23.03.2025

Ülküsüzlük ve ülküsüzler

Necmettin Hacıeminoğlu tarafından yazılan bu makale; 1972 yılında, Töre dergisinin 17. sayısında yayımlanmıştır.


Cemiyetimizin bünyesini kemiren ve onu buhrandan buhrana sürükleyen hastalıkların en tehlikelisi, milletin kaderinden resmen sorumlu sayılan aydınlarda gördüğümüz ülküsüzlüktür. Bir devletin yıkılması yahut bir milletin dağılıp köle olması için başka hastalığa lüzum yok­tur. Ne dış düşmanlar, ne iktisadî gerilik, ne de maddi güçsüzlük bu ka­dar zararlı olabilir. Tarihimizde za­man zaman görülen buhranlar, dai­ma, memlekete hâkim olan aydın zümresinin millî bir ülküden mah­rum bulunuşu yüzündendir. Böylece bazen devletimiz yıkılmış, bazen ül­kemiz parçalanmıştır. Son yıllarda­ki durum ise, bunun en korkunç ör­neğidir. Kafasında milletinin hayrı için hiçbir düşünce beslemeyen gönlünde kendisinden başka kimse için sevgi taşımayan ve bütün hareketle­rini şahsî menfaatlerine göre ayarla­yan bencil aydınlar sürüsü, Türkiye Cumhuriyeti uçurumun kenarına kadar itildiği şu zamanda bile tavrını değiştirmeyip, rahatını bozmamış, günlük yaşayışını aksatmamış, zevk ve eğlencesinden vazgeçmemiştir. En ufak bir maddi fedakârlığa da katlanmamıştır. Hatta bunların bir kısmı, gelmesi muhtemel komünist rejimde de rahatlarının kaçmaması için, bazı teşebbüslere girişerek ted­birler almıştır. Şahsi menfaatleri dı­şında herhangi bir ülküye sahip ol­mayanlar için bu normal bir davra­nıştır.

Günümüzün devlet ve siyaset adamları ile aydınlarına musallat olan ülküsüzlüğün başlıca arazları nemelazımcılık, menfaatçilik ve korkaklıktır. Cemiyet için birbirinden daha tehlikeli ve zararlı olan bu arazlar, ilk bakışta bazı aydınlara mah­sus şahsi kusurlardan ibaretmiş gi­bi görülür. Bu yüzden de, alışıla gel­miş bir küçümseyişle, üzerinde pek durulmaz. Böyle kusurları olduğu için kimse suçlanmaz ve cezalandırılmaz. Gerçekten de, ne nemelazımcılığın, ne korkaklığın, ne de menfaatçiliğin kanunlara göre suç sayıldığı belki görülmemiştir. Ancak hukuk kaideleri bütün suçları tespit edeme­diği gibi, kanunlar da her suçun ce­zasını verememiştir. Suç sadece ka­nunun yasak ettiklerini yapmakla iş­lenmez. Suç yalnız hukuk nizamının dışına çıkmaktan ibaret de değildir. Ahlâk kanunlarının, vatan severliğin ve millî vicdanın yapılmasını emret­tiği insani vazifeleri yapmamak da en büyük suçtur. Bu çeşit suçların cezası kanunlarda yazılı değildir ama, onun faillerini tarih huzurun­da millet vicdanı cezalandıracaktır. Nesiller böylelerini asırlarca lânetle anacaktır. İşte, vatan ve milletin kaderi bahis konusu olduğu zamanlar­da kendi köşelerine çekilip hadisele­rin neticesini bekleyenler, ilerde nef­retle hatırlanacak suçlulardır.

Bunların birinci gurubunu ne­melazımcılar teşkil etmektedirler. Sayıları en fazla olan bunlardır. Rahatlarına çok düşkündürler. Cemi­yet hayatını altüst eden ve devletin temelini sarsan hadiselere karşı tamamen ilgisizdirler. Onlara dair haberleri okumaz, yorumları dinlemez ve sonucunu merak etmezler. Ayrıca dost ve akrabalarının da ilgilenmele­rine mâni olmağa çalışırlar. Söz ve sohbet arasında ciddi memleket me­selelerinin konuşulması da bunların asabını bozar. Aşağı yukarı hepsin­den şu mahiyette cümleler duyarsı­nız:

“Benim kendi derdim başım­dan aşkın! Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı? Ben namusumla çalışıyo­rum. Evime yorgun argın geldikten sonra da şöyle biraz neşelenip dinlenmek hakkımdır. Devlet yıkılıyorsa ne yapalım yani? Başındakiler dü­şünsün!”

 Bu sözleri söyleyenler, umumi­yetle Türkiye’nin kaymağını yiyen ve buna layık olduklarına inanan tüc­car, serbest meslek sahibi aydın ve yüksek dereceli memurlardır. Ken­di rahatlarını bozmamak şartı ile her türlü siyasi rejime kolayca inti­bak ederler. “Kendi derdini başım­dan aşkın!” derken, yaz tatilini Bodrum’da mı yoksa Erdek’te mi ge­çirmenin kararsızlığı içindedir, ya­hut da kullandığı arabayı satıp yeni­sini alıp almamakta tereddüt geçir­mektedir. “Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı?” deyişi de tevazudan değil, vurdumduymazlıktandır. Bayram tatillerini lüks otellerde, hafta sonla­rını da gece kulüplerinde geçirmek bunların hem en tabii hakları, hem de terk edemeyecekleri alışkanlıkları arasındadır. İskoç viskisi bulamadıkları yahut iyi dinlendirilmemiş rakı içmek zorunda kaldıkları taktirde çok sinirlenirler. Bu vesileyle de memleket meseleleriyle ilgilenmek fırsatını elde ederler. Bunların evle­rinde ve dost meclislerinde hep arsa ve araba fiyatları, giyim kuşam ve mobilya modelleri ile vergi bahisleri konuşulur. Pasta ve kokteyl tarifleri yapılır. Gene bu gruba dahil olup da maddi imkanları el vermeyen orta sınıf aydıncıklar da “mutlu yaşantı­larını” aile toplantılarında ya bezik oynayarak, yahut da dedikodu ya­parak sürdürürler. Kitap ve dergi gibi ciddi şeylerden ise hiç hoşlanmazlar. Halkımızın “dünya yıkılsa umurunda değil” şeklinde vasıflandırdığı ve şairin “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna umurunda mı dünya!” diye alay ettiği işte bu nemelazımcı­lar sürüsünün mensuplarıdır. Felse­fe dilinde ise böylelerine “vejete ediyor” (bitki gibi yaşıyor) denir.

Ülküsüzlerin ikinci gurubu menfaatçilerdir. Eski tabirle “eyyamcı” yeni modaya göre de “oportünist” denilen bu zümre, nemelazımcıların aksine, hadiseleri ve siyasi temayül­leri büyük bir dikkatle takip eder. Şahsi menfaat ve ikbal mevkiinden başka hiç bir endişeleri bulunmadığı için, bu zümrenin mensupları, dai­ma, her devir ve rejimde ayakta kalabilmenin çarelerini aramakla meş­guldürler. Bir yandan da iktidar ve­ya rejim değişikliği esnasında meydana gelmesi muhtemel karışıklık­ları âdeta pusuda beklerler. Böyle za­manlarda çıkabilecek fırsatları çok iyi kullanır ve değerlendirirler. Onun için devletin tehlikede olması yahut yurdun düşman işgaline uğraması bunları pek fazla üzmez. Yeni şartla­ra derhâl uyarlar. Türkçedeki “gelen ağam giden paşam” tekerlemesi böylelerinin karaktersizliğini anlatmak üzere söylenmiştir. Ancak bu zümre­ye mensup olanlar hiçbir zaman tam bir huzur içinde yaşayamazlar. Çünkü hem bugünü idare etmek hem de yarını kollamak zorundadır­lar. Makam düşkünü yüksek bürok­ratlar, gazete sahip ve yazarları, iti­bar ve şöhret meraklısı aydınlar umumiyetle bu grup arasında yer alır­lar. Kudret ve iktidar sahiplerinin etrafı daima böyleleri ile doludur. Aslında her cemiyette, her devirde ve rejimde eksik olmayan menfaatçiler sürüsü, bizim gibi hem sosyal hem de siyasi buhranlar geçiren ülkelerde daha çok ve daha tesirlidirler. Bu sebeple, son yıllarda eyyamcı veya nemelazımcı olmayan aydın kişilere rastlamak imkânsız hâle gelmiştir. Hele büyükler böyle olunca küçükler de onları taklit etmekte bir mahzur görmemişlerdir. Böylece herkes makam, mevki ve unvandan başka bir şey düşünmez olmuştur.

Üçüncü gruptakiler korkaklar­dır. Eğer resmî mevki ve makam sa­hibi iseler, devlete en büyük zararı verecek olan bunlardır. Bu tip in­sanların varlıkları millet ve memle­ket için daima ağır bir yük lüzumsuz bir külfet olmuştur. Bunlar, binde bir nispetindeki kötü ihtimalleri he­sap ederek, devletin kaderini ilgilen­diren en hayati meselelerde dahi, ka­nunların tanıdığı hakları kullanamaz, verdiği vazifeleri ifa edemezler. Tıp­kı belindeki tabancayı eşkıyaya kar­şı kullanamayan ödlek bekçi gibi… Böyleleri oturdukları makamın yal­nız imkân ve nimetlerinden fayda­lanırlar. Şatafat, gösteriş ve caka ba­kımından makamın hakkını verip tadını çıkarmaktan geri kalmazlar. Şahsi menfaatleri bahis konusu ol­duğu zaman bütün tehlikeleri göze aldıkları, hatta kanunlardaki “boş­luktan” bile istismar ettikleri görü­lür. Fakat devletin varlığını ilgilendiren meselelerde son derece çekingen kararsız ve şekilcidirler. Hukukun ruhuna değil de dış kabuğuna göre hareket etmeğe çalışırlar. Maksat her türlü sorumluluktan sıyrılıvermektir. Polisin hırsızdan yakınması, askerin düşmandan şikâyetçi olması gibi, bunlar da devlete kastedenle­ri cezalandırmak yerine meçhul mercilere şikâyet etmekle yetinirler. Es­kilerin “celâdet” dedikleri ve her devlet adamında mutlaka bulunması gereken vasıf bunlarda yoktur. Onun için oturdukları koltuk şeklen dolu fakat fiilen boş sayılır. Bu yüzden emirleri altında çalışan vazifelilere dahi sözlerini tutturamazlar. Tabii bu korkaklık ve acizlik yukarıdan aşağı­ya doğru idarenin her kademesine bulaşmıştır.

Korkaklığın bir başka çeşidi de mücadeleyi bırakmaktır. Bu durum da bahis konusu olan şahsi hesaplardan ziyade kendine güvensizliktir. Davayı sonuna kadar yürütmeyi gö­ze alamayanlar, umumiyetle, müna­sip bir bahane bularak meydanı terk ederler. Bunlar, “yedek moto­ru” olmayan uçağa benzerler. Onun için fazla yükseklere çıkmağa cesa­ret edemezler. Belli bir noktaya gel­dikten sonra dururlar. Ya arkadaşlarına küserek yahut da rakiplerine kahrederek mücadeleyi yarıda bıra­kan böyle insanlar aslında çok dü­rüst ve vatanseverdirler. Mücadele­den vazgeçmelerinin asıl sebebi bel­ki de budur. Annesini ameliyat etme­ğe karar vermiş bir hekimin içini ke­miren tereddüt kurdu bazen Türk Devletinin kaderi üzerinde karar al­ma mevkiinde bulunan kimselerin vicdanını da kemirebilir. İşte o za­man devletini daha çok seven, “ye­dek motoru” yok ise, yenilir ve çeki­lir. Çünkü mücadeleye devam ettiği taktirde devletin başına daha büyük gaileler açılabileceğinden korkar. Bunun sorumluluğunu yüklenemez. Hâlbuki şahsi ihtirasını birinci, dev­letin istikbalini ise ikinci planda gö­renler, lüzumlu cesareti bulur ve mücadeleyi kazanırlar. Yakın tarihi­mizde buna benzer pek çok hadise olmuştur. Hepsinde de vatanını da­ha çok sevdikleri hâlde daha az ce­sur olanlar kaybetmişlerdir. Bunun içindir ki hakiki vatanseverlerin çok cesur olmaları şarttır. Yapılması ge­reken hareketi, icap ettiği an yapabilmelidirler. Beklemek veya gecikmek daima hainlere yaramıştır.

Resmî sorumluluğu olmayan ay­dınların korkaklığı da cemiyet için en az diğerlerininki kadar zararlı­dır. Vatan hainlerinin kendi maksatlarını gerçekleştirmek uğrunda ölümü göze aldıkları bir sırada, na­muslu aydınların korkudan sinmele­ri aklın alabileceği bir hadise değil­dir. Ama bu Türkiye’de görülmüştür. 12 Marttan önce, binlerce aydın, anarşiye karşı ve komünizme düşman ol­dukları halde, korktukları için ses­lerini çıkaramamışlardır. Kapalı ka­pılar arkasında ve gayet yavaş bir sesle anarşistlere lânetler okumuş­lar fakat bu düşüncelerini ne sokakta, ne toplantılarda, ne de basında açıklayabilmişlerdir. Hatta bunların bir kısmı komünistlerin önünde on­ları destekliyormuş gibi davranmak yolunu bile tutmuştur. Bazıları da, istemeyerek komünistlere yar­dım etmiştir. Sayıca komünistlerden çok fazla olan bu korkaklar, onlar gi­bi bir davaya inanmadıkları ve bir fikir etrafında toplanmadıkları için koyun sürüsü misali üç beş köpeğin saldırısı neticesinde dağılıvermişlerdir. Hâlbuki, kafalarında ciddi bir fi­kir ve gönüllerinde millî bir ülkü ol­saydı, en az o hainler kadar cesur olurlardı. Bu yüzden, nice şöhret ve unvan sahibi kişiler, nice ilim, fikir ve sanat adamları, nice siyasetçiler kızıl kasırganın önünde kuru bir yap­rak gibi sürüklenmişlerdir. Hainler hepsini saha ve minder dışına atmış­lardır. Böylece devlet büsbütün des­teksiz ve millet tamamen sahipsiz kalmıştır. Yüz ekşitmek veya kaş çat­mak suretiyle dahi komünistler kar­şısında tavır takınmayan bu korkak­lar, şahit ve bilirkişi sıfatı ile mah­kemeye çağırıldıkları zaman, adalet huzurunda dahi hakikati ve doğruyu söyleyememişlerdir. Hâlbuki “kor­kunun ecele faydası yoktur.”

Görülüyor ki aydınlarını millî ülküden mahrum yetiştiren bir mil­let, tehlikeli ve karanlık günlerinde sahipsiz kalmaktadır. Oysa:

 Sahipsiz olan memleketin bat­ması haktır,

Biz sahip olursak bu vatan bat­mayacaktır.

 

Yazar

Töre Dergisi

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar