarının homojen, etnik yapılarının mütecanis olması, kültürel ve toplumsal dayanışma anlayışının hakim olmasıdır.

İşte küresel sistemin galipleri denilen ve yukarıdaki özellikleri taşıyan ülkeler bu özellikleri sayesinde;

Küresel çevre sorunları, tarımla uğraşan kesimlerin küresel düzene uyumu, klasik sanayi kollarında çalışırken işsiz kalanların çalıştıkları işkolunu değiştirebilme kabiliyetleri ile 21nci yüzyıla avantajlarla girmektedirler.

Reform Yapmanın Zorlukları

Ulusal ve küresel düzeyde reform yapmak için önümüzde iki engel dağ gibi durmaktadır. Bunların birincisi demografik ve çevre trenlerini önlemek çok zor görünmektedir. Bir diğer engel reformların yapılmasındaki zorluklardır.

Küresel çevre sorunlarının çözümü için bugünün insanından 30-40 yıl sonrasına yönelik bu günkü yaşam tarzını değiştirmesi istenmektedir. Bu insanın yaradılışına uygun değildir. Kaldı ki bu sorunların çözümü için uluslararası işbirliği şarttır. Özetle, küresel çevre sorunlarının çözümü için ulus devlet, ya çok küçük kalmakta, ya da çok büyük gelmektedir. Ulusal düzeyde alınan tedbirler yetersiz kalsa bile, biz gene otoriteyi sağlamayı ulus devletten beklemekteyiz. Toplumların 21 inci yüzyıla hazırlanmasını sağlayacak olan kurum gene ulus devlettir. Vasıflı işgücünü teşvik etmek, doğurganlığı azaltmak ve buna benzer konularda yaptırım gücü olan yegane yapı, gene de ulus devlettir.

Toplumları 21 inci yüzyıla hazırlamak için genelde hangi gayret gösterilirse gösterilsin üç kilit unsur önem kazanmaktadır. Bunlar, eğitim, kadınların rolü ve reformcu siyasi liderlere duyulan ihtiyaçtır.

Geri kalmışlığın bir çok sebebi vardır ama, eğitimden önemlisi yoktur. Kişi veya toplum olarak “21 inci yüzyıla hangi yollardan gitmekle daha iyi hazırlanabiliriz” konusunu ele alırken, bir ahlak sistemi, bir adalet sitemi veya bir hakkaniyet duygusu edinmek zorundayız.

Unutulmamalıdır ki 21 inci yüzyıla daha iyi hazırlanmayı arzu eden bir toplum, bu geçiş sürecini tamamlayabilmek için büyük bir bedel ödeyecektir. Toplumlarda reformlar yapmak, köklenmiş çıkar düzenlerine meydan okumak, eski örf ve adetlerden bir çoğunu terk etmek ve hatta devlet yapısında bazı tadilatlara başvurmak, vizyon sahibi politikacıları gerektirir. Soğuk savaş düzeni ortadan kalkarken karşımıza “yenidünya düzeni” değil, bunalıma düşmüş ve bölünmüş bir dünya çıkmıştır. Böyle bir dünyada hem siyasilerin ve hem de halkın ciddi olarak ilgi göstermesi gereken meseleler vardır. İnsanoğlu ya önündeki çetrefilli yoldan yürümeyi becerecek ya da çözümleyemediği sorunlardan kaynaklanan kargaşa ve kaos ortamında kalacaktır.

 

Yazar

Aziz Bozatlı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar