16.04.2024

Atalarımızın İzinde Moğolistan’da

Ve coşkun akardı Orhun... Bütün dünyadan Altay toplulukları üzerine çalışan uzmanlar Moğolistan'daydı. Bilimsel sunumlar yaptılar, şaman ayinine katıldılar, anıtlara yüz sürdüler, Orhun'un suyundan içtiler... Ata topraklarından izlenimler bu yazıda.


Orhun kıyısında…

Bu yıl Türk ilim dünyası açısından Moğolistan verimli bir coğrafya oldu. Haziran başında Türkiye’den büyük bir grup “Köktürk Yazısının Okunuşunun 125. Yılında Orhun’dan Anadolu’ya Uluslararası Türkoloji Sempozyumu”na katılmak üzere Moğolistan’a gitti. Oradaki izlenimler ve gelişmeler çeşitli yazılarla Türkiye’ye yansıdı.[1]

Ağustos başında ise bizim de ailece içinde bulunduğumuz bir ilim adamı grubu bu sefer başka bir sempozyum için Moğolistan’da idi. Bu sempozyum, 7. Uluslararası Altay Toplulukları Sempozyumu idi. Sempozyuma Türkiye’nin yanı sıra Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Çin, Kore, Japonya, Avrupa ve Amerika’dan da katılımlar oldu. Elbette ki ev sahibi olarak Moğollar da geniş bir şekilde katıldılar. Sempozyumun ana düzenleyicisi Prof. Dr. İlhan Şahin ve dolayısıyla Türkiye idi.

Bu sempozyum vesilesiyle, ilk defa 1998’de gitmiş olduğum Moğolistan’a yirmi yıl sonra bir kere daha gitme imkânı yakaladım. Henüz yüksek lisans öğrencisiyken ilk seyahatim çok maceralı olmuştu. Belki bir ara bunun da ayrı bir yazısını yazmam gerekir. Daha sonra iki kere daha gitmiştim. O seferkiler gruplar hâlinde gidiş olduğu için daha sakin geçmişti. Böylece ilk gidişten yirmi, son gidişten ise altı yıl sonra bir kere daha Ulan Batur’a ayak basacaktım. İşte bütün bunları göz önüne alarak bu yazıda hem Moğolistan izlenimlerimi hem de sempozyum gelişmelerini aktaracağım.

Yola Çıkış ve İlk İzlenimler

Moğolistan’a yakın zamana kadar uçuşlar Moskova, Pekin ve Seul üzerinden yapılıyordu. 2012 yılında THY Moğolistan’a uçuş koydu ve böylece daha doğrudan bir gidiş imkânı sağlanmış oldu. Uçuş direkt olmasına rağmen uçaklar Bişkek’te bir dur-kalk yapıyor. Bu durum, hem uçuş sürelerini uzatması hem de bilet fiyatını arttırması dolayısıyla çeşitli şikâyetlere sebep oluyor. Seferler konduğundan beri Türkiye tarafından bu duraklamanın olumlu karşılandığı yönünde bir söz duymadım. Herhalde bu durumu olumlu gören tek kişi benim. THY, bu duraklama sayesinde Türkistan-Moğolistan bağlantısını da sağlayan yegâne havayolu oluyor. Türkistan bölgesinden Moğolistan’a birçok çarter dedikleri tarifesiz sefer olabilir. Ancak THY’nin Bişkek’teki duruşu iki bölgeyi birbirine yaklaştırıyor. Nitekim Bişkek’te durduğu zaman uçaktakilerin bir kısmı orada inerek yerine yeni binenler oluyor. Rusya ile Çin arasında sıkışmış bir ülke olan Moğolistan’ın Kore ve Türkiye gibi Türkistan’la havadan da olsa doğrudan bağlantı kurabilmesi önemli. Bana göre olumsuz olan nokta ise sefer sayısının az olması. Haftada sadece üç gün var. Bu da uçuşlarda önemli bir yoğunluk yaratıyor.

Böylece 3 Ağustos’ta İstanbul’dan THY’nin Ulan Batur seferine bindik. Söz konusu seferde bizim gibi çok sayıda sempozyum katılımcısı vardı. Uçak Bişkek’e indiğinde boşalan yerlere bu sefer sempozyumun Kazakistan ve Kırgızistan katılımcılarının da aralarında olduğu Türkistan grubu bindi. 4 Ağustos sabahında Ulan Batur’un Çingiz Han Uluslararası havaalanına indik. Havaalanı geniş ve boş bir arazinin ortasında… Binası çok büyük değil, çıkınca otoparkı da… Etraftaki geniş alan insanda bir ferahlık duygusu yaratıyor.

Orada bizi sempozyumun Organizasyon Komitesi Başkanı İlhan Hoca karşıladı. Otobüsle Ulan Batur’da meydanın hemen yanı başındaki otelimize geldik ve yerleştik. Havaalanından şehrin merkezindeki meydan 15 km civarı… Haziran ekibinden dinlediğimiz hikâyelerde şehrin ciddi bir trafik problemi yaşadığını duymuştuk. Havaalanından çıktıktan itibaren uzun müddet bu tip bir sıkışıklık görmedik. Henüz şehir dışındaydık ve birbirinden uzakta binaların ve geniş arazilerin olduğu kısımlardan geçiyorduk. Bir süre sonra Tula nehrini aşıp şehre girince de aslında pek trafik yaşamadan otelimize ulaştık. Haziran ekibinin sözlerinin doğruluğunu ise ilerleyen günlerde daha gerçekçi olarak tecrübe edecektik.

Ulan Batur, Ulan Batur

Bir süre otelde dinlendikten sonra meydanda gezmeye çıktık. Şehrin Sühbaatar adlı geniş bir meydanı var. Meydan, Moğolistan Meclisi’nin hemen yanında. Burada meclisin adı Büyük Meclis anlamına gelen İh Hural

İh Hural kelimesini duyunca Moğolca kelimelere biraz bakmamız gerekiyor. Modern Moğolcada kelime sonlarında hece düşmesi ve daralması son derece yaygın. Bu sebeple ilk başta garip gelse de aslında hural kelimesi tanıdık… Klasik Moğolcada huralday, bugünkü Türkçemizde ise kurultay olarak kullanılan kelime modern Moğolcada hural hâline gelmiş. Biraz daha derine inelim. Bugün Moğollar Kiril harflerini kullanıyorlar. Klasik Moğol yazısı ise bizim tarihî Uygur harflerimize dayanan alfabe… Kiril harfleriyle karşılaştırıldığında klasik harflerin okunması daha zor, birbirine benzeyen birçok şekil var. Diğer yandan bir kelimenin klasik yazılışı ile modern yazılışı arasında ciddi fark var. Belki bizdeki kitap kelimesini eski yazıyla yazarken kitab yazmamız durumuna benzetebiliriz. Ancak farklılık bundan fazla. Bir örneği burada gördüğümüz gibi Kirille yazarken hural olan kelime, klasik yazımda huralday hâlinde karşımıza çıkıyor[2]… Bu şekilde baktığımızda aslında kelimelerin Klasik Moğolca hâllerinin Türkçeye çok daha yakın olduğunu fark ediyoruz. Klasik Moğolca ile modern Moğolca arasındaki bu farklılığın sebebinin bazı araştırıcılarca diyalekt farkı olarak izah edildiğini bir yerlerden duyduğumu hatırlıyorum. Ancak bana diyalekt farkından ziyade aynı diyalektin zaman içindeki değişimi gibi geliyor. Bu düşüncemi güçlendiren bir etken daralma ve düşmenin modern devirde de devam etmesidir. Nitekim Kirille baatar olarak yazılan ve kahraman anlamına gelen kelime, konuşmada baatır olarak telaffuz ediliyor. Eh, dil bilimci olmayan biri için bu konuda epeyce konuştuk.

Biz tekrar Ulan Batur’a dönelim ve biraz şehirden bahsedelim. İh Hural olarak adlandırılan Moğolistan meclisi protokol kapısı güneye bakacak şekilde inşa edilmiş. Meydan, bu protokol kapısının hemen dışında, yani güneyinde… Bu durum, geleneksel olarak çadır kapılarının güneye açılmasının modern dönemdeki yansıması. Bu sebeple Ulan Batur sakinlerinin yön duygusu kuvvetli. Sırtınızı meclise verdiğiniz zaman güneye bakıyor oluyorsunuz. Sağ tarafınız batı, sol da doğu oluyor. Tabii ki aklımıza hemen iki bin yıl önce Hunların Sol Bilge Beyinin doğuda, Sağ Bilge Beyinin de batıda olduğu geliyor. Böylece bozkır kültürünün izlerini bugün çok net olarak gözleyebiliyoruz.

Meydana adını veren Sühbaatar, 1921’de Moğolistan’da Sovyet destekli sosyalist devrimi gerçekleştiren ve ikinci bağımsızlığı sağlayan kişi… Meydanda atlı bir heykeli var. Moğol bağımsızlığına gelince aslında Moğollar bağımsızlıklarını 1911’de ilan ettiler. Ama sonrasında Çin’in ciddi baskısıyla karşı karşıya kaldılar ve bağımsızlığı kaybetme derecesine geldiler. Bu arada Rusya’da Çarlık yıkıldı ve ak-kızıl savaşı başladı. Savaşın Moğolistan’da da yansımaları oldu. Bazı aklar buraya kaçtı, peşinden de kızıllar geldi… Veee kızıllarla birlikte Sühbaatar da gelerek Moğolistan’ı kurtarmış ve bağımsızlığını ilan etmiş oldu. Tıpkı diğer sosyalist devrimlerde olduğu gibi ilk bağımsızlık burjuva devrimi olarak kabul edildi ve 1921’e gerçek bağımsızlık dendi. İlk bağımsızlığın Çin’e karşı kaybedilmesi aşamasına gelmesi ve ikinci bağımsızlığın arkasındaki Sovyet gücüyle Çin’e karşı muhafaza edilebilmesi düşünüldüğünde bu görüş Moğolistan için bir nebze dikkate alınabilir.[3]

Meydanda Sühbaatar Heykeli

Meclis binasına baktığımızda meydana bakan büyük bir Çingiz Han heykeli görüyoruz. Tahtta oturuyor. Bu Çingiz düzenlemesi sosyalist sistem yıkıldıktan sonra yapılan yeni düzenleme. 1990’dan itibaren Moğolistan Çingiz mirasına sahip çıkıyor.

