Yükleniyor...
Bilim eğitimi, insana en başta, şüpheyi öğretir. En çok da kendi fikirlerine, düşüncelerine karşı şüpheyi. Bilim insanı, bir sonuca vardıktan sonra hemen o vardığı sonucu çürütmeye çalışır. Çünkü sonuç sağlam değilse, o çürütmezse, bilim camiası çürütecektir. Çürütemezse yayımlar. Sonra da meslektaşlarının çürütmesini bekler. Kaçıncı tekrarım bilmiyorum ama Popper’in “bilim yanlışlayarak ilerler” formülünün kesin inançlısıyım. Kesin inancım, bilimde kesin inanca yer bulunmadığıdır.
Bu tutum, kişiliğinizin bir parçası hâline geliyor. Belki ondandır, birisi söylediğim bir söze “Hayır öyle değil!” dediği anda bütün antenlerimle dinlemeye geçerim. Ve önce onun söylediğinin doğruluğunu düşünürüm. Çürütene kadar. O kadar ki yöneticilik hayatımda iletmeye çalıştığım bir mesajın, bu tutumumdan dolayı zaman zaman zayıfladığını hissettim. İletmek istediğim mesajdan eminsem, kendimi ısrara zorlamaya başladım. Çünkü yetişme tarzım, ısrardan önce yanlışımı araştırmamı emrediyordu.
Zamane trolleri fikirlerinden o kadar emin ki!
Bunu siyasilerin tavırlarında görüyoruz. Edepsizliğin, hakaretin, aşağılamanın, itibarsızlaştırmanın bini bir para. Bu yıllardır böyle. Fakat beni asıl üzen siyasilerin hâli değil; onların tutumunun bir lekenin yayılışı, bir virüsün nüfusu sarışı gibi hızla toplumu sarması.
Bu davranışın henüz sadece katı ideoloji mensuplarında görüldüğü çağlarda, Mümtaz Turhan Hoca’nın bunları tasvir eden şu satırlarını çok sevmiştim:
“[O] inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır. Bu bakımdan, Türk münevveri ile onun cahil diye damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla, yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî muhtevaların mevzu ve nevilerindedir.” (Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Altınordu Yayınları, 2015, s. 99- ilk baskı 1961.)
Henüz kitle iletim araçlarının, hele hele kitle iletişim araçlarının bulunmadığı dönemlerde, kesin inançlarını hakaretle karıştırıp kusanlar, her gün karşınıza çıkmazdı. “İletim” kelimesiyle radyo, televizyon, gazete gibi tek yönlü mesaj akışını, “iletişim” diye de bugünkü sosyal medyayı ve karşılıklı tartışmaya izin veren diğer internet ortamlarını kastediyorum. İşte bir zamanlar antiseptik engelinin sınırladığı mikrop gibi belli mecralara sıkışan “cart” tavrı, bugün bütün zincirlerinden boşalmış, her yerde karşınıza çıkıyor.
Hiç tereddüt etmeden, “Acaba ben yanılmış olabilir miyim?” düşüncesini aklından geçirmeden ortaya atılıveren bu tiplerin, hareketlerine “cart” ve felsefelerine “cartizm” diyorum. Bir zamanlar bunlara “caart kaba kâğat” diye mukabele edilirdi. O zamanın edeplendirmeleri bile daha sanatlıymış. (Kasten “kâğat” yazıyorum; öyle denirdi ve o ses anlama daha uyumluydu.)
Cartizmin iki kaynağı var.
Birincisi; birinin söylediğine, yazıp çizdiğine cart diye karşı çıkmanın etrafa verdiği mesaj; daha doğrusu cartistin verdiğini sandığı mesaj: “Bakınız, ben bu kişiden daha bilgili ve daha akıllıyım! Nasıl cesaret edip karşı çıkıyorum ve nasıl onu çürütüveriyorum!” Böylece hem etrafın gözünde, ama en çok kendi gözünde boyu uzar, göğsü kabarır.
İkincisi; siyaset, ideoloji ve cemaat trollüğü. Kesin inançlısı olduğu fikre karşı fikirleri hemen aşağılamak; o karşı görüşlüleri itibarsızlaştırmak. Siyaset trollerinin bir kısmının inançla da pek ilgisi yok. Memuriyetlerinin gereğini yapıyorlar zavallılar. Zavallı dediğime de bakmayın; bir kısmının yüksek maaşlar ve daire, araba gibi ek imkânlarla gül gibi geçinip gittiklerini biliyoruz. Diğerlerini benim troller arasından da kolaylıkla teşhis edebilirsiniz. Bakın, ben “Türk”, “millet”, “kültür” falan yazdığımda “Türk vatandaşları Türk değildir “, “Kültür milleti yapmaz.”, “Millet kültürü yapmaz.”, “Milliyetçilik ırkçılıktır!” tepkisini gösterenler… Görev ihmali olmasın diye atladıkları tek “Türk”, “kültür”, “millet” yazısı da yoktur. Belki bu yazıyı atlarlar, “Biz öyle değiliz!” diyerek, ama pek sanmıyorum.
Şimdi oturup, “Acaba bu tespitlerim hatalı mı?” diye düşünme zamanım.