Yükleniyor...
İslam toplumlarında anlaşılmayan veya yeterince anlaşılmayan dinî değerlerden bir tanesi de kurban ibadetidir. Bu ibadet bazı çevreler tarafından tamamen şekilci açıdan “her ne olursa olsun kan akıtmak” olarak görülürken, diğer bir kısım insanlar tarafından da muhtemelen bu duruma tepki olarak “hayatımızdan tamamen çıkarılması gereken bir hayvan katliamı” olarak düşünülmektedir. Diğer pek çok alanda görülen zıtlaşma ve ayrışmada olduğu gibi, bugün Türkiye’nin ne yazık ki kurban konusunda geldiği nokta budur.
Dinî ve antropolojik bilgilere göre tarihin kaydettiği bütün dinlerde, kültürlerde ve toplumlarda aşkın bir varlığa karşı duyulan korkudan ve beklentiden dolayı onun adına kurban ritüeli hep var olmuştur. Dinsel anlamda korkunun hâkim olduğu toplumlarda bu ritüellerin, insan kurban etmek gibi çok vahşi bir şekilde tezahür ettiği görülüyor. Dinlerde akılcılık, soyut düşünce ve sevgi ön plana çıktıkça bunlar hem daha azalmış, hem de yumuşamıştır.
Kitabî dinler içinde kurban ayininin en fazla yer aldığı din olan Yahudiliğin kutsal kitaplarında pek çok çeşit kurban vardır. Öyle ki Tora’daki 613 emirden 100 tane kadarı kurban ile ilgilidir. Ayrıca rahiplerin Tapınak’taki kurban görevleriyle ilgili olarak da 50 kadar emir bulunur[1]. İslam’a küçük bir ayrıntı (Hz. İsmail) haricinde aynen geçen İbrahim’in gördüğü rüya üzerine İshak’ı kurban etmek istemesi olayı, bunlardan sadece bir tanesidir. Bununla birlikte Yahudilikte Kudüs’teki Tapınak’ın M.S. 70 yılında Romalılar tarafından yıkılıp Yahudilerin sürgün edilmesinden sonra kurban törenlerinin sona erdiği görülmektedir. Günümüz Yahudiliğinde, bir kişi büyük bir felaketten kurtulur veya mucize eseri hayatta kalmayı başarırsa bir tavuğu kurban etmek gelenektir. Bunun dışında, Kurban Pesah(Fısıh) Bayramı’nda kurulan masaya konulan bir kuzu kemiği ile temsil edilir[2].
Görüldüğü gibi kurban, Yahudi dininde neredeyse yok hükmüne indirilmiştir. Hristiyanlıkta İslâmî anlamda herhangi bir kurban emri ve uygulaması bulunmamakla birlikte Hz. İsa’nın kendisini insanların günahlarının kefareti karşılığında kurban ettiğine inanılması değişik bir kurban inancı olarak karşımıza çıkmaktadır[3]. Budizm, Hinduizm, Taoizm ve Şinto dinlerinde hayvan öldürmek zaten mümkün mertebe uzak durulan, istenmeyen bir durumdur. Dolayısıyla bunlarda da İslâm benzeri bir kurban olmadığı için kurban deyince bütün dünyada akla gelen ilk din İslam olmaktadır. Türklerin mezhebi olan Hanefilikte kurban kesmek vacip (farza yakın), Arapların ve diğer Müslüman halkların mensup olduğu mezheplere göre ise sünnet (ihtiyari) olduğu için kurban bayramında gözler hemen Türkiye’ye çevrilmektedir.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere bütün dünyada kurban kesmenin ibadet sayıldığı tek din nerdeyse İslam, onun en sıkı şekilde tatbik edildiği ülke ise Türkiye’dir. Bu uygulama yüzyıllardan beri süregelmiş olsa da özellikle görüntü ve çevre kirliliğinden duyulan rahatsızlık yüzünden son zamanlarda başta Hüseyin Atay ve Yaşar Nuri Öztürk olmak üzere farklı ilahiyatçılar tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Bu yöndeki genel kanaat, kurban bayramında mutlaka kan akıtmanın gerekmediği şeklindedir. Bunların temel çıkış noktaları bu konuda Kuran’da kurban kesmeyle ilgili kesin bir hükmün bulunmamasıdır. Asırlardan beri tartışılan bir konuda görüş beyan etmek ve yeni bir şeyler söylemek elbette zordur. Fakat hem günümüzdeki hayat tarzı ve hayvan varlığı, hem de Kuran’da bu konuda en önemli delil sayılan Kevser suresinde gözlerden kaçan bazı incelikler sebebiyle Kurban konusunda söylenmesi hâlâ mümkün ve şart olan sözlerin bulunduğu da bir hakikattir.
Kuran’daki kurbanla ilgili ayetleri incelerken şunları görürüz: Her şeyden önce bu ayetlerin çok büyük kısmı doğrudan doğruya haccın bir bölümü olan kurban hakkındadır[4].Bu kurbanın, doğrudan doğruya Allah’a has kılınmış aşkın bir ibadet olduğunu söyleyen din âlimleri olduğu gibi, onu, o sırada hacca gelen insanların yemesi için yapılmış bir hayvan kesimi olarak görenler de vardır. Kanaatimizce gerçekte haccın, beden, mal ve ruh ile yapılan çok yönlü bir ibadet olması karşısında kurbanın kesilmesini ve etlerinin değerlendirilmesini de buna uygun hale getirmek icap eder. Zaten bizim burada asıl ele alacağımız kurban olayı bu değildir. Kur’an’da Hz.Âdem’in iki oğlunun Allah’a sundukları kurban ve sonrasında gelişen olaylar[5]da bizim konumuzun dışındadır. Çünkü bu olayın günümüzdeki kurban ibadeti ile uzaktan yakından alakası yoktur.
Müslümanların kurban ibadetini belirlediği ifade edilen iki delilden birincisi (37. Saffât suresi 100-111), gördüğü rüya üzerine Hz. İbrahim’in oğlunu kurban kesmek için yatırdığı sırada Allah’ın İbrahim’i bundan vazgeçirip onun yerine bir hayvanı kurban hediye etmesi şeklinde olup şu şekildedir:
100) “Ey Rabb’im, sâlih bir evlat nasip et bana” diye dua edince O (Allah’a).
101) Biz de uslu bir oğul müjdeledik ona.
102) Babasıyla berâber gezecek (sa’y edecek) çağa gelince:
“Yavrucuğum”, dedi,
kestiğimi görüyorum rüyamda seni
Bir düşün, ne dersin?”
O da şöyle söyledi cevâben:
“Babacığım, neyse onu yap, emrolunduğun.
İnşallah beni sabredenlerden bulursun.”
103) Ne zaman ki, yanı üzerine yatırıp da
böylece ikisi de olunca teslim,
104) şöyle nida ettik: “Ey İbrâhim,
105) rüyana sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki samimi, mert kimselere biz işte böyle mükâfat veririz.
106) Aslında bu bir imtihandı açık ve kesin.
107) Büyük bir kurbanlık fidye verdik onun için.
108) Sonrakiler arasında güzel bir nam bıraktık ona.
109) (ve bizden) selâm olsun İbrâhim’e.
110) Elbette mert kimseleri böyle ödüllendiririz.
111) O, bizim mü’min kullarımızdandı şüphesiz.
Kur’an’da İbrahim’in oğlunu kurban kesme teşebbüsü sadece bu ayetlerden ibarettir. Fakat bu olay münasebetiyle İslâmî literatürde ciltler dolusu yorumlar yapılmış, şerhler yazılmış olup bunların çok büyük bir kısmı Yahudi kaynaklarının ve geleneklerinin ürünüdür. Bu sebeple tefsircilerimiz meseleye “Kur’an’ın bütünlüğü”, “evlat sevgisi” ve “Allah’ın rahmet sıfatı”gibi üst normlar açısından bakmadığı için “insanın kurban edilmesi” gibi ancak putperest kültürlerde görülen bir uygulamaya cevaz verir mahiyette yanlış sonuçlara varmışlardır. Üstelik bu izah şekli, dinimizdeki kurban ibadetinin temeli olarak kabul edilmiştir. Meseleyi, belirttiğimiz bu üst normlar açısından ele aldığımızda şunları görürüz:
İsmail’in, babası tarafından kurban edilme teşebbüsü hakkındaki bütün bu aklî ve naklî delilleri toplu olarak değerlendirdiğimiz takdirde evvela İbrahim’in, ilk veya en güzel, en kıymetli çocuğun ilahlara kurban edildiği bir zamanda yaşamasına rağmen bile çocuğu olursa onu kurban edeceğine dair herhangi bir sözünün olmadığı anlaşılıyor. İkinci olarak, rahmet ve merhamet sahibi olan Allah’ın İbrahim’den böyle bir talebi yoktur.Zaten
Aslında ne etleri,
Ne de kanları ulaşır Allah’a onların;
O’na yalnız sizin takvanız erişir lâkin.
Sizi hidâyete eriştirdiği için
Allah’ı büyük tanıyasınız diye O,
Bu hayvanları böylece faydanıza verdi sizin.
Müjdele, zira müjde haklarıdır, güzelce verenlerin.
diyen[7] Tanrı’yı çocukların kanına susamış bir varlık olarak tasavvur etmek de mümkün değildir[8]. Bu durumda olayı Hz. İbrahim’in, gördüğü bir rüya üzerine kendi yorumuna binaen ve belki biraz da devrin geleneklerine uygun olarak oğlunu kurban etmek istemesine bağlayabiliriz. Hz. İbrahim’in kararlı tutumu karşısında oğlu da bu eylemin gerçekleştirilmesini ilahî bir emir sanarak olaya rıza göstermiştir. Fakat Tanrı buna razı olmayarak, baba ve oğulun Allah için yapılabilecek en büyük fedakârlığın ödülü niteliğinde bir hayvanın kurban edilmesini müjdelemiştir. Aslında başta Hz. Âdem’le Havva, cennetten çıkış ve Hz. Yusuf kıssaları olmak üzere Kuran’ın pek çok yerinde gördüğümüz gibi burada da temsil, sembol, mecaz ve tahkiye (hikâyeleştirme) yoluyla yapılmış bir anlatım tekniği vardır. Yani bir babanın ve evladının Allah için yapabileceği en büyük fedakârlık, canı pahasına olsa dahi sözünde durma, sabır, mahviyet gibi yüce ülküler için şart olan bütün hasletler böyle bir kurban olayı ile anlatılmıştır. Bu olayla verilmek istenilen mesaj budur ve asla insan kanını dökmek değildir. Soyut, etraflı, analitik ve bütüncül düşünmesini başarabilen insanlar bu olayı bu şekilde yorumlar. Aksi ve eski tarz tefsirler, sorgulama yeteneğine sahip kimseler için yetersiz kalır ve konuyu içinden çıkılmaz hale getirir.
Bu olayın asıl büyük mesajı ise putperest toplumlarda mevcut olduğu anlaşılan insan kurbanının yasak edilmesidir. Yine bunun kadar diğer önemli bir mesaj da bireysel anlamda insan hayatında bir çeşni ve zenginlik olsa dahi, rüyaların, toplum ve din konularında delil ve değer ifade etmeyeceği hususudur[9]. Böylece somut düşünceden soyut düşünceye geçememiş kimseler nezdinde Kur’an, rüyaya ve insan kurbanına değer izafe etmiş gibi gözükmekle beraber, olayın sonunda Kur’an’ın asıl muhatabının yüksek tefekkür sahipleri olduğu anlaşılmakla, somut düşünce kelimenin tam anlamıyla berhava olmaktadır. Şaşırtıcı dönüşler, beklenmedik sonuçlar ve mesajlar, Kur’an’ın zaman zaman başvurduğu edebî sanatlardan bir tanesidir.
Kurban kesmenin dinimizdeki yeri konusuna tekrar dönecek olursak, bu surenin 102. âyetinde geçen “sa’y” (hac ibadeti sırasında Safa ile Merve arasında yürüme) teriminin işaret ettiği üzere,buradaki kurban olayının hacla ilgili olduğu anlaşılıyor. Kurban kesmenin vacip olduğunu söyleyenlerin dayandığı Kevser suresi ise ayrıca ele alınmayı gerektirecek kadar inceliklerle dolu bir suredir.Önce surenin anlamını verelim[10]:
1) Şüphesiz ki sana verdik Kevser.
2) Öyleyse Rabbine namaz kıl, kurban kesiver.
3) Asıl soyu kesik olan kimseler sana kin güdenlerdir, kin güdenler.
Diğer bütün ayetlerde ve ifadelerde olduğu üzere, bu surede geçen “ve’nhar” (kurban kes /kesiver) kelimesini de tek başına değil, surenin bütünlüğü içerisinde ele almak gerekir. Buna göre Tanrı; müşriklerin, Hz. Peygamber’i erkek çocuğu olmadığı için, soyu kesik anlamında “ebter” diye alay ettiklerini ve peygamberin buna çok üzülmesi karşısında üzülmemesi gerektiğini, çünkü ona “kevser”i verdiğini ifade ediyor. Suredeki iki anahtar kavramdan biri olan “kevser” kelimesi Sünni tefsirlerde hep “cennette suyunun tadıyla ve güzelliğiyle enfes bir ırmak veya havuz” olarak anlaşılmıştır. Oysa bu surede konu edilen husus, cennetteki ırmak veya nimet değil, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in soyunu devam ettiren bir varlıktır. Dolaysıyla bu “kevser” kelimesini ancak böyle bir bağlamda ele almak icap eder. Aksi bir izah, tıpkı çölün ortasında açlık çeken bir insanın açlığını gidermek yerine Nil nehrinden bahsetmeye benzediği için ihtiyacı karşılamaz. Evet, Nil nehri büyüktür, güzeldir, faydalıdır ama o anda ihtiyaç duyulan, konu edilmesi gereken nesne o değildir. Zaten böyle bir izah Kuran’ın belagatine, icazına ve edebiyattaki tenasüp sanatına da uygun değildir. Bu “kevser” kelimesinin anlamı tam olarak bilinmeden “kurban kesiver” ifadesi de anlaşılmaz. O halde Hz. Peygamber’e vaat edilen kevserin, Hz. Peygamber’in neslini devam ettirecek bir çocuk olması gerekir ki bu da kızı Fatıma’dır[11]. Zaten tarihin akışı içinde bu vaat aynen gerçekleşmiştir. Böylece bu Kevser suresinde geçen kurbanın İslâmi literatürde“akika kurbanı” adıyla bilinen kurban olduğu anlaşılıyor. Nitekim çocuğun doğumundan sonra herhangi bir şartı bulunmaksızın herhangi bir zamanda kesilebilen ve İslam öncesinde de yaygın olan bu tür kurbanı Peygamberimizin, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin için kestiğini biliyoruz[12]. Suredeki hitabın bütün müminlere değil de sadece Hz. Muhammed’in şahsına olması bu kurbanın bireysel olduğunun diğer bir işaretidir. Dolayısıyla, Kevser suresinde geçen kurban kesmenin vacip değil de sünnet olduğunu söyleyenlerin görüşünü daha çok doğrular mahiyettedir. Diğer taraftan, Rağıb el-İsfahanî gibi güvenilir Kur’an âlimleri buradaki “ve’nhar” (kurban kes) emrinin hacla ilgili olduğunu söylemektedir[13].Bununla birlikte, İslâm Peygamberinin, Medine’ye hicretinden sonra hacca gitmediği zamanlarda bile şimdi kurban bayramı olarak bilinen zilhicce ayı içindeki hac yapılacak zaman dilimi içinde düzenli olarak kurban kestiği de bilinen bir gerçektir. Bu da bize kurban kesmenin, peygamberin ihmal etmediği bir ibadet olduğunu gösteriyor.
Kuranı Kerim’e dayanarak yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar ve yorumların ışığında kurban kesiminin hacla ilgili veya doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in şükür, ya da akike kurbanı olduğu anlaşılmakla birlikte[14], Hanefi mezhebi onu bütün Müslümanlara şamil vacip bir ibadet telakki etmiştir. Bu fıkhi görüş,kurbanın, tarihin bilinen en eski çağlarından beri et ağırlıklı olarak beslenen Türkler arasında neredeyse zengin veya fakir herkesin kestiği farz hükmünde bir ibadet olarak uygulanması sonucunu doğurmuştur. Bu zihniyet, artan şehir hayatına rağmen günümüze kadar pek fazla değişmeden gelmiştir.
Kurban, farz veya vacip değil, sünnet ve hatta bidat-ı hasene(güzel, faydalı bidat) dahi olsa usulünce kesildiği takdirde insanlar ve özellikle de fakirler için pek çok faydalar ihtiva etmektedir.Bunlar dinimizin ve kültürümüzün hakikatleridir. Bir de bunlar kadar gerçek olan zaman ve mekân gibi insanları çepeçevre kuşatıp tesiri altına alan başka hakikatler vardır. Bunlar çoğu zaman hayat şartları, ihtiyaçlar ve imkânlar şeklinde tezahür eder. Günümüzde bu durum mesela kurban kesmek konusunda şehir ve apartman hayatı, doğadan uzak kalma şeklinde tezahür etmektedir. Soğuğu, sıcağı dikkate almadan nasıl ki sağlıklı bir giyim tarzı düşünülemez ve hava şartları dikkate alınmadan nasıl yola çıkılmazsa dinî hükümler de bunlarsız düşünülemez. “Modernlik”,“özenti” veya “Batılı gibi yaşamak arzusu” başka bir şey, içinde bulunulan şartları dikkate almak başka bir şeydir. Belirttiğimiz bu hususları, “bilinçli kulluk”, “hikmete sarılma”, “akılcılık”, “takva (sorumluluk bilinci)”, “kolaylaştırma”, “İslâm’ın zaman ve mekân olarak evrenselliği”, “keserken dahi güzel kesme”, “israf etmeme”, “nesli koruma”, “temizlik”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi” ilkeleri çerçevesinde değerlendirdiğimiz takdirde Allah’ın, kurban kesenlerin, ihtiyaç sahiplerinin, gelecek kuşakların ve hatta kurbanlık hayvanların razı olacağı çözümler üretebiliriz.
Özellikle ülkemizin doğa ve hayvan kaynakları kötü tarım politikaları, bilinçsiz tüketim, çarpık şehirleşme ve terör yüzünden hızla azalıyor. Bu hayati meseleyi çözmek için başta hükümet, ilahiyatçılar ve diyanetçiler olmak üzere kimse kalıcı tedbir almıyor, çare ve proje teklif etmiyor. Bu sebeple ülkemiz, yüklü miktarda döviz karşılığında çoğu zaman kaynağı, sağlık durumu ve İslâmî usule uygun şekilde kesildiği kuşkulu et ve kesimlik hayvan ithal etmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla kurbanın kesilmesinin hükmü ile ilgili olarak bu durumun da dikkate alınması gerekir. Zira nasıl ki yol güvensizliği sebebiyle insanların canı ve malı tehlikeye girer korkusuyla hac farzı geçici olarak askıya alınabiliyorsa, hayvan neslinin gelecek kuşaklara yetecek şekilde ulaşmasını sağlamak açısından aynı şekilde kurban konusunda da idari veya ferdî bazı tedbirler alınabilir, çareler aranabilir. Ülkemizde hayvan neslinin azalmasının tek sebebinin kurban olduğunu söylemek elbette gerçeğe uymaz. Özellikle de bazı olumsuz görüntülere bakarak kurban kesiminin yasaklanması yönünde kampanyalar düzenlemek de doğru değildir. Çünkü insanlar kurban haricinde de hayvan kesip et yemeye devam ediyor.
Günümüzde kurban ile ilgili olarak olumlu ve olumsuz hususları şu şekilde özetlemek mümkündür. Her şeyden önce kurban konusunda büyük bir israfın yaşandığını kabul etmek gerekiyor. En önemli israf kurbanın kesimi aşamasında başlamaktadır. Tarım ağırlıklı toplumlarda hemen hemen her aile kendi kurbanını kendi keserdi. Aile fertleri kurban olayını başından sonuna kadar bütün ayrıntıları ile bütün hüznüyle ve neşesiyle birlikte yaşarlardı. Kendi evlerinde ve bahçelerinde beslenip ehil eller tarafından kesilen kurbanlık hayvanlar asla eziyet görmediği gibi hiçbir organı ve parçası da ziyan edilmezdi. Her şeyden önce ailede ve yakın çevrede hayvancılıktan anlayan kimseler bulunduğu için gebe olan hayvanlar bilinip kesilmeyerek en büyük israf ve cinayet önlenmiş olurdu. Hayvanın kanı bir çukura veya bir ağacın dibine akıtılmak suretiyle toprağa gübre olarak dönerdi. Hayvanın kesilme, derisini yüzme, gövdesini parçalama işi genellikle bu işlerden anlayan ev halkından bir kişi tarafından yapıldığı gibi, çocuklar ve kadınlar da bu işe alışsınlar ve heveslensinler diye çoğu zaman bizzat iştirak ederlerdi. Böylece hayvan kesme işi, ehil kasaplar nezaretinde daha çocuk yaşlarda öğrenildiği gibi, kandan korkma psikolojisi de ortadan kalkardı. Sağlam olarak çıkan kurban derileri evde seccade, piyasalarda deri olarak yerini alırdı. Hayvanın boynuzundan bıçak sapı yapıldığı gibi günümüze yüzlerce yıldan beri sağlam gelen minber, pencere, rahle ve masa gibi ahşap eşyaların tutkalları da boynuzlardan ve kemiklerden elde edilirdi. Karın ve bağırsak pislikleri de gübre yerine kullanılırdı. Hayvanın bağırsağı sucuk, mumbar ve kokoreç yapımı için terbiyelenirdi. Büyükler tarafından haram diye yenilmeyen husyeler ya çocuklar için kebap edilir, ya da köpeklere verilirdi. Böbrek hemen kebap edilir, onun ardından akciğer ve karaciğeri kavurma halinde sofraya getirilirdi. İçyağı ve kuyruk yağı eğer pay olarak dağıtılmamışsa kavurma için kullanıldığı gibi eritilerek ileriki zamanlarda yemeklerde kullanılmak üzere küplere basılırdı. Kelle, işkembe, karın, ayaklar asla ziyan edilmez muhakkak değerlendirilirdi. Kemikler de sulu yemeklerin ve çorbaların baş tacıydı. Et zaten pay olarak gerçek sahiplerine ulaştırılırdı. Böyle bir ortamda böyle bir şekilde kurban kesmek hiç kimseye eziyet ve işkence olmaz, etraf kirlenmez, atık parçalar kedi ve köpek tarafından anında temizlenirdi.
Şehir ve özellikle de apartman hayatıyla birlikte fert ve toplum açısından kurban kesmek de müşkül ve sıkıntılı hale gelmeye başladı. Kesilen kurbanın derisi ya sağlam çıkmadığı, ya da verecek uygun bir yer bulunmadığı için heba ediliyor. Hayvanın ciğeri, kellesi, ayakları, bağırsağı, karnı, işkembesi ve yağları çoğu zaman atılıyor. Böylece mezbahanelerde ve et işleme tesisleri dışında kesilen küçükbaş hayvanın en az yarısı, büyükbaş hayvanın ise üçte biri kullanılmaz hale geliyor. Geriye kalan etlerin ne kadarının yoksullara ulaştırıldığı, hayır kurumları diye bağışlanan kurbanların, etlerin ve derilerin bazı zararlı örgütlere gidip gitmediği de ayrı bir mesele! Bu arada muhtaçlara dağıtılması gereken etlerin kavurma yapılıp ev halkına ayrılması ciddi bir ahlaki sorun olduğu gibi, bayram süresince aşırı yemek yenilmek suretiyle ziyan olan insan sağlığını da göz ardı etmememiz gerekiyor.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen kurban bayramı sayesinde barışma, kaynaşma, yoksulların halinden anlama, pay verirken onların ayağına gitme, mutfak kültürünü geliştirme ve zenginleştirme gibi fevkalade olumlu gelişmeleri yaşadığımızı da belirtmemiz gerekiyor[15]. Zira İslam dininin asıl mesajlarından bir tanesi, belki de birincisiinsanların boylar, budunlar halinde kültür ve medeniyet yaratmasıdır[16] (Hucurat, 13).
Bu bayram sayesinde yılda belki bir defa et yiyen insanların sevinci ise her şeye bedeldir. Üstelik insanlar, kurban kesimine başından sonuna bizzat şahit olduğu için savaşlarda, trafik kazalarında, depremlerde, ameliyatlarda vs. kan görmenin meydana getireceği korkuya karşı hazırlıklı oluyor, aşinalık kazanıyor. Türklerin özellikle kılıç ve süngü savaşlarındaki başarısının sebeplerinden birisinin de bu olduğunu düşünmek kanaatimizce abartıolmayacaktır. Günümüzde çok kimsede görülen kan görme korkusunun aksine çocukluğundan itibaren kurban kesilen ortamlarda büyüyen eski insanların daha güçlü ve dengeli ruh sağlığı bunu gösteriyor gibi.
Kurban edilecek hayvan güzelce beslendikten ve son olarak suvarıldıktan sonra sevilip okşanmak suretiyle bu hayvanın, insanın vahşi bir öldürme içgüdüsünün neticesi değil, hayatın mecburi bir gerçeği olarak kurban edildiği duygusu çocuklar dâhil, orada bulunan herkes tarafından iyice içselleştirilmiş olurdu. Kesilecek hayvanın diğer kurbanlıklardan ayrılarak gözünün bağlanması, bu duygunun en zarif ve naif halidir. Çok daha rakik kalpli olan kimseler bu iş için daha önce hiç kullanılmamış temiz bir patiska kullanmaya dikkat ederlerdi. Böylece hem canlı bir varlığa en üst düzeyde saygı gösterilmiş, hem de diğer hayvanların acıma duyguları dikkate alınmış oluyordu. Gözün bu şekilde bağlanması kalp rikkatinin zirvesi olup Mevlevilikte ve Bektaşilikteki canlı veya cansız olsun evrendeki bütün varlıklara saygının eseridir. Bunun kökleri ise İslâm öncesi Türk inanışına kadar gider. Bu aynı zamanda Hz. Peygamberin “öldürürken dahi güzel öldürünüz” hadisinin en naif şekilde uygulamasıdır.
Bütün bu olumlu ve olumsuz faktörleri dikkate aldığımızda değişen hayat şartları karşısında kurban kesilmesini sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal bir değer ve mesele olarak görmek gerekiyor. Öyleyse onu insanlık için en güzel, sağlıklı, bereketli ve verimli hale getirmek devletin ve toplum önderlerinin görevleri olmalıdır. Ne var ki bütün diğer hadiselerde olduğu gibi bu konuda da ilgili kurumlar ve kişiler gerekli refleksi gösteremiyor ve isabetli kararı alamıyorlar. 1990’larda ezanın merkezi sistemle okunması ve 2010’lu yılların başında ise ramazan ayı içerisinde verilecek fitre miktarının arpaya, buğdaya, hurmaya, üzüme, darı ununa vs değil de bir insanın bir günlük yemek masrafına göre belirlenmesi şeklindeki teklifimizin geç de olsa kabul edilmesinden cesaret alarak kurban ibadetinin daha iyi şartlarda ve daha faydalı bir şekilde icra edilmesi için bazı görüşlerimizi dile getirmek istiyoruz:
Sonuç olarak, Hüseyin Atay’ın, Kuran’ın bütün mesajlarını yorumlayarak ifade ettiği “İnsan din için değil, din insan içindir” şeklindeki veciz ifadeye dayanarak söylemek gerekirse kurban ibadeti de insan içindir. İnsan kurban için değildir. Onun maksadı hayvanların kanının akıtılarak bir hayvanın daha yeryüzünden eksiltilmesi olmayıp, yoksul-zengin kaynaşmasına ve dayanışmasına sebep hazırlamak, insanın en aziz varlığı olan canın nasıl kutsal gayeler için feda edilebileceğini bizzat yaşamak ve yaşatmak ve kurban etrafında özellikle mutfak kültürü oluşturmaktır.
[1]https://tr.wikipedia.org/wiki/Korban 4 Temmuz 2019 saat 16.15.
[2] http://salom.com.tr/arsiv/haber-104174-yahudilikte_kurban.html
[3]Ahmet Güç, “Yahudilikte ve Hristiyanlıkta Kurban”, TDVİA, cilt 26, Ankara, 2002, s. 434, 435
[4]Bakara, 196; Maide, 2, 95, 97; HacSuresi, 28, 34
[5]Maide, 27.
[6]9. Tevbe, 114; 11. Hûd, 75.Burada Hz. İbrahim’in ve İsmail’in sıfatı olarak zikredilen “hilm” kelimesinin çoğulu olan “ahlâm” karmakarışık rüya anlamı ifade eder (Râğıb el-İsfehanî, MüfredâtKur’an Kavramları Sözlüğü, (Terc. Abdulbaki Güneş – Mehmet Yolcu), İstanbul, 2015, s. 97). Bu kelimenin bu anlamı, makalemizin konumuzun mahiyetini ve boyutunu aştığı için şimdilik bu anlama dikkat çekmekle yetineceğiz.
[7]22. Hac suresi, 37. âyet
[8] Mustafa Öztürk’ün yorumu için bak: https://youtu.be/OUlNYZmVCSA 6 Temmuz 2019.
[9] Mehmet Okuyan’ın bu yöndeki görüşü için: https://youtu.be/eCN9DT3rF20 6 Temmuz 2019.
[10] Bu meal için bak: Nusret Çam, Şiir Diliyle Kuranıkerim Meali, Ankara, 2011, s. 602
[11]Tefsirlerde ve hadislerde “kevser” kelimesi hep ırmak şeklinde nakledilmiştir. Cennetteki bu ırmağın özellikleri hakkında hadis kitaplarında pek çok rivayet vardır, ama bunların hiç birinde onun, ayetin işaret ettiği şekilde Hz. Peygamberin neslini devam ettirecek bir çocuk olabileceği iması mevcut değildir. Esasen hadislerin büyük bir kısmının Emeviler’in gözetiminde derlenmesi karşısında, böyle bir anlam değişikliğine uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. “Kevser” kelimesinin durağan bir göl değil de devamlı akma özelliğine sahip ırmak ile karşılanması da sanki arka arkaya gelen kuşaklardan ibaret bir nesli ima etmektedir.
[12]https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/679/akika-kurbani-nedir-
[13]Râğıb el-İsfahanî, a.g.e., s. 967.
[14]Ali Bardakoğlu, “İslam’da Kurban”, TDVİA; cilt 26, Ankara, 2002, s. 436-440.
[15]Kurban ibadetinin hikmetleriyle ilgili olarak büyük bir ihtimalle ilk kez tarafımızdan dile getirilen bu görüşün en büyük delili, ister şeker, ister kurban olsun bayramlar için özel olarak hazırlanan yemekler, tatlılar ve içeceklerdir. Mutfak kültürünün zenginliğiyle meşhur olan Gaziantep’in yakın zamanlarda neredeyse bütün Türkiye’nin tanıdığı “yuvarlama” adlı yemeği tamamen bir şeker bayramı yemeği olarak ortaya çıkmıştır. Yapımı zahmetli ve biraz da törensel olduğu için bayram dışında kolay kolay yapılmazdı. Çocukluğumda hatırladığıma göre onun en önemli malzemesi olan tatlı yoğurt bayramdan haftalar önce sipariş verilir ve her Anteplinin bayram sofrasında bu yuvarlama mutlaka yerini alırdı. Hatta yoğurt bulamadığı için veya başka bir sebeple bayramda yuvarlama yapamayan kadınların ağladığını zaman zaman duyardık.
[16]Nusret Çam, Bedevilik İle Uygarlık Ayrımında Hangi İslam?, İstanbul, 2018, s. 20.
[17]Bardakoğlu, a.g.e. s.438.