Tahtta oturan Çingiz Han

Çingiz Han’ın iki yanında ise at üzerindeki komutanları yer alıyor. Oraya doğru çıkan merdivenlerle heykellere yaklaşılabiliyor. Burası turistler için tam bir fotoğraf alanı. Sadece turistler değil, mesela evlenenler de buraya gelip fotoğraf çektiriyor. Meydanda gezerken bu şekilde birkaç düğün alayının grup fotoğrafları çektirdiğine şahit olduk. Meclisin iki köşesinde de Ögeday ve Kubilay Hanların heykelleri var. Aynı Çingiz Han gibi tahtlarına kurulmuş, meydana gelen insanları izliyorlar. Tabii onların tahtları daha küçük…

Çingiz ve iki komutanı

Sühbaatar Meydanı ile meclis binasının güneyinde ve kuzeyinde nispeten küçük parklar var. Bunlar, yeni yüksek yapıları meydandan bir ölçüde de olsa uzak tutmaya yarıyor. Böylece Ulan Batur, tıpkı diğer şehirler gibi yoğun bir imar faaliyeti sonucu yüksek binalarla donatıldıysa da hiç değilse tam merkezindeki bu alan ferah kalmayı başarabilmiş. Özellikle kuzeydeki küçük parktan insanlar sabah yürüyüşü alanı olarak faydalanıyorlar.

Ulan Batur’da ana yollar iki şerit gidiş ve iki şerit geliş olarak planlanmış. Bu, muhtemelen 20. yüzyıl için çok genişti. O devrin az araba ortamında mutlaka bu yollar insanlara rahat geliyordu. Ancak 1990’dan itibaren liberal ekonomi döneminde yurt dışından az vergili ikinci el arabaların yoğun olarak gelmesi şehirdeki araba sayısını arttırmış. Dolayısıyla ilerleyen günlerde Haziran grubunun temas ettiği trafik meselesini yoğun olarak yaşadık. Özellikle Tonyukuk anıtına giderken şehirden çıkmamız bir buçuk saat sürdü. Daha sonraki günlerde Ulan Batur’un meşhur pazarına da gidip gelmek yine saatlerimizi aldı. Bu durum, gerek Ulan Batur’un yerlilerince gerekse turistlerce şikâyet edilen bir durum… Ancak bunun alternatifleri de pek iç açıcı gelmiyor. Çünkü Türkiye’de böyle bir şey olsa belediyelerimizin aklına hemen yolu genişletmek ve alt-üst geçit yapmak geliyor… Bu çözümler trafiği bir ölçüde rahatlatacak olsa da biraz evvel bahsettiğimiz parklar dâhil olmak üzere şehir dokusuna büyük ölçüde zarar verecektir. Hatta Türkiye’den alışık olduğumuz üzere arabalar gittikçe arttığı için bir süre sonra genişletilen yollar dahi yeterli olmayacak ve bir daha genişletilecek… Bunun yerine Avrupa alternatifleri gibi özellikle şehir merkezinde toplu taşımayı çok iyi yapmak, böylece orayı korumak düşünülebilir.

Millî Tarih Müzesi

Büyük Meclisin hemen batısında bizim için önemli Millî Tarih Müzesi var. Buraya girmememiz düşünülemezdi. Girdik ve uzun uzun inceledik. Önce en eski devirlerden başlayan bir salon var. Burada en az 40.000 yıl öncesinden itibaren taş devri buluntuları sergileniyor. Ok uçları, kesici aletler, çeşitli duvar çizimlerini bu salonda görebiliyoruz. Yeni taş devrinde insanların çukur evler yaptığını yine bu salonda görüyoruz. Bu salonun benim için en ilgi çekici buluntularından biri M.Ö. 2500 – M.Ö. 1800 arasına tarihlenen bir taş adam idi. Moğolistan’ın batı illerinden olan Hovd’da bulunan bu taş adam, aslında bizim daha sonra taş baba dediğimiz Gök Türk devri heykellerinin ilkel bir şekli idi. Dolayısıyla bu buluntu, taş baba geleneğinin M.Ö. 3. binyıla kadar uzandığını gösteriyordu. Daha sonra bronz çağına geliyoruz ki bu çağa ait taştan geyikler ve mezar buluntuları sergileniyor. Burada da bir bronz miğferle bronz kazan dikkat çekici.

İkinci salondan itibaren büyük hâkimiyetler devrine giriyoruz. Bu, elbette ki Hunlarla başlıyor. Duvarlarda Hunların devlet yapısını anlatan açıklamalar var. Buluntuların başlıcaları ise kilimler, taşlar, araba parçaları ve Hun ölü gömme âdetlerini gösteren bir tabut. Bu salon az da olsa Şienbi ve Avar devirlerine ait buluntuları da içeriyor.

Üçüncü salonda Gök Türk dönemindeyiz. Burada meşhur Köl Tigin büstünü ve Taryat anıtını görmek mümkün. Buradaki buluntu sayısı azımsanmayacak ölçüde. Ayrıca iki ana tür taş babanın da kopyaları yapılmış. Bunların dışında altın ve gümüşten eşyalar görünmekte… Ok ve yay gibi buluntuların yanı sıra ilginç bir buluntu da müzede adı Altay Arpı olarak yazılmış bir tür çalgı aleti. Dombıra benzeri bu çalgının sapı yukarı doğru kıvrık. Bu sebeple bilim adamları bu aletin tellerinin saz gibi düz değil, arp gibi gövdeden ayrılacak bir şekilde gerildiğini düşünmüşler ve ona göre bir model tasarlamışlar. Sonlara doğru Uygur, Kırgız, Kitan devri buluntularına yer verilmiş.

Bu salonu bitirdiğimizde üst kata, dördüncü salona çıkıyoruz. Dördüncü salon kültürel ağırlıklı düzenlenmiş. 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında kullanılmış olan aletler sergileniyor. Bu salonun esas renkli yanı ise Moğolistan topraklarında yaşayan Türk ve Moğol boylarının kendilerine özgü kıyafetlerinin sergilenmesi olmuş. Her kıyafetin yanında o kıyafeti kullanan boyun nüfusu ve hangi bölgede yaşadığı da harita üzerinde gösteriliyor.

Yine bir üst kata çıkarak en görkemli salona geliyoruz. Bu salon Çingiz devri… Büyük bir harita bizi karşılıyor. Büyük Hanların dünyanın dört bir yönüyle olan mektupları, damgaları, yazıtlar sergileniyor. Diğer yandan Çingiz’in büyük oğlu Cuci’nin Kazakistan’daki türbesinin de küçük bir modeli var.

Çingiz Han ve sonrası ile ilgili bu görkemli salondan sonra yine kültürel ağırlıklı bir salona geçiyoruz. Burada Moğolistan’ın çeşitli yerlerindeki çadır tipleri ve içlerindeki eşyalar sergileniyor. Çadırların yapısının bölgeye ve boya göre fark ettiğini gözlemlemek mümkün.

Onu da gezdikten sonra 1911 bağımsızlığı salonuna geliyoruz. Bu bağımsızlık Moğol dinî liderlerine dayanıyordu. Bağımsız Moğolistan’ın lideri Bogd Han’ın şahsi eşyaları, kıyafetleri ve damgalarını burada görebiliyoruz.

Bir sonraki salonumuz Sosyalist Moğolistan… Sühbaatar ve sosyalist devrimden sonra Sosyalist Moğolistan’ın ikinci lideri Çoybalsan’ın şahsi eşyaları ve tıpkı SSCB’deki gibi Moğolistan’da da gerçekleşen repressiya’nın acı yüzü sergileniyor.

Birkaç basamakla en son salona geldik. Burada 1989 sonunda başlayan demokratikleşme hareketleriyle Moğolistan’ın bugüne kadarki siyasi ve popüler macerası anlatılıyor…

İh Delgüür – Büyük Mağaza

Biraz meydanın dışına çıkalım. Moğolistan, yaz aylarında turist kaynayan bir ülke… Uçakla gelişlerin bu kadar az ve uzun mesafeli olmasına rağmen dünyanın her yerinden ilgi yüksek. Turistler için cip kiralayan firmalar, safari benzeri maceracı turlar gibi birçok alternatif var. Bu sebeple yabancılar için kaliteli otelleri de mevcut. Ayrıca Güljanat Kurmangaliyeva Ercilasun’un tespitine göre özellikle lokanta sektörü bu uluslar arası duruma ayak uydurmuş, şehirde Kore lokantaları ağırlıklı olmak üzere dünyanın neredeyse bütün mutfaklarının lokantaları var.

Meydandan şehrin ana caddesini kullanarak batıya doğru gittiğimizde yol boyu hediyelik eşya ve kaşmir dükkânlarıyla karşılaşıyoruz. Bir müddet yürüdükten sonra Moğolların İh Delgüür (Büyük Mağaza) dedikleri alışveriş merkezine ulaşıyoruz. Burası sosyalist zamanda yapılmış, zamanın Sovyet Cumhuriyetlerindeki başkentlerde TSUM olarak bilinen merkezî alışveriş binasının Moğolistan versiyonu. Şimdi canlı bir alış veriş merkezi… En üst katı yine büyük ölçüde turistlere ayrılmış… Bütün bir kat hediyelik eşya, resimler, küçük heykeller, millî kıyafetler, Moğolca ve yabancı dilde kitaplar gibi turistlerin ilk anda arayabilecekleri ürünleri barındırıyor. İh Delgüür’ün güneyine doğru yürüme alanları tasarlanmış ve bir müddet yürüdükten sonra şehir sirkine ulaşılıyor.

Dinozor Müzesi

Kuzeye doğru ise güney yolu kadar düzenli olmayan bir caddeden gidilerek yine bir meydana ulaşılıyor. Bu meydanda, üstünde Moğol bayrağındaki semboller olan bir anıt var. Meydanın kuzey tarafında ise Mongolın Üleg Gürveliyn Töv Muzey (Moğolistan Dinozor Merkez Müzesi) bulunuyor. Ulan Batur’da kaldığımız süre içinde tabii ki buraya da gittik. Daha girişte benim kafamı kurcalayan şey müzenin adı oldu. Dünyanın aşina olduğum birçok dilinde dinozor kelimesi farklı telaffuzlarla yansıtılırken bu müzenin adında böyle bir kelime yoktu. Dinozorun Moğolcasını sorduğumda üleg gürvel diyorlardı. Meğer bu ifade, büyük kertenkele demekmiş ve dinozor kavramını ifade ediyormuş. Müze daha yeni, 2016’da açılmış. Ancak bina eski ve görkemli idi. Binayı sorduğumuzda eski Lenin Müzesi dediler. Yani bir zamanların Lenin Müzesi şimdi Dinozor Müzesi olmuştu!!![4]

Müzeye girdiğimizde bizi kocaman bir dinozor iskeleti karşılıyor. Duvara yakın camekânlarda birçok farklı türden dinozorların fosillerini, hatta yumurta fosillerini de görüyoruz. Her birinin yanında bu fosillerin kimin tarafından ve ülkenin neresinden bulunduğu harita üzerinde gösteriliyor. En çok fosil Moğolistan’ın güney ili olan Ömnögovi’den çıkmış. Bu ilin doğusundaki Dornogovi ve batısındaki Bayanhongor illerinden de az sayıda fosil var. İlginç olan bir detay da her birinin yanına fosilin ait olduğu dinozorun insan boyutuyla karşılaştırılmasının konmuş olması…  Böylece görüyoruz ki dinozorların hepsi dev değil, insan boyunda ve hatta insandan küçük olanları da var. Müzenin üst katına çıkıyoruz. Bu sefer orada bizi başka bir büyük fosil karşılıyor. Üst katta ikinci bir oda daha var. Bunda ise dünyanın oluşumu bütün bir odayı kaplayan duvar resmi ile anlatılmış. Evrenin oluşumundan dünyaya, oradan ilk canlıların ortaya çıkışlarına, denizden karaya geçişe, dinozorlar çağına, ilk insan benzeri canlılara ve sonunda modern insan homo sapiense evrimi aşama aşama yaşıyoruz.

Moğolistan bir dinozorlar ülkesi… Daha yeni olan bu müzede görüldüğü gibi henüz sadece üç salon açık. Moğollar, bu müzeyi yeni yeni buluntular ve çalışmalarla gittikçe genişletmek niyetinde… Müzenin girişindeki dev dinozorun Amerikan Tabiat Tarihi müzesindeki T-Reks iskeletlerinden farkı yok. Onlar kadar görkemli… Hatta şekli de benziyor. Tabelada adı Tarbozaurus Bataar olarak geçiyor. “İşte bu T-Reks!” dediğimizde oğlumuz Altay “hayır, bu o değil” dedi. T-reks’in adı Tiranozaurus imiş, bunun adı ise farklı imiş. Sonra bir müze görevlisi yanımıza gelip aynı şeyleri söylemesin mi!!! Malum, çocuklar dinozorlara meraklı oldukları için oğlumuz Altay orada yanlışlarımızı düzeltmiş meğer. Müze görevlisi bunun T-Reks ile akraba olduğunu, ama farklı olduğunu detaylı bir şekilde anlattı. Benim diğer bir ilgimi çeken de Moğolların dinozorun adına Bataar (Kahraman) ifadesini eklemeleri oldu. Bu küçücük hâliyle gezdiğim müze iyi bir planlamayla gelecekte ABD’deki müzeyle ciddi bir rekabet içerisine girebilecek potansiyele sahip. Moğolların müzeyi genişletme planları, şu anda zaten dinozor turizminde önemli bir yeri olan Moğolistan’ı daha da ön plana taşıyacak…

7. Uluslararası Altay Toplulukları Sempozyumu

Uluslararası Altay Toplulukları Sempozyumu, bugüne kadar Özbekistan, Kırgızistan, Kore’nin yanı sıra Türkiye’de de üç kere toplanmıştı. Türkiye’dekilerden biri Antalya’da diğer ikisi ise İstanbul’da yapılmıştı. 2017’de son yapılan sempozyum, İstanbul Aydın Üniversitesinde gerçekleşmiş ve oranın kapanış oturumunda bir sonraki sempozyumun Moğolistan’da yapılması yönünde bir irade beyan edilmişti. Sempozyum sonuçlanır sonuçlanmaz sempozyum yürütücüsü İlhan Şahin çalışmaya başlamış olmalıydı. Bunu daha sonra Moğolistan’da anlayacaktık.

Türk Tarih Kurumunun büyük destek verdiği sempozyumun ev sahipliğini de Moğolistan Bilim ve Teknoloji Üniversitesi üstlendi. Üniversitenin Edebiyat ve Kamu Yönetimi Fakültesinin Dekanı olan Doç. Dr. Enkhbat Avirmed, sempozyumun kusursuz bir şekilde geçmesini sağladı.

Pazartesi başlayan sempozyum canlı ve heyecanlı bir şekilde Çarşamba akşamına kadar devam etti. Moğol bilim adamları hatırı sayılır bir katılım gösterdi. Bunun yanında Çin’den gelen Moğol bilim adamları da vardı. Çeşitli oturumlarda Altay topluluklarının en eski tarihlerden bugüne kadar olan gelişmeleri tartışıldı. Kurt sembolü, etnolojik meseleler, kültürel ve sosyal meseleler odak noktalarıydı. Japon bilim adamları iki farklı panelle saha araştırmalarından derlediklerini paylaştılar. Böylece çok verimli geçen sempozyum seneye Kırgızistan veya Özbekistan’da toplanmak üzere sona erdi.

Moğolistan’da Şaman

Orhun’a yola çıkmadan önce gelenekleri daha iyi görmek üzere ev sahiplerimiz bizi hemen şehir dışındaki bir şamana götürdü. Burada uzunca bir ayin izledik veya katıldık demek daha doğru. Şaman ertesi gün çıkacağımız yol için bize kolaylıklar dilemek üzere dualar etti.

Şaman

Orhun ve Tarihî Başkentlerimiz

Ertesi gün sabah altıda iki otobüsle Orhun için yola çıktık. Ulan Batur’dan çıkarak batıya doğru yöneldik. Yolda birkaç kez Tula Nehrinin üstünden geçtik. Bir kısmında da yanından gittik. Harika bir tabiat, geniş ufuklar, sonsuzluk hissi ve yer yer obalarla koyun, sığır ve at sürüleri gördük. Zaman zaman geçtiğimiz yerleşim yerlerinde tıpkı Ulan Batur’un dış çeperlerinde olduğu gibi bahçe içinde tek veya iki katlı evler görüyoruz. İlginç olan bahçelerde kurulu çadırların olması… Moğollar evleri kışın kullanıyorlar. Yazın ise bahçelerindeki çadıra geçiyorlar. Böylece küçük bir alanda yaylak kışlak hayatını devam ettiriyorlar…

Çitler içerisinde ev ve çadır yan yana, onların yanında da araba

Başka bir örnek

Altı saatlik bir yolculuktan sonra tarihî başkent olan Kara Kurum’a ulaştık. Orhun Nehri kıyısındaki bu yerleşim bugün Harhorin[5] adını taşıyor ve bir ilçe görünümünde. Sırtını dağlara dayamış olan bu yer, etrafındaki geniş arazi sayesinde birçok otele de ev sahipliği yapıyor. Oteller ise bizim alıştığımız oteller değiller, bunlar çadır otel…

Orhun kıyısında bir çadır otel

Bizim gezimiz günü birlik planlandığı için bu çadır otellerde kalmadık. Sadece dönerken birine akşam yemeği için uğradık. Biz Harhorin’e ulaştıktan sonra otobüs mola vermeden anıtlara doğru devam etti. Anıtlarla Harhorin arası 45 km. Anıtlara ulaşınca ekip büyük bir coşkuyla müzeye daldı. Hem Köl Tigin hem de Bilge Kağan anıtları daha iyi korunması amacıyla anıt alanının hemen yanındaki müzeye taşınmışlardı. Anıtların yanı sıra bu anıt külliyesinden çıkan taş heykeller, diğer buluntular ve özellikle de Bilge Kağan hazinesinden parçalar bu müzede sergileniyordu. Ayrıca anıt külliyelerinden birinin küçük bir modeli de yapılmış ve müzenin orta yerine konmuştu. Müzede fotoğraf çekimi paralıydı. Herkes cebine davranıp paralarını ödeyerek atalarımızın anıtlarının her yönden fotoğraflarını çektik. Yetmedi, aralarına girip ikisiyle birlikte fotoğraf çektirenler oldu. Bu arada biz Altay’la her iki anıtın çevresini dokuz defa turladık…

Müzede hevesini kandıran ekip şimdi de hemen yanı başındaki anıt alanlarını ziyarete gitti. Burada kazılarda bulunmuş olan Prof. Dr. İlhami Durmuş, bizlere anıtlar hakkında bilgiler verdi. Buradaki anıt alanları aslına uygun olarak birer duvarla çevrili ve tam anıtların yerinde de kaplumbağa üzerindeki bire bir modelleri bulunuyor.

Anıt alanın telefondaki haritadan kuşbakışı görüntüsü. En sağdaki mavi halka esas anıtların bulunduğu müze. Daha solda bulunan iki halka ise anıtların esas yerleri. Orada da anıtların bire bir modeli bulunuyor.

Anıtlarda ruhumuzu kandırdıktan sonra Harhorin’e döndük ve burada yeni açılmış olan Harhorin müzesine girdik. Bu müze o bölgedeki buluntuları canlı bir şekilde sergiliyor. Tıpkı Ulan Batur’daki tarih müzesi gibi burada da en eski çağlardan itibaren çıkmış olan buluntular var. Yine aynı şekilde çağlara ayrılmış daha küçük salonlarda bu buluntuları görüyoruz. En önem verdikleri buluntulardan biri yeni açılmış olan bir Gök Türk devri mezarından çıkan birçok heykelcik. Bunlar için özel bir film gösterimi ve özel odada sergi var. Müzenin tam ortasında ise Çingiz ve oğulları zamanındaki Karakurum şehrinin modeli yapılmış. Bölgenin 13. yüzyıldaki durumunu anlamak için bire bir…

Harhorin müzesinden sonra Orhun nehrinin üstünden geçip yeniden kuzeye yönelerek Uygur başkenti Kara Balgasun’a geldik. Bugün buraya Moğollar Har Balgas diyorlar. Aynı zamanda Ordu Balık olarak adlandırılan bu yer daha yeni bir ucundan kazılmaya başlanmış. İç kale duvarları artık arazi altında kalmış olsa da çok net… İç kalenin içinde toprak üstünde birçok işlenmiş taşa yine İlhami hoca dikkatimizi çekiyor. İç kalenin bir tarafında duvar dışında düzenli aralıklarla bir takım yükseltiler var… Şehrin kendisinin ise bu daha belirgin iç kalenin etrafındaki geniş bir alana yayıldığı söyleniyor. Daha uzak bir mesafede şehrin surları da varmış. Bunların günümüze ulaşması iç kaleye göre daha az olmuş.

Kara Balgasun (Ordu Balık) iç kalesinin uzaktan görünüşü. Düzlük alanın ilerisindeki yükseltiler artık otlarla kaplanmış olan kale duvarlarıdır…

Kalenin biraz dışındaki taşa doğru yürüyoruz. 1998’de geldiğimde de bu taşı görmüştüm. Daha sonra 2011’de TKAE-TDK ortak sempozyumunda da yine bütün ekip bu taşı arayıp bulmuştuk. Şimdi yine Kara Balgasun yazıtı olarak geçen bu taşı görmeye gidiyoruz. Taş birkaç parçaya bölünmüş hâlde. En dikkat çekici kısmı tepesi… İlhami Hoca herkesin burada ejderha aradığını söylüyor. Ama kendi yorumu farklı. O, bunun stilize bir kurt olabileceğini düşünüyor.

Kara Balgasun yazıtının tepesinden detay…

Buradaki keşiflerimizi bitirdikten sonra Harhorin’e dönüyoruz. Biz Ulan Batur’a devam edeceğimizi zannederken İlhan Hoca bize hoş bir sürpriz hazırlamış. Orhun kıyısındaki bir çadır otele gidip orada akşam yemeğimizi yiyoruz. Çağıl çağıl akan Orhun kıyısında ruhumuzu kandırıyoruz…

Orhun’da gün batımı…

Tonyukuk ve Çingiz Han

Buradaki akşam yemeğinden sonra yola koyuluyoruz ve gece saat 2-3 civarında Ulan Batur’a ulaşıyoruz. Bu yorgunluğun ardından bize ertesi gün 11.30’a kadar serbest zaman veriliyor. 11.30’da ise bu sefer Ulan Batur’un doğusundaki Tonyukuk anıtına doğru yola düşüyoruz. Anıt, Nalayh ilçesi yakınlarında. Daha önce geldiğimde duymadığım bir şey Nalayh ilçesinde Kazakların yoğun olduğu… Nalayh’ı geçerek anıtın yoluna dönüyoruz. Anıta ulaştığımızda tıpkı Orhun bölgesindeki gibi bunun da yakınına bir bina yapıldığını ve korumak için külliyedeki bazı taşların oraya taşındığını görüyoruz. Ama farklı olarak buradaki yazıtlar kendi doğal yerlerinde…

 

Tonyukuk Birinci Taş

İkinci Taş

Burada da Orhun anıtlarındaki coşku tekrarlandı. Bu sefer Prof. Dr. Saadettin Gömeç’ten burayla ilgili bilgileri aldık. Herkes bütün taşlarla teker teker ve toplu olarak fotoğraf çektirdi. Altay’la biz, bu sefer külliyenin dışındaki balbalları elliye kadar saydık. Ekibi bekletmemek için daha ileriye gitmedik. 1998 gelişimde bu balbalları tek tek en sonuna kadar saydığımı hatırlıyorum, ama sayıyı unuttum. Belki o zaman tuttuğum defterime yazmışımdır ve belki de 1998 seyahatimi de ayrıca kaleme almak gerekir. Bizim ekibimiz de Türk yazısıyla fotoğraf çektirme modasına uydu. Herkes birinci taşın Türk yazan yeriyle birlikte fotoğraf çektirdi. Kırgızistan’dan katılan Kayrat Belek ile Nurdin Useyev, Türk ile çekildikten sonra Kırgız yazan yeri bulup onunla da çekildiler…

Tonyukuk’tan hevesimizi alınca otobüse doluştuk. Otobüs, Ulan Batur’a değil, ters tarafa doğru burnunu çevirdi ve daha doğuda yeni yapılmış olan dev Çingiz Han heykeline gittik. Burada dev heykelin at başına çıkılabiliyor. Oradan hem Çingiz Han’ın yüzü hem de etraf fotoğraflanabiliyor. Bunun da yanında Çingiz Han’ın ordusunu sembolize eden atlı heykeller, paralı olarak ok attıranlar, kartal tutturanlar mevcut…

Dev Çingiz Han heykeli. At başında insanlar görülüyor…

Çingiz Han heykelinden etrafın panoraması

Böylece Uluslararası Altay Toplulukları Sempozyumu vesilesiyle çıktığımız ekspedisyonumuz tamamlanmıştı. Ata topraklarına seyahatimiz ilmî ve ruhi başarıyla noktalanmıştı. Bizim açımızdan ailece ata topraklarını görmenin hazzına ulaşmıştık. En güzeli de oğlumuz Altay’ın geziden çok zevk aldığını söylemesiydi…

[1] Ahmet B. Ercilasun, “Orhun’dan Anadolu’ya”, Yeniçağ Gazetesi, 24 Haziran 2018.

Tuncer Gülensoy, “Atayurt’tan Anayurt’a”.

Dursun Yıldırım, “Ötüken Üçlemesi”.

[2] Klasik Moğol alfabesi, bugün Çin’in kendi Moğol azınlığı için resmî kabul ettiği alfabe. Dolayısıyla bu harflerin bugün de kullanımı var. Ancak, oradaki yazımın nasıl olduğunu bilmiyorum. Belki onlar hural’ı hural diye yazıyor olabilir. Böyle düşünmemin sebebi, Çin’deki Türklerin resmî alfabeleri olan Arap harflerini kullandırılma tarzları. Bugünkü Uygur, Çin’deki Kazak ve Çin’deki Kırgız alfabelerinin hepsi Arap harfi olmasına rağmen üçü de hem birbirinden hem de Doğu Türkçesi dediğimiz tarihî yazım şeklinden ayrıdır. Böylece Çin, görüntüde azınlıklarının tarihî alfabelerini kullanmalarına müsaade ediyorken gerçekte onları tarihî alfabeyi anlamaz hâle getirmiştir. Aynı durumun Çin’deki Moğollar için de geçerli olması şaşırtıcı olmaz.

[3] Sosyalist devrimlerin ilginç bir özelliği ikinci kerede gelmeleridir. Rusya’da 1905 devrimi oldu, sonra 1917 geldi. Çin’de hanedan rejimi 1911’de yıkılarak yerine cumhuriyet kuruldu, ancak ardından 1949 komünist devrimi geldi. İşte Moğolistan’da da 1911 bağımsızlığı oldu, ardından 1921 sosyalist bağımsızlığı geldi. Belki de bu sebeple ülkemizin sosyalistleri hiçbir zaman Atatürk’ü benimseyemediler. Komünist jargonla onu burjuva devrimcisi olarak gördüler ve hayali bir şekilde yukarıdaki örneklerdeki gibi ikinci bir devrimin gerçekleşmesini sürekli beklediler… Şimdi her ne kadar bunu itiraf edemeseler de dönemin yazılarından ve KGB belgelerinden açıkça belliydi ki bekledikleri devrim, SSCB güdümünde bir devrim olup, ülkemizi ya bir Doğu Avrupa ülkesi ya da SSCB’nin 16. Cumhuriyeti hâline getirecekti.

[4] 1998 gelişimden bu binanın Lenin müzesinden kalma hâlini hayal meyal hatırlıyorum sanki. O zaman da müze değildi, ama bir büyük Lenin büstü kalmıştı içinde… Küçük dükkanlar ve bir Türk lokantası vardı diye aklımda kalmış.

[5] Dikkat edilirse Harhorin ile Kara Kurum aynı kelimeler, sadece modern Moğolca telaffuzu artık Harhorin.

Yazar

Konuralp Ercilasun

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar