15.05.2025

Mütareke ve sürgün hatıraları: Batum’dan İstanbul’a

Ben İstanbul'un Mütareke'den sonraki hâlini yalnız Boğaziçi'ne girdiğim zaman anlamaya başladım. Gördüğüm manzaralar pek acıklı idi: İstihkâmlarda yalnız İngiliz zabitleri idi! Kafam dönüyor, kalbim parçalanıyordu.


Bu yazı, Ahmet Ağaoğlu’nun “Mütareke ve Sürgün Hatıraları” kitabından alınmıştır.
Eser, Doğu Kitabevi Genel Yayın Yönetmenleri
Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan’ın özel izniyle kullanılmaktadır.

 

Batum’dan İstanbul’a gidiş

1918 yılı birinci kanunun sekizi idi. Paris Konferansına giden Azerbaycan heyeti ile beraber İstanbul’a gelmek üzere Bakü’den ayrıldım. İkinci günü Tiflis’e geldik. Azerbaycan hükûmetini Türk olduğu için tanımayan itilaf devletleri Tiflis’teki Gürcü hükûmetini tanımışlar ve onunla beraber iş görmektedirler. İki gün Tiflis’te kaldıktan sonra Batum’a geldim.

Batum karmakarışık bir hâldedir. Sokaklar hep İngiliz ve Türk zabitleri ve askerleri ile dolu; mağlup tarafla galip taraf arasında ve her yerde pek acı olan teslim ve tesellüm muamelesi yapılıyor. İngilizler silahla beraber askerlerimizin elinde ne bulurlarsa almaya çalışıyorlar. Yerli halk bundan çok müteessirdir; çok ağlayanlar gördüm. Vali Cemil Bey de (bugün Ankara Hukuk Fakültesi Müdürü ve beynelmilel hukuk müderrisi) bizimle beraber İstanbul’a dönmektedir.

Başsız Batum halkı sersemlemiştir; ne yapacağını bilemiyor. İngilizler şehrin idaresini ikişer Rum, Ermeni ve müslümandan ibaret karışık bir heyet eline vermişlerdir; hâlbuki ahalinin yüzde sekseni müslümandır. Fakat bunlar arasında birlik yoktur. Sancakzade Mehmed’in reisliği ile kurulmuş olan Milli Gürcü Fırkası Batum’un ve umum Acaristan’ın[1] Gürcistan’la birleşmesini istiyor. Buna karşı halktan olanlar ise müslüman Acaristan’ın benliğini korumak istiyorlar fakat birinciler kadar teşkilatları, vasıtaları yoktur. Bir beyin elinde Türkçe bir gazete olduğu, bu gazete ile kendi fikirlerini propaganda ettiği ve Gürcistan devleti tarafından yardım gördüğü hâlde ötekilerin elinde bir şey yoktur. Bize müracaat ettiler. Yine kendilerine hemen millî bir meclis ile bir hükûmet taslağı kurmalarını tavsiye ettik; fakat ellerinde para da olmadığından Azerbaycan heyeti kendilerine bir miktar para verdi ve Azerbaycan hükûmetine bu teşekkülü tutması yönünde bir tavsiye kâğıdı da yazdı; zaten Azerbaycan’ın Batum konsolosu olan Doktor Mahmut Bilof bu hususta pek büyük hizmet ve yararlıklar göstermektedir.

Beş gün Batum’da tren içinde kaldıktan sonra Avustralya’nın “India” namındaki transatlantik gemisi ile İstanbul’a doğru açıldık. Gemide İngilizler bizlere çok iyi muamele ediyorlar. Bol yedirip içiriyorlar. Ve garibi şudur ki para da almıyorlar.

8 Birinci Kanun 1918

Beyoğlu şen şatır, Haliç’in ötesi sanki bir mezar

Ben İstanbul’un Mütareke’den sonraki hâlini yalnız Boğaziçi’ne girdiğim zaman anlamaya başladım. Gördüğüm manzaralar pek acıklı idi: İstihkâmlarda yalnız İngiliz zabitleri idi! Ecnebi neferleri dolaşıyorlardı, her tarafta ecnebi bayrakları sallanıyordu. Rıhtıma yaklaştıkça bu manzaranın acısı da artıyordu. Artık görüyordum ki millî hakimiyetten eser kalmamıştır; her yere hâkim ecnebiler! Kafam dönüyor, kalbim parçalanıyordu.

İstanbul’a sabah saat on birde geldik; fakat gemi iskeleye yanaşamadı. Üsküdar önünde bizi akşam ta saat yediye kadar tuttular; hava yağmurlu, soğuktu. Nihayet bir muş[2] geldi, bizi aldı. Muşun üstü açık olduğundan kemiklerime kadar ıslandım. Geminin içinde bizi bu kadar efendice muamele eden İngilizler şimdi tarzlarını tamamen değiştirmişler! Kaba ve sert olmuşlardı. Acaba kendi azamet ve hâkimiyetlerini andırmak için mi? Rıhtıma yanaşır yanaşmaz önümüze birkaç İngiliz zabiti dikildi. Birer birer adlarımızı sordular, bizi açık ve murdar bir kamyona aldılar. Bizimle beraber Gürcü ve Ermeni heyetleri vardı; Gürcü heyetinin içinde Cereteli ve Çiheidze gibi Rus inkılabını yapmış meşhur adamlar da vardı, böylece bizi bir sürü tavuk gibi birbirimizin üstüne yerleştirdikten sonra kamyon, Beyoğlu’na doğru yürüdü, İngiliz sefarethanesinin önünde durdu, orada bizi merdivenler üzerinde saatlerce beklettikten sonra on bire doğru, yarın sefarethaneye gelmek üzere şimdilik gidebileceğimizi söylediler. Bu da İngilizlere mahsus azamet andırmanın bir başka tavrı idi! Hemen Perapalas’a koştum, oradan hiçbir şeyden haberi olmayan aileme İstanbul’a geldiğimi telefonla haber verdim ve bir arabaya atlayarak Şehzadebaşı’ndaki evime gittim.

İstanbul’un göğü kara bulutlar ile kapalı. Şiddetli ve fırtınalı bir yağmur şehri yıkamış, ıslatmış, artık yağmur dinmişti. Fakat yağmur damlaları bir sis perdesi gibi havada sanki asılı duruyordu. Buna rağmen Beyoğlu tarafı şen şatırdı, bütün evler, mağazalar, oteller ve lokantalar sanki büyük bir bayram imiş gibi donatılmıştı. İngiliz, Fransız ve Yunan bayrakları evlerin pencerelerinden, mağazaların kapılarından sarkıyor, sokaklar baştan başa halkla dolu. Gezenler arasında hâkî elbiseleri ile, kibirli ve gururlu yürüyüşleri ile herkesin dikkatini çeken İngiliz zabitleri kızgın kızgın konuşuyorlar, küfürler savuran Fransız askerleri, sarhoş Yunan bahriyelileri ötekine berikine çatıyorlar. Ara sıra bir Fransız müfrezesi muzika ile sokaktan geçiyor, halk alkışlıyor, “yaşasın Fransa”, “yaşasın İngiltere”, “yaşasın Yunanistan” bağırtıları kopuyor. Bazen bir kafile genç Rumlar vatansever şarkılar okuyarak halkın içinden geçiyor ve bütün evlerin pencerelerinden, dükkân ve mağazalardan “zito! zito!”[3] nidaları yükseliyor.

Sokaklarda fesli hemen yok gibidir, ara sıra yolunu şaşırmış bir fesli görünürse de, hemen saklanmaya, karanlık yan sokaklardan birisine savuşmaya çalışıyor. Vaktinde bunu yapamayanın hemen fesi alınıyor ve binbir gülmeler, kahkahalar ve hakaretler arasında parçalanarak havaya savruluyor.

Şehrin Beyoğlu kısmı eğlencelere dalmış iken Haliç’in öteki tarafı başka bir manzara gösteriyordu. Eminönü’nden Topkapı’ya ve Eyüp’e kadar bütün o geniş saha sanki bir mezar kesilmişti! Sokaklar derin bir karanlık içine çökmüş, kimseye rast gelinmiyordu! Kapanmış kafeslerden gelen sönük ışıklar, mezarlar üzerine yanan kandilleri andırıyordu, insan sesi işitilmiyordu. Ara sıra terkedilmiş bir kedinin acı miyavlamaları, sahipsiz köpeklerin ümitsiz havlamaları insana anlatılması güç bir vahşet hissi veriyordu.

İstanbul sanki yerin dibine girmiş; Yenikapı’dan Eyüp’e kadar sıralanan o muhteşem abideler, eski harabeler arasında yıkılmış mabetlerin enkazlarını andırıyordu. Bu ıslak hava, bu boş ve karanlık sokaklar, mabetleri bürümüş bu elem, ardı arkası gelmeyecek bir felaket ve matem hissi ile insanı içinden ürpertiyordu; fakat bu, yalnız bir matem de değildi: Evlerine tıkanmış, hariçle alakayı kesmiş Türkler, dünyadan da saklanıyorlar, insanlardan da çekiniyorlardı! Evet! Haricin beriki tarafı hem utanıyor, hem içinden kendisini yiyor! Ve bu hâl onun sokaklarının taşlarında, evlerinin kafeslerinde, camilerinin şerefelerinde apaçık gözükmekte idi! Her şey başını aşağı dikmiş, çekiniyor ve içinden ağlıyor! Ben de aylardan beri ayrıldığım aileme utanarak, ağlayarak kavuştum!

21 İkinci Kanun 1918

İzzet Bey’in bütün gayreti ittihatçılarla uğraşmak

Bugün İstanbul gazeteleri benim İstanbul’a geldiğimi kaydediyorlar. Azerbaycan’da bulunduğum sıralarda burada geçmiş olan vak’alar hakkında yavaş yavaş bir fikir edinebiliyorum. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendi kendini feshetmiştir. Reisleri Avrupa’ya gitmişlerdir. İzzet Paşa kabinesi istifa eylemiş; sebebi padişahın Cavid Bey’le Hayri Efendi’nin kabineden çıkarılmalarını talep etmiş olması ve İzzet Paşa’nın buna razı olmaması imiş.

İzzet Paşa’nın yerine sabık Londra sefiri Tevfik Paşa getirilmiştir. Dahiliye Nezareti’ni Nafia nazırı İzzet Bey muvakkaten idare etmektedir. Bu İzzet Bey’ i ben Azerbaycan’ dan gelerek tabiiyetimi değiştirdiğim zaman tanımıştım. O zaman tabiiyet kalemi müdürü idi. Şimdi bu adam ecnebilerin arzularını icra etmekte ve bütün gayretini İttihatçılar ile uğraşmaya sarf ediyor.

22 İkinci Kanun 1918

Türk ahaliye karşı türlü hakaret ve zorbalıklar

Fransızca İstanbul gazetesi hakkımda küfür ve hakaretle dolu bir makale neşretti; yine Fransızca çıkan Kurie de Türki namındaki gazetede sert bir cevap verdim. Ertesi günü şiddetli bir İspanyola[4] tutularak yatağa serildim. İspanyol zatürreye çevrildi. 40 derece hararetle on dört gün baygın bir halde kalmışım; fakat tehlikeyi atlatarak, yatakta gazeteleri yeniden okumağa başladım.

Alemdar gazetesinde Refi Cevat, Sabah’ta Ali Kemal İttihatçılara ateş yağdırıyorlar. Aynı zamanda İttihatçıların tevkifine başlanmış; şimdiden Hüseyin Cahit, Ziya Gökalp, Rahmi, Hacı Adil, Kemal beyler ve Vehip Paşa ve saire tutulmuşlardır. Buna bakmayarak gazeteler yine memnun değildirler. Bunlardan bir kısmı Tevfik Paşa’yı İttihatçılara karşı zaaf ile, diğerleri ise umumiyetle liyakatsizlikle itham ediyorlar. Celal Nuri ve Ahmet Emin beyler kabineyi müdafaa ediyorlar. Celal Nuri Bey, Ali Kemal’in jurnallerini neşretmeye başladı. Fakat Ali Kemal, Refi Cevat zorlu çıktılar. Tevfik Paşa kabinesi düştü. Yerine sırf İtilafçılardan mürekkep Damat Ferit Paşa, Ali Kemal ve Mustafa Sabri kabinesi geldi ve derhal ittihatçıları toplamaya başladılar. Sabık Sadrazam Sait Halim Paşa, Ayan Reisi Rifat Bey, sabık vekillerden Şükrü, Ahmet, Nesimi, İbrahim, Halil, Ali Münif, Fethi beyler ile sabık mebuslardan Habip, Ali Galip, Hasan Fehmi beyler ve Ayan başkatibi Müştak beyler hapsedildiler. Celal Nuri Bey’le Ahmet Emin Bey de tutuldular.

Bu aralık ayan reisi Ahmet Rıza Bey’le ayandan Çürüksulu Mahmut Paşa “Millî Blok” adlı bir cemiyet kurmaya çalışıyorlar. Fakat İtilaf gazeteleri kendilerine şiddetli hücumlar yapmaktadırlar.

Yine bu aralık veliaht, Fransız gazeteleri muhabirleri ile bir mülakat yapıyor. Bu mülakat baştanbaşa bir şindir![5] Yabancılara hoş görünmek için onları okşuyor ve İtilaf aleyhine harb edenleri, yani bütün milleti zemmediyor.

İstanbul’da hükumet İttihatçılar ile uğraşırken Rum ve Ermeniler gerek şehrin içinde ve gerek taşrada binbir rezaletler yapmaktadırlar. Taşrada Rum ve Ermeni çeteleri kasabaları basmakta, Türk halkını yağma etmektedirler. Şehrin içinde Türk ahaliye her türlü hakaret ve zorbalık yapmaktadırlar. Hayasızlık bir dereceye vardı ki Rum ve Ermeniler, papazları başta olmak üzere toplanıyor, Osmanlı tabiiyetinden çıktıklarını söylüyor, Paris konferansına yetiştirmek üzere bir heyet göndermeye karar veriyorlar.

14 Mart 1919

 

[1] Gürcistan’ın güneybatı kesiminde yer alan özerk cumhuriyet.

[2] Küçük gezinti vapuru.

[3] Yunanca, yaşa.

[4] İspanyol gribi

[5] Şeyn: Kusur, ayıp, kabahat.

  • Kitabın bu bölümü Mübariz Süleymanlı tarafından düzenlenmiştir.
Yazar

MİSAK Editörü

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